Babası Öldüğünde, Mirasın Tamamı Hiç Kimsenin Bilmediği Bir Oğula Kaldı

Haber, güneşin doğmaktan yorulduğu gri bir sabah geldi.
Kasabanın en zengin adamlarından biri olan Beyefendi Eşref Demir, ölmüştü.
Yüksek duvarlı, eski taş malikânede üç meşru çocuk —Melis, Kerem ve Mert— avukatın etrafında toplandı.
Odanın havası parfüm ve gerginlik kokuyordu.
Kimse ağlamıyordu; herkesin beklediği tek şey vardı: vasiyetin okunması.
Avukat, saçları gümüşe dönmüş ciddi bir adamdı.
“Miras bırakanın isteği üzerine,” dedi kalın sesiyle, “tüm servet dördüncü bir oğula bırakılacaktır.”
Sessizlik bir yıldırım gibi düştü.
“Dördüncü mü?” diye sordu Melis, dudaklarını küçümsemeyle bükerek.
“Adı Deniz Kaya,” dedi avukat. “Küçük Ayvalı Mahallesi’nde yaşıyor. Burada… bahçıvan olarak çalışmış.”
Bakışlar dondu, ardından küçümseme dolu gülüşler geldi.
“Bahçıvan mı!” diye bağırdı Mert. “Babam tüm servetini çim biçen birine mi bıraktı?”
Ama kanun açıktı.
Vasiyet imzalı, mühürlü, noter onaylıydı.
Birkaç saat içinde kasabanın sosyal medyası kaynadı.
“Hangi gizli çocuk?” diye herkes konuşuyordu.
Ve Deniz, hâlâ babasının kim olduğunu bilmiyordu.
Deniz, dökülen sıvalı küçük bir evde annesiyle yaşıyordu.
Avukat kapıya geldiğinde, yaşlı kadın zar zor mektubu tuttu.
“Baban… Eşref Bey’di,” dedi adam sessizce. “Artık her şey senin.”
Deniz, şaşkınlık içinde kaldı.
Yıllar önce o evde bahçıvan olarak çalıştığını hatırladı —
Melis’in onu bir defasında gümüş bir saat çalmakla suçladığını…
Ve hiçbir açıklama yapılmadan kovulduğunu.
Şimdi kader gülüyordu.
Deniz malikâneye döndüğünde kimse onu beklemiyordu.
“Burada ne işin var?” diye homurdandı Kerem.
“Hakkım olanı almaya geldim,” dedi Deniz, sakin bir sesle.
Melis kahkaha attı.
“Sen mi? Bahçıvanın oğlu mu?”
“Hayır,” dedi Deniz gözlerinin içine bakarak.
“Sahibin oğlu.”
O an, odada ölüm sessizliği çöktü.
Avukat belgeleri gösterdi: DNA testleri, tanıklar, imzalar… her şey resmiydi.
Kardeşler bağırıp çağırırken, Deniz sessizce bahçeye yürüdü.
Yıllarca emek verdiği toprak artık onundu.
Günler sonra bir mektup bulundu.
Eşref Bey yazmıştı:
“Deniz, evimde karşılık beklemeden çalışan tek kişiydi.
Çocuklarım bollukta doğdu; o yoklukta.
Ama aralarında, beni insan olarak gören tek kişi oydu.”
Gençlik aşkı olan Deniz’in annesinin yıllar sonra ettiği itirafla gerçeği öğrenmişti.
Korkusunu yenememişti; son vasiyetinde kefaret aramıştı.
“Eğer bir korkak olduysam, vasiyetim cesaretim olsun.”
Melis ve kardeşleri itiraz etti ama kaybetti.
Deniz malikâneleri satıp, büyüdüğü mahallede bir okul kurdu.
Adını “Eşref Tohumu” koydu.
Gazeteciler “Neden?” diye sorduğunda, o sadece dedi ki:
“Bizi bölen mirası değil, bizi birleştiren fırsatı miras bırakmak istiyorum.”
Yıllar sonra Melis, gözleri yaşlı halde okula geldi.
“Nasıl affedebiliyorsun?” dedi.
Deniz gülümsedi:
“Çünkü affetmek, parası olmayanların sahip olabileceği tek lükstür.”
Tam o sırada çocuklar bahçeden bağırdı:
“Deniz hocam! Güller açtı!”
Deniz başını kaldırdı, sessizce gülümsedi.
Bir zamanlar kendi elleriyle diktiği güllerdi.
Ve rüzgâr, babasının son sözlerini fısıldadı:
“Bazen en mütevazı tohum, en beklenmedik bahçede filizlenir.”