Onu Doğum Gününü Yalnız Kutlarken Gördü — Ve Sordu: “Seninle Kalabilir Miyim?”
.
.
Kapı Çalındığında Hayat Değişir
Ayşe Yılmaz, otuz yaşında, İstanbul’un kalabalığında kaybolmuş bir kadındı. Son on yılını, adını bile sormayan insanların evlerini temizleyerek geçirmişti. Kadıköy’de, Caferağa Mahallesi’nde eski bir apartmanın beşinci katında yaşıyordu. Bina, 1970’lerden kalma, duvarları kağıt gibi ince, kaloriferi istediği zaman ısınan, merdivenleri yıpranmış mermerle kaplı, posta kutuları paslanmış bir apartmandı. Merdiven boşluğunda nem ve eski bir koku asılı dururdu; Ayşe her sabah saat beşte uyanırdı. Çalar saate ihtiyacı yoktu, bedeni hayatta kalma ritmine alışmıştı. Karanlıkta kalkar, lacivert üniformasını giyer, saçlarını sıkı bir topuz yapar, makyaj ve takıdan uzak, dikkat çekmeyen bir kadın olarak aynada kendine bakardı.
İstanbul’un soğuk kışında, yanağını ısıran ayazla dışarı çıkar, eski kırmızı-beyaz otobüsle şehrin uyanışına tanıklık ederdi. Bakkallar kepenk açar, simit arabaları yola çıkar, takım elbiseli insanlar işe koşarken Ayşe, başkalarının evlerine giderdi. Haftada yedi farklı evde çalışır, yedi farklı dünyanın gölgesi olurdu. Mermer zeminleri parlatır, dev pencerelerin camlarını siler, granit banyoları temizler, jakuzili küvetlerin köşelerine kadar uğraşırdı. Bu evlerde görünmezdi; ev sahipleri ona bakmaz, adını bilmez, talimatlarını göz teması kurmadan verirlerdi. “Camları iyice silin. Mutfağı unutmayın. Anahtarı paspasın altına bırakacağım.” Bazen masada para bırakılırdı, bazen bir teşekkür bile edilmezdi. Şikayetler gelirse “özür dilerim” derdi, yanlış yapmadığını bilse de. Çünkü Ayşe’nin öğrendiği bir şey vardı: Onun gibi insanların konuşma hakkı yoktu, sadece çalışma ve susma hakkı vardı.
Ama kendini farklı hissettiği bir ev vardı; Kerem Bey’in evi. Kerem Özdemir, kırk iki yaşında, mimar, dul ve on yaşındaki Elif’in babasıydı. Dairesi Acıbadem’de, modern bir rezidansta, cam ve çelikten yapılmış, üç katlı spiral merdivenlerle bağlanmış, panoramik pencerelerden Fenerbahçe koyu görünen minimalist bir evdi. Sessizlik, zarif ama boş bir müze gibi hissedilirdi. Ayşe haftada iki kez, çarşamba ve cumartesi sabahları tam onda oraya giderdi. Kendi anahtarı vardı, ama Elif’i korkutmamak için her zaman kapıyı çalardı. Kerem Bey her zaman bizzat açar, hafifçe gülümser ve “Günaydın Ayşe Hanım” derdi. Ayşe’ye adıyla hitap eden, gözlerine bakarak konuşan tek insandı.
Kerem Bey her zaman çay ikram ederdi. Ayşe her defasında gerek yok dese de, Kerem mutfak tezgahına bir bardak, poşet çay ve şeker bırakırdı. Ayşe, işini bitirince bir an mutfak tezgahında oturur, sıcak çayı ellerinde tutarak İstanbul’a bakardı. Şehir, yukarıdan maket gibi görünürdü; küçük, kontrollü, zararsız. Konsol masada her zaman bir zarf para bırakılırdı, içinde anlaşılandan biraz fazla olurdu. Ayşe alır, cüzdanının derinliklerine saklar, minnettarlık ve utanç karışımı bir hisle. Elif bazen ona resimler bırakırdı; çiçekler, gökkuşları, gülen güneşler. Ayşe onları eve götürür, dikkatle katlar, buzdolabına mıknatıslarla yapıştırırdı. Dairesindeki tek dekorasyon, gri dünyasındaki tek renkti.
Kerem, Ayşe’yi diğerlerinden farklı görüyordu. Sessizce nasıl hareket ettiğini, adımlarının mermer zemine yüksek sesle yansımasından korkuyormuş gibi çalıştığını, başı eğik, omuzları hafif kambur, daha küçük, daha görünmez olmak istiyormuş gibi davrandığını fark etmişti. Radyoyu asla açmaz, buzdolabındaki yiyeceklere dokunmaz, her zaman vaktinden önce ayrılırdı. Gözlerinde kuyu kadar derin bir yorgunluk vardı. Gülümsese bile kaybolmayan bir hüzün. O gülümseme savunma refleksi gibiydi. Mutfaktaki sandalyeye bir anlığına oturup gözlerini kapatır, derin bir nefes alırdı; günün geri kalanı için güç topluyormuş gibi.
Aralık ayı, beklenenden hızlı geldi. İstanbul’da gri gökyüzü, yaklaşan kar fırtınası. 21 Aralık, Ayşe’nin doğum günüydü. Son işini gece on ikide bitirdi. Modadaki bir dairede ev sahibi kadın ona bakmadan masaya parayı attı, telefonla konuşarak çıktı. Ayşe parayı cebine koydu, montunu giydi, buz gibi geceye çıktı. Dairesine döndü, merdivenleri beşinci kata çıktı. Kapıyı açtı, içeri girdi, boşluk ve sessizlik bir dalga gibi çarptı. Islak ayakkabılarını çıkardı, montunu askıya astı, pencere kenarındaki eski koltuğa oturdu. İstanbul’un ışıklarına baktı; dokunulamayacak kadar uzaktaki yıldızlar gibi. Buzdolabından küçük bir pasta çıkardı; sabah işe giderken Migros’tan almıştı. En ucuzunu seçmişti; plastik kutuda satılan kremalı bir bisküvi. Pastayı mutfak masasına koydu, çekmeceden bir mum çıkardı, ortasına dikti, kibritle yaktı. Küçük alev karanlıkta dans etti. Oturdu, sessizce baktı. “İyi ki doğdun,” demek istedi ama sesi boğazında takıldı. Gözyaşları aktı; bu sessizlikte, bu küçük dairede, tek bir mumla ne kadar yalnız olduğunu anladı. 30 yıllık hayat ve kimse aramadı, kimse yazmadı, kimse gelmedi. Annesi bile hatırlamadı. Yalnızdı. Duvardaki saate baktı; 23:47. Doğum gününün bitmesine 13 dakika vardı.
Tam o mutlak sessizlikte, kapı çaldı. Ayşe dondu kaldı; kapısını kimse çalmazdı. Dürbünden koyu renkli palto giymiş, elinde gümüş kağıda sarılı küçük bir paket tutan bir adam gördü. Kerem Bey’di. Şaşkın ve şok içindeydi. Kerem koridorda duruyordu, omuzlarında kar eriyordu, nefesi havada buhar bulutları oluşturuyordu. Ayşe adresini nasıl bulduğunu, neden geldiğini sormadı. Sadece orada nasıl durduğuna baktı. Sonunda sessizce konuştu: “Seninle kalabilir miyim?”
Ayşe bir adım geri çekildi, içeri aldı. Kerem küçük daireye göz attı; pastayı, tek mumu, boş masayı, dekorasyon eksikliğini, hayat eksikliğini gördü. Paketi uzattı: “Bu sizin için.” Ayşe titreyen ellerle aldı, kağıdı açtı. İçinde Nazım Hikmet’in şiir kitabı vardı. İlk sayfada Kerem’in el yazısıyla bir not: “Ayşe Hanım, bu kitap size var olduğunuzu hatırlatsın.” Gözyaşları yine aktı, bu sefer saklamadı.
Kerem sandalyeye oturdu, ciddiyetle ona baktı. “Elif bugün bana sordu; neden sizin hiç doğum gününüz yok diye. Herkesin var dedim. O da dedi ki, ‘O zaman neden kimse size gelmiyor?’ Cevap veremedim.” Ayşe karşısına oturdu, pastaya bakarak. Kerem devam etti: “Temizlik firmasının kayıtlarını kontrol ettim, nerede yaşadığınızı öğrenmek için. Tuhaf biliyorum ama düşündüm ki, kimse doğum gününde yalnız olmamalı.”
Ayşe sonunda konuştu, sesi kırıktı: “O kadar uzun zamandır yalnızım ki artık fark etmeyi bıraktım.” Kerem ona baktı; o bakışta merhamet, anlayış ve yıllarca özlediği insan varlığı vardı. Ayağa kalktı, köşedeki ocağa su koydu, iki bardak doldurdu, birini ona verdi. Bardakları tokuşturdu: “Size Ayşe Hanım, 30 yıllık hayata ve bugünden sonra artık görünmez olmayacağınıza.” Sessizce içtiler; o sessizlikte aralarında kırılgan ama gerçek bir şey hareket etti.
Sonraki iki saat boyunca konuştular. Kerem, karısından bahsetti; dört yıl önce kanserden nasıl öldüğünü, ilk yıl yataktan kalkamadığını, Elif’in onu hayatta tuttuğunu anlattı. Ayşe kendi hikayesini anlattı; küçük bir kasabadan geldiğini, 20 yaşında İstanbul’a umutla geldiğini, şehirde garsonluk, mağaza elemanlığı, temizlikçilik yaptığını; ona dünyayı vaat eden ama sadece morluk ve korku veren bir adamdan kaçtığını. Duygusuz konuştu, ama Kerem ellerinin masanın kenarında nasıl sıkıştığını, nefesinin hızlandığını gördü. Sözünü kesmedi, sadece dinledi.
Bir noktada Ayşe ona baktı: “Bunu neden yapıyorsunuz? Neden buradasınız?” Kerem bir süre düşündü: “Çünkü evimde temizlik yaparken her zaman yer kaplamıyormuşsunuz gibi görünüyorsunuz. Çok yüksek sesle var olmaktan korkuyormuşsunuz gibi. Düşündüm, belki ben de öyle görünüyorum. Belki ikimiz de burada olma hakkımız olduğunu unutmuş insanlarız.”
Ayşe göğsünde bir şeyin kırıldığını hissetti. Yıllardır arkadaşı olan sessizlik aniden acıtmaya başladı. Kerem pencereye yaklaştı, karlı İstanbul’a baktı. “Elif haklı; herkes doğum gününü hak ediyor. Fark edilmeyi, birisinin kapıyı çalmasını.” Gece ikiye kadar kaldı. Giderken kapıda döndü: “Gelecek çarşamba Elif’le geleceğim. Birlikte yeni bir pasta yapacağız.”
Ayşe uzun süre kapının yanında durdu; Kerem karanlık koridorda kaybolduktan sonra elinde kitabı tutuyordu. Göğsünde anlamadığı bir sıcaklık hissediyordu. İlk kez umut olabileceğini hissetti.
Takip eden hafta farklıydı. Artık kendini şeffaf hissetmiyordu. Var olduğunu hissediyordu. Çarşamba günü Kerem Elif’le geldi; kız plastik bir torba dolusu malzeme tutuyordu. Un, şeker, yumurta, çikolata. Birlikte pasta yaptılar. Elif mumları yaktı, “İyi ki doğdun” şarkısını söylediler. Kadıköy’deki küçük dairede üç ses; Ayşe mumları üfledi, gözyaşları artık üzgün değildi.
Elif kanepede uyuya kaldığında Kerem kaldı. Ayşe’nin şefkatle üzerini örttüğü battaniyeye sarılmıştı. Yine sessizlik vardı ama bu sefer huzur doluydu. “Teşekkür ederim,” dedi Ayşe. Kerem başını salladı: “Teşekkür etmem gereken benim. Böyle bir şeye ne kadar ihtiyacım olduğunu bilmiyordunuz. Gerçek bir şeye.”
Sonraki haftalarda hayatları iç içe geçti. Kerem Ayşe’yi Elif’le akşam yemeğine davet etti. Ayşe kıza ödevlerinde yardım etti. Elif ona “Ayşe teyze” demeye başladı. Komşular fısıldaştı, temizlik firması Ayşe’yi işten çıkardı. Kerem bunu öğrenince öfkelendi, Ayşe’yi dadı olarak işe aldı; resmi sözleşme, sigorta ile.
Ayşe, Kerem’in dairesindeki misafir odasına taşındı. Kadıköy’deki daireyi bıraktı, kalan müşterilerle bağlarını kopardı. İlk kez sadece hayatta kalmak için değil, yaşamak için bir karar verdiğini hissetti. Elif mutluydu; Ayşe onu okula götürüyor, ödevlerinde yardım ediyor, birlikte yemek pişiriyorlardı.
Bir akşam Elif uyurken Kerem ve Ayşe terasta oturuyordu. Ayşe, “Sonsuza dek görünmez kalacağımı düşünmüştüm,” dedi. Kerem ona baktı: “Asla görünmez değildin. Sadece kimse yeterince dikkatli bakmıyordu.” Ayşe gülümsedi, gerçek bir gülümsemeydi. “Siz hâlâ boş hissediyor musunuz?” Kerem bir süre düşündü: “Hayır, boş hissetmiyorum. Hissediyorum, var olduğumu.”
İki yıl sonra Ayşe beyaz bir elbiseyle, saçlarında çiçeklerle, Elif’in elini tutarak terasta duruyordu. Yanında Kerem, mutluluk gözyaşlarıyla. Nikah memuru önlerinde yeminlerini okuyor, İstanbul güneşte parlıyordu. Elif kadehi kaldırdı: “Artık görünmez olmayan Ayşe anneme ve sonunda gören babama.”
Gece geç saatlerde Ayşe ve Kerem terasta battaniyeye sarılmış, sıcak çikolata içiyordu. İstanbul altlarında parlıyor, Ayşe ne kadar yol kat ettiğini düşünüyor. “Bazen o zaman kapıyı çalmasaydın ne olurdu diye düşünüyorum,” dedi. Kerem elini sıktı: “Bilmiyorum ama bunu kendime asla affetmeyeceğimi biliyorum.” Ayşe ona bakıyor; görünmez olduğunda onu gören adama. Ona sadece iş, sadece ev değil, çok daha önemli bir şey veren haysiyet: Var olma hakkı, dünyada yer kaplama hakkı.
Hayatlarını değiştiren bir kapı vuruşu, görünmez hisseden binlerce insanın hikayesinin bir yansıması. Bu hikaye, haysiyetin paradan, pozisyondan ya da eğitimden değil, birinin seni gerçekten görmesinden geldiğini anlatıyor. Eğer şu anda yalnızsan, görünmez hissediyorsan, vazgeçme. Biri kapıyı çalmadan mumu söndürme. Çünkü orada bir yerlerde, senin ona ihtiyacın olduğu kadar sana ihtiyacı olan biri var. Ve kapıyı çalacak güç sende varsa, yap bunu. Çünkü belki o kapının ardında tüm hayatı boyunca o vuruşu bekleyen biri var.
.