Kör buluşma boştu; ta ki üç üçüz gelip, ‘Babam özür diliyor…’ diyene kadar.
.
.
Kör Buluşma ve Üç Küçük Melek
Heidelberg’in eski şehir bölgesindeki Neckar Nehri kıyısında yer alan küçük bir kafede, Hanna Müller yalnız başına oturuyordu. Ahşap masasında duran kahvesi çoktan soğumuştu. Camlardan süzülen akşam güneşi, taş döşeli sokakları altın rengine boyarken, nehrin hafif dalga sesleri kafenin içindeki huzurlu atmosferle birleşiyordu. Hanna, elindeki fincanın kenarını sinirle ovaladı ve telefonuna baktı. Saat 19:05’ti. Kör buluşması beş dakika gecikmişti.
En iyi arkadaşı Lena, onu bu buluşmaya ikna etmek için günlerce uğraşmıştı. “O farklı biri, Hanna,” demişti Lena, gözleri heyecanla parlayarak. “Lukas Fischer nazik, sıcakkanlı bir adam. Öyle bir gülümsemesi var ki, insanın içini ısıtıyor.” Hanna ise tereddüt etmişti. İki yıl önce nişanlısıyla olan ilişkisinin bitmesinden beri kalbini korumaya yemin etmişti. Ancak Lena’nın ısrarlarına dayanamayarak, uzun zamandır giymediği koyu yeşil elbisesini giyip bu buluşmaya gelmişti. Yine de şu anda masada otururken, bunun bir hata olup olmadığını sorguluyordu.
Kafenin kapısı açıldığında Hanna başını kaldırdı. Dudaklarında nazik bir gülümseme belirmişti, ancak yaklaşan kişi bir adam değildi. Üç küçük kız, beş yaşından büyük görünmeyen üçüzler, kararlı adımlarla Hanna’nın masasına doğru yürüdü. Sarı bukleleri her adımda zıplıyor, üzerlerindeki kırmızı kazaklarda küçük yıldız desenleri parıldıyordu. Büyük, parlak gözleriyle Hanna’ya baktılar; sanki onu yıllardır tanıyorlarmış gibi.
“Affedersiniz, siz Hanna mısınız?” diye sordu ilk kız, net ve kendinden emin bir sesle. Hanna, durumun ne kadar garip olduğunu bir an için unuttu. Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı, gülümsemesi soldu ve etrafına bakındı. Ona yardım edecek birini arıyormuş gibiydi. Ancak diğer müşteriler – köşede oturan yaşlı bir çift, kitap okuyan genç bir kadın – sadece meraklı bakışlarla izliyordu.
“Evet, ben Hanna’yım,” dedi temkinli bir şekilde, sesi biraz titreyerek. “Peki, siz kimsiniz?”
İkinci kız öne çıktı, ellerini beline koyarak. “Ben Clara, bu Elise ve bu da Sophie. Beş yaşındayız.” Beş parmağını havaya kaldırdı, sanki bu akşamın en önemli bilgisi buymuş gibi.
“Babamız geciktiği için buradayız,” diye ekledi Sophie, yumuşak ama kararlı bir sesle. “Hastanede bir acil durum oldu, ama geleceğine söz verdi.”

Hanna arkasına yaslandı, düşünceleri hızla akıyordu. Hastane, acil durum, çocuklar? Lena, Lukas’ın çocuklarından hiç bahsetmemişti, hele üçüzlerden hiç. “Babanız Lukas mı?” diye sordu ve üç küçük baş aynı anda onaylarcasına sallandı. “Evet,” dedi Elise, geniş bir gülümsemeyle. “Bize senden bahsetti.”
“Yani… doğrudan bize anlatmadı, ama teyzemiz Lena ile konuşurken onu dinledik,” diye ekledi Clara, gülerek. “Çok gergindi. Kravatını üç kez bağladı.”
Hanna istemsizce güldü. Bu kızlar, masal kitaplarından fırlamış gibiydi; parlayan gözleri ve sarsılmaz kararlılıklarıyla. Ama kafası hâlâ karışıktı. “Bir dakika,” dedi, sesi daha sert bir tona bürünerek. “Buraya yalnız mı geldiniz? Anneniz ya da size göz kulak olacak biri nerede?”
Üç kız birbirlerine baktı, sanki bir sır paylaşmış gibi. “Bizi buraya büyükannemiz getirdi,” dedi Clara dikkatlice.
“Ama burada olduğumuzu bilmiyor,” diye fısıldadı Sophie ve parmağını dudaklarına götürdü. “Babamızın izin verdiğini söyledik.”
Hanna’nın gözleri büyüdü. “Ne yaptınız siz?”
Tam o sırada kafenin kapısı tekrar açıldı ve gri saçlı, endişeli bir yüz ifadesine sahip bir kadın içeri girdi. “Clara, Elise, Sophie!” diye seslendi, sesi rahatlama ve panik karışımıydı.
“Anneanne!” diye bağırdı Sophie neşeyle ve kadına doğru koştu. Kadın, kızları hemen kollarına aldı. “Ne yapıyordunuz siz?” diye sordu, belli ki kızların büyükannesi olan bu kadın. “Böyle kaçamazsınız.”
Kadın, Hanna’ya döndü, yanakları kızarmıştı. “Çok özür dilerim,” dedi. “Ben Bayan Fischer, kızların büyükannesi. Bu küçük yaramazlar, Lukas’ın onları buraya gönderdiğini söylediler. Daha dikkatli olmalıydım.”
Hanna ellerini yatıştırıcı bir şekilde kaldırdı. “Sorun değil, gerçekten. Çok tatlılar.”
Kızlar, Hanna’nın karşısındaki sandalyelere tırmandılar, sanki bu dünyanın en doğal şeyiymiş gibi. “Babamızın seni unuttuğunu düşünmeni istemedik,” dedi Clara ciddi bir şekilde. “Bu sabah çok heyecanlıydı. Hatta pankekleri bile yaktı.”
Elise başını salladı. “Ve gömleğini yanlış ilikledi. Bunu sadece gergin olduğunda yapar.”
Sophie, Hanna’nın eline uzandı ve küçük, sıcak parmakları onun elini tuttu. “Buraya gelmek zorundaydık, çünkü babamız seni seviyor.”
Hanna’nın kalbi hızla atmaya başladı. Bu çocuklar sadece sevimli değil, aynı zamanda babalarını desteklemek için kararlıydılar. Bu, Hanna’yı hem duygulandırdı hem de kafasını karıştırdı.
“Bu çok tatlı bir düşünce,” dedi yumuşak bir sesle. “Ama neden sizin için bu kadar önemli?”
Clara, kardeşlerine baktı, onaylarını alır gibi bir an durduktan sonra konuştu. “Babamız her zaman bizim için burada,” dedi. “Bize kahvaltı yapar, okula götürür, yatmadan önce bize hikayeler okur. Ama bazen, bizi görmediğini düşündüğünde üzgün görünüyor.”
Elise başını salladı. “Annemiz gittiğinden beri eskisi kadar gülümsemiyor.”
Sophie, Hanna’nın elini daha sıkı tuttu. “Onun tekrar mutlu olmasını istiyoruz. Teyzemiz Lena, senin iyi biri olduğunu ve bize uyacağını söyledi.”
Hanna’nın boğazı düğümlendi. Bir kör buluşmanın böyle bir hal alacağını hiç beklememişti. Bu çocuklar, o kadar içten konuşuyorlardı ki, sözleri Hanna’nın kalbine dokundu.
“Anneniz…” diye başladı Hanna dikkatlice. Clara yanıt verdi, sesi sakin ama netti. “Annemiz kemancı, çok ünlü. Dünyanın her yerinde konserler veriyor.” Elise omuz silkti. “Onu bazen televizyonda görüyoruz.” Sophie ekledi: “Babamız, annemizin bizi sevdiğini ama hayallerini daha çok sevdiğini söylüyor.”
Hanna’nın kalbi sızladı. Bu çocuklar, yaşlarının çok ötesinde bir olgunlukla konuşuyorlardı. Lukas’ın, kendi acısına rağmen, kızlarına bu zarafeti nasıl öğrettiğini merak etti.
“Ve buraya geldiniz, benim gitmemem için mi?” diye sordu Hanna, dudaklarında bir gülümsemeyle.
“Tam olarak değil,” dedi Clara, yaramaz bir gülümsemeyle. “Önce seni tanımak istedik, iyi biri olup olmadığını görmek için.” Elise başını salladı. “Ve iyi birisin.” Sophie ışıl ışıl gülümsedi. “Babamız gelene kadar bizimle bekler misin? Çok uzun sürmez.”
Hanna tereddüt etti. Gitmeli, özür dileyip bu kaosu arkasında bırakmalıydı. Ama bu kızlarda bir şey vardı; umutları, cesaretleri onu yerinde tutuyordu. “Tamam,” dedi sonunda ve kahve fincanını kenara itti. “Ama bana büyükannenizi nasıl kandırdığınızı anlatmalısınız.”
Kızlar kıkırdadı ve büyükannelerini nasıl ikna ettiklerini, ardından nasıl gizlice kafeye geldiklerini anlatmaya başladılar. Büyükanneleri Bayan Fischer, başını sallayarak dinledi ama dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. “Bu üçü, babaları gibi inatçı ve yürekli,” dedi.
Hanna güldü ve sohbet, sanki yıllardır tanışıyorlarmış gibi akıp gitti.
Tam bu sırada, kafenin kapısı tekrar açıldı ve içeri aceleyle bir adam girdi. Saçları dağınık, kravatı eğriydi. Gözleri, odada birini arıyormuş gibi dolaştı ve sonunda köşedeki masaya takıldı. Üç küçük sarı bukleli kız, sıcak çikolata içerken bir kadınla oturuyordu.
“Babaaa!” diye bağırdı Sophie ve yerinden fırladı. Diğer kızlar da arkasından koştu. Adam, Lukas Fischer olmalıydı. Masaya yaklaştı, yüzünde hem utanç hem de rahatlama vardı. “Hanna,” dedi, sesi kısık. “Çok özür dilerim. Gelmek istedim ama hastanede bir acil durum oldu.”
Clara araya girdi. “Baba, o sana kızmadı. Her şeyi açıkladık.” Elise başını salladı. “Ve bizi seviyor.”
Sophie heyecanla ekledi: “Bize sıcak çikolata bile ısmarladı!”
Hanna, tekrar kahkaha attı. Artık gerginlik yerini sıcak bir samimiyete bırakmıştı. “Geç kaldın, Lukas Fischer,” dedi Hanna, gözleri parıldayarak. “Ama kızların harika temsilciler.”
.
https://youtu.be/gqBBZ4XR_e4?si=DEC5k7VKj4aQ6jnm