Her kutu bir anı parçası saklar — saklamak mı, bırakmak mı?

Her kutu bir anı parçası saklar — saklamak mı, bırakmak mı?

Rodríguez ailesinin eski kır evinin tozlu tavan arasında, karton, ahşap ve metalden onlarca kutu girişten bahçeye bakan pencereye kadar istiflenmişti. Her kutunun üzerinde siyah mürekkeple bir tarih, bir isim ve kısa bir not yazılıydı: “Yaz 1998 – İlk Bodrum gezisi” ya da “Noel 2007 – Bozulan söz”. Aile efsanesine göre her kutu bir anı parçası saklıyordu: bir nesne, bir mektup ya da bir fotoğraf, aileden birinin hayatındaki önemli bir anı temsil ediyordu. Ama işin aslı şuydu: Her biri, bir kutuyu açtığında kaçınılmaz soruyla yüzleşmek zorundaydı — bu anıyı saklamak mı, yoksa sonsuza kadar bırakmak mı?

Ailenin en büyük torunu Elif, yıllar sonra ilk kez eve dönmüştü. Şehirdeki istikrarlı işini bırakmış, kalbinde hem heyecan hem de titrek bir belirsizlikle, henüz adını koyamadığı cevaplar arıyordu. Babaannesi Hatice Hanım ona tavan arasının anahtarını verdi ve alçak sesle “Hazır olduğunda çık ve kendin seç” dedi. Elif, gıcırdayan merdivenlerden yukarı çıktı; kapıyı ittiğinde aralıktan sızan zayıf bir ışık huzmesiyle kutuların dünyası karşısına çıktı.

İlk açtığı kutunun üzerinde “Yaz 1993 – Sen ve ben, Ayvalık” yazıyordu. İçinde eski bir fotoğraf makinesi, basılmamış birkaç film rulosu, artık parlamayan bir gümüş bileklik ve sararmış çocuk el yazısıyla yazılmış bir mektup vardı. Mektubu kaldırırken karnında bir düğüm hissetti: Bu, annesinin on beş yaşındayken yazdığı bir mektuptu — sonradan hiç bahsetmediği bir çocuğa yazılmıştı. Elif okudu: “Sevgili Cem — bilmiyorum, bunu benden başka biri saklıyor mu…” O anı ona hem sevinç hem hüzün getirdi; annesiyle deniz kenarında geçen yazları hatırladı ama aynı zamanda annesinin hiç paylaşmadığı sırları fark etti. Bu anıyı saklayarak o anı korumalı mıydı, yoksa kendine ait olmayan bir yükten kurtulmak için bırakmalı mıydı? Hızlanan kalp atışlarıyla kutuyu kapattı, bahçedeki dökülen yapraklara baktı.

Sonraki kutuda “Yeni Yıl 2004 – Bozulan söz” yazıyordu. Açtığında çatlamış bir seramik vazo, kırmızı bir kurdele ve babasının küçük bir kazasıyla ilgili, ailede hiç konuşulmayan bir gazete kupürü buldu. O eşyaları bir arada görmek Elif’in içini titretti: O sessiz yılbaşını, babasının yarım kalan cümlesini ve kadeh kaldırıldıktan sonra salondaki boşluğu hatırladı. Bu anı hem suçluluk hem de unutuluşu hatırlatıyordu. Sanki saklamak hüznü sürdürmekti, bırakmak ise kapanmamış bir bölümü özgürleştirmekti. Ama nasıl karar verilir ki?

Sonraki günlerde Elif her kutuyu tek tek inceledi; her nesneye dokundu, kartonun kokusunu içine çekti, tavan arasının sessizliğinde kendi nefesini dinledi. Her anı bir duygu karışımı getiriyordu: sevgi, korku, umut, özlem. “Kış 2012 – Bahçedeki don” yazılı bir kutuda kırmızı yün eldivenler, donmuş bir elma parçası ve elinde buz tutarken gülen küçük kardeşinin yarım kalmış bir fotoğrafını buldu. O anı evin sıcaklığını, dışarı soğuk olsa bile içerideki sıcağı hatırlattı. Bir diğerinde, “Sonbahar 2016 – Geri dönüşsüz karar” yazıyordu: bir uçak bileti, bir bagaj etiketi ve küçük bir not: “Uçmaya hazırım.” Bu, şehir hayatına taşındığı zamandan kalmaydı. Onu artık cebinde değil, bir kutuda görmek geçmişle arasına mesafe koydu.

Her kutuda aynı soru yankılandı: Saklamak mı, bırakmak mı? Saklamak, geçmişi kabul etmekti — bizi şekillendiren anıları tanımak. Bırakmak ise, geçmişin bizi yönetmesine izin vermemekti; belki de ilerlemek için serbest bırakmak gerekiyordu. Hatice Hanım demişti: “Herkes kendi kararını verir, kimse yargılamaz.” Fakat aile kuşaktan kuşağa kutuları biriktirmişti; sanki anılar, görünmez tuğlalarla kimliklerini inşa ediyordu.

Bir akşam Elif, 2004 kutusunu indirirken koridorda babaannesiyle karşılaştı. Hatice Hanım gözlerini kaldırmadan sordu: “Aradığını buldun mu?” Elif hemen cevap veremedi. Kutuyu masaya koydu, oturdu ve “Belki aradığım şey kutunun içinde değil, onunla ne yaptığımda” dedi. Babaannesi başını salladı, sıcak bir çay uzattı: “Anılar iki yüzlü hediyelerdir — kök verir ama bazen bağlar da. Hangisini taşıyacağını, hangisini bırakacağını sen bulacaksın.”

O günden sonra Elif kutulara bir yük değil, bir seçim alanı olarak baktı. Bazılarını sakladı: Ayvalık’taki yaz, bahçedeki kış… çünkü ışık getiriyorlardı. Bazılarını bıraktı: 2004’ün yılbaşısı, 2016’daki gidiş… çünkü ağır geliyorlardı. Ama bırakmak yok etmek değildi; sadece kutuları beyaz bir kurdeleyle bağlayıp “özgür” yazdı. Geçmiş böylece saygıyla korunuyor ama bugünü işgal etmiyordu.

Bir gün bahçeye inerken korkuluğa asılmış küçük bir zarf buldu. Dedesi yazmıştı: “Ben gidince beni kutularda arama; attığın adımlarda olacağım.” Elif anladı ki anı sadece nesnelerde değilmiş. Asıl soru da şuymuş: saklamak mı, bırakmak mı değil — her iki seçeneği de yaşamın parçası olarak kabul ederek nasıl devam edeceğini bilmekmiş.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News