ARAP MİLYARDER, KASADA BEBEĞİYLE AĞLAYAN BEKÂR BİR ANNEYİ GÖRÜR… SEBEBİNİ ÖĞRENİNCE ŞOK OLUR…
.
.
İstanbul’un en eski ve soylu ailelerinden birinin son veliahtı olan Kenan Arslanoğlu, Boğaz’a nazır devasa yalılarının penceresinden dışarıyı seyrederken, hayatının ne kadar boş ve anlamsız olduğunu düşünüyordu. Otuzlarının başında, yakışıklı, zeki ve inanılmaz derecede zengindi. Dededen kalma otel imparatorluğunun başındaydı ve her kararı binlerce insanın hayatını etkiliyordu. Ancak bu güç, omuzlarında ağır bir yüktü. Hayatı, aile meclisinin çizdiği sınırlardan ibaretti: Gideceği okullar, yapacağı işler ve hatta evleneceği kadın bile önceden belirlenmişti. O akşam da yine böyle bir aile yemeğinden, çocukluk arkadaşı ve söz kesilmiş nişanlısı Selin ile evlilik tarihlerinin konuşulduğu boğucu bir atmosferden kaçmıştı.
Kravatını gevşetip şoförüne beklemesini söyledikten sonra, kendini Balat’ın dar ve tarihi sokaklarına attı. Rengarenk cumbalı evlerin, küçük esnaf dükkanlarının ve çocuk cıvıltılarının arasında yürürken, bir anlığına da olsa omuzlarındaki yükten kurtulduğunu hissetti. Köşeyi döndüğünde, kaldırıma serilmiş küçük bir bezin üzerinde duran minyatür tablolara gözü takıldı. İstanbul’un en güzel köşelerinin resmedildiği bu küçük tuvaller, inanılmaz bir yeteneğin ürünüydü. Tabloların başında duran on yaşlarındaki bir erkek çocuğu, “Tablo alır mısınız bey amca? Ablam çizdi hepsini,” diyerek ona gülümsedi.
Kenan çocuğun masumiyetinden etkilenerek eğildi ve tablolara daha yakından baktı. Tam o sırada, çocuğun “Ablam geldi!” demesiyle başını kaldırdı. Karşısında duran genç kadın, Kenan’ın nefesini kesti. Yorgun olduğu her halinden belliydi; üzerinde eski bir kot pantolon ve solmuş bir kazak vardı. Ama yüzündeki onurlu ifade, kahverengi gözlerindeki derinlik ve tutku, Kenan’ın daha önce hiçbir kadında görmediği bir güzelliğe sahipti.
“Hoş geldiniz,” dedi kadın, sesi hem çekingen hem de gururluydu. “Ali, rahatsız etme beyefendiyi.” “Hayır, hayır,” diye atıldı Kenan. “Tablolarınız harika. Özellikle şu Kız Kulesi olan… Bunu almak istiyorum.”
Kadın, Elif, parayı alırken Kenan’a minnetle baktı. Kenan, o an sadece bir tablo değil, o büyülü dünyadan bir parça satın aldığını hissetti. Yalıya döndüğünde, aldığı küçük tabloyu çalışma masasının en görünür yerine koydu. O geceden sonra aklından ne Elif’in hüzünlü ama güçlü bakışları ne de küçük Ali’nin umut dolu gülümsemesi çıktı.

Ertesi hafta, kendini yine Balat’ta buldu. Bu sefer bir bahanesi vardı. Elif ve Ali’yi aynı köşede bulunca yanlarına yaklaştı. “Merhaba,” dedi. “Ben Kenan. Dün sizden bir tablo almıştım.” Elif onu hemen tanımıştı. “Merhaba, beğendiğinize sevindim.” “Beğenmek ne kelime, hayran kaldım. Aslında size bir teklifim var. Yeni açılacak otelimizin lobisi için büyük bir İstanbul panoraması yaptırmak istiyoruz. Sizinle çalışmayı çok isterim.”
Elif’in gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Bu, hayatını değiştirebilecek bir teklifti. Küçük kardeşine bakmak için gecesini gündüzüne katıyor, resim yaparak kıt kanaat geçiniyordu. “Ama ben… ben büyük bir şirket için hiç çalışmadım.” “Önemli değil,” dedi Kenan, sesindeki samimiyetle. “Yetenek en büyük referanstır. Lütfen kabul edin.”
Elif, bu gizemli ve nazik adamın teklifini tereddütle de olsa kabul etti. Kenan, “resmin ilerlemesini kontrol etme” bahanesiyle Elif’in küçük ve mütevazı atölye-evine sık sık gitmeye başladı. Her gidişinde, o küçük evdeki sıcaklık, Elif’in kardeşine olan şefkati ve yokluğa rağmen korudukları mutluluk onu daha çok etkiliyordu. Kendi yaşadığı soğuk ve mesafeli aile ortamının aksine, bu evde gerçek bir sevgi vardı. Bazen Ali ile ders çalışıyor, bazen bozulan musluğu tamir ediyor, bazen de sadece onlarla oturup bir bardak çay içiyordu. Bu ziyaretler, Kenan’ın hayatındaki en anlamlı anlar haline gelmişti.
Elif de yavaş yavaş Kenan’a güvenmeye başlıyordu. Bu zengin adamın dünyasının bir parçası olmaktan korksa da, onun alçakgönüllülüğü ve içtenliği kalbindeki duvarları eritiyordu.
Bir ay sonra Kenan, Elif’i şirketinin düzenlediği prestijli bir sanat galasına davet etti. Elif, Kenan’ın aldığı sade ama şık bir elbiseyle geceye katıldığında, kendini bir masalın içinde gibi hissetti. Ancak bu masal kısa sürdü. Etrafındaki zengin kadınların fısıltıları, küçümseyen bakışları ve en sonunda nişanlısı Selin’in yanına gelip, “Kenan’ın yeni ‘ilgi alanı’ siz olmalısınız. Ne kadar sürecek bakalım bu heves?” demesiyle gerçek dünyaya döndü. O gece Elif, ait olmadığı bir dünyada olduğunu acı bir şekilde anladı ve Kenan’dan uzaklaşmaya karar verdi.
“Bizim dünyalarımız çok farklı Kenan,” dedi gala sonrası. “Ben bu oyunda yer alamam.” “Bu bir oyun değil Elif, bu gerçek!” diye itiraz etti Kenan. “Benim gerçeğim sensin.”
Ancak asıl fırtına daha yeni başlıyordu. Kenan’ın annesi, ailenin matriarkı Leman Arslanoğlu, oğlunun bir “sokak ressamı” ile olan ilişkisini öğrenmişti. Ailenin şanına ve soyadına leke sürülmesine asla izin vermezdi. Bir dedektif tutup Elif hakkında her şeyi öğrendi ve bir gün habersizce onun atölyesine gitti.
“Kızım,” dedi içeri girerken, ses tonu çelik gibiydi. “Oğlumdan ne kadar para istediğini söyle, bu mesele burada kapansın.” Elif, bu hakaret karşısında dimdik durdu. “Hanımefendi, ben sizin oğlunuzdan para değil, sadece saygı bekledim. Ama anlaşılan o ki sizin dünyanızda her şeyin bir fiyatı var. Benim gururumun yok.”
Leman Hanım, bu beklenmedik cevap karşısında öfkelenmişti. Akşam yalıda kıyamet koptu. Kenan’ı karşısına aldı. “Ya o kızı hayatından çıkarıp ait olduğun yere döner, Selin ile evlenirsin ya da Arslanoğlu soyadını, servetini ve aileni unutursun!”
Bu, Kenan’ın hayatında duyduğu en net ve en acımasız ültimatomdu. Bir yanda doğduğundan beri içinde yaşadığı ama hiç mutlu olmadığı altın bir kafes, diğer yanda ise mütevazı ama sevgi ve huzur dolu bir hayat vardı. Gözlerinin önüne Elif’in onurlu yüzü ve Ali’nin masum gülümsemesi geldi. Kararını vermişti.
“Anne,” dedi sakin ama kararlı bir sesle. “Ben hayatımda ilk defa nefes aldığımı hissediyorum. Ve bunu kaybetmeyeceğim. Seçimim Elif ve Ali’dir.”
O gece Kenan, üzerindeki pahalı takım elbiseyle yalıdan ayrıldı. Kredi kartları, arabasının anahtarları ve lüks dairesinin anahtarını masanın üzerine bıraktı. Arkasında milyarlarca dolarlık bir serveti ve ailesini bırakarak, hayatında ilk defa kendi yolunu çizmek için adım attı.
İlk günler tam bir kabustu. Kenan, Elif’in mahallesinde küçük, rutubetli bir daire tuttu. Hayatında hiç çalışmak zorunda kalmamıştı. Arslanoğlu soyadı artık bir avantaj değil, bir engeldi. Babasının dostu olan hiçbir iş adamı, Leman Hanım’a karşı gelip ona iş vermedi. Gururunu bir kenara bırakıp inşaatlarda, depolarda, bulduğu her işte çalışmaya başladı. Akşamları eve yorgun argın döndüğünde, Elif’in hazırladığı sıcak bir çorba ve sevgi dolu bir gülümseme onu karşılıyordu. Bu zorlu süreçte, birbirlerine daha da sıkı bağlandılar. Elif, daha çok resim yapıyor, Kenan ise kazandığı azıcık parayla evin geçimini sağlamaya çalışıyordu.
Bir gün Kenan, “Böyle olmayacak,” dedi. “Kendi işimizi kurmalıyız.” Aklında bir fikir vardı. Otelcilik kanında vardı. Elindeki son birikimle ve Elif’in resimlerinden gelen parayla, Balat’ta terk edilmiş eski bir konağı kiraladılar. Aylarca kendi elleriyle çalıştılar. Kenan, binanın restorasyonunu yönetti, Elif ise her odayı kendi tablolarıyla, el emeğiyle dekore etti. Sonunda, “Elif’in Konağı” adını verdikleri küçük, butik bir otel ortaya çıktı.
Bu otel, diğer lüks otellere benzemiyordu. Her köşesinde bir ruh, bir yaşanmışlık vardı. Gelen misafirler, sadece bir odada kalmıyor, bir hikayenin parçası oluyorlardı. Kenan’ın otelcilik bilgisi ve Elif’in sanatsal dokunuşu birleşince, konak kısa sürede yerli ve yabancı turistlerin gözdesi haline geldi. Kulaktan kulağa yayılan ünleri sayesinde, işleri hızla büyüdü. Birkaç yıl içinde, “Elif’in Konağı” bir marka olmuş, İstanbul’un farklı semtlerinde yeni şubeler açmışlardı.
Kenan artık babasından kalan servete muhtaç değildi. Kendi emeğiyle, sıfırdan bir imparatorluk kurmuştu. Bu süreçte Elif ile evlenmiş, Ali’yi kendi oğlu gibi benimsemişti. Hatta şimdi Elif, ikinci çocuklarına hamileydi.
Bir cumartesi sabahı, otelin bahçesinde ailecek kahvaltı yaparlarken, yanlarına siyah, şık giyimli bir kadın yaklaştı. Bu, Leman Arslanoğlu’ydu. Yıllar onu yaşlandırmış, yüzündeki o sert ifade yerini bir hüzne bırakmıştı. Kenan, annesini görünce ayağa kalktı. Yılların öfkesi ve özlemi birbirine karışmıştı.
“Oğlum,” dedi Leman Hanım, sesi titriyordu. “Seninle gurur duyuyorum.” Kenan şaşkındı. “Yıllarca seni takip ettim,” diye devam etti annesi. “Kendi kanatlarınla nasıl uçtuğunu, nasıl başarılı olduğunu gördüm. Ben sana bir servet verdim, ama sen asıl zenginliğin ne olduğunu bana öğrettin.”
Gözleri Elif’e döndü. “Ve sen kızım… Sen benim oğluma sadece bir hayat değil, bir ruh verdin. Beni affedin.”
O sırada yanlarına koşan Ali, “Anneanne?” diye sordu. Kenan, yıllar boyunca Ali’ye anneannesini anlatmış, kalbinde ona karşı bir nefret biriktirmesine izin vermemişti. Leman Hanım, daha önce hiç görmediği torununun bu sözüyle gözyaşlarına boğuldu. Eğilip Ali’ye sarıldı. Ardından Elif’in karnına dokundu. “Ve bir torunum daha geliyor…”
O gün, buzlar eridi. Leman Hanım, oğlunun kurduğu bu sevgi dolu ailenin bir parçası oldu. Kenan, ailesini kaybetmemiş, aksine onu kendi şartlarıyla, sevgi temelinde yeniden kazanmıştı.
Yıllar sonra bir akşam, Kenan ve Elif, kendi kurdukları oteller zincirinin en tepesindeki terasta oturmuş, İstanbul’u seyrediyorlardı. Yanlarında artık birer delikanlı olan Ali ve küçük kızları Defne vardı. Kenan, Elif’in elini tuttu. “Biliyor musun,” dedi. “Hayatımın en doğru kararı, o gece o yalıdan ayrılmaktı.”
Elif gülümsedi. “Hayır Kenan. Hayatının en doğru kararı, o gün Balat’ın bir sokağında durup, küçük bir çocuğun sattığı tabloya bakmaktı.”
Kenan, karısının gözlerindeki ışıltıya baktı. O ışıltı, ne paranın ne de gücün satın alamayacağı, sadece gerçek sevginin yaratabileceği bir zenginlikti. Ve o, dünyanın en zengin adamıydı. Çünkü serveti banka hesaplarında değil, yanı başında oturan ailesinin kalbinde birikmişti.