Yaşlı Antikacı ‘Alma’ Dedi Ama Dinlemedi | 3 Gün Sonra Herşey Değişti!

Yaşlı Antikacı ‘Alma’ Dedi Ama Dinlemedi | 3 Gün Sonra Herşey Değişti!

Kayıp Hikayeler Günlüğü

I. Başlangıç: Lanetli Eşya

Kemal o günlüğü hiç almamalıydı.

Yaşlı antikacının titreyen elleri, sararmış tırnakları hala gözünün önündeydi. “Alma,” demişti adam. Tek kelime. Net, keskin, uyarıcı. Ama Kemal dinlememişti. Şimdi, üç gün sonra, hayatında tanıdık tek bir şey kalmamıştı.

Geriye dönersek, sonbaharın puslu bir akşamıydı. İstanbul’un Balat semtindeki dar sokakların birinde, yarı karanlık bir antikacı dükkânının önünde durmuştu Kemal. 35 yaşındaydı. Bir zamanlar umut dolu olan gözlerinin altında artık mor halkalar vardı. Reklamcılıktaki işinden üç ay önce çıkarılmıştı. Cebinde son 100 lirası, kalbinde ise taşıyamadığı bir yalnızlık vardı.

Vitrindeki eski duvar saati dikkatini çekti. Akrep ve yelkovan durmuştu. Tıpkı kendi hayatı gibi. Zaman orada donup kalmıştı. Tam uzaklaşacakken dükkânın kapısı kendi kendine aralandı. Rüzgâr yoktu, kimse itmemişti. Kapı sadece açılmıştı.

“Bakmak ister misiniz?”

Ses içeriden gelmişti. Yaşlı, kırık ama nedense hipnotize edici bir sesti. Kemal irkildi. Dükkânın içi dışarıdan görülemeyecek kadar karanlıktı.

“Ben sadece…” Kemal duraksadı. Ne diyecekti? Parasının olmadığını mı? Sadece vakit geçirdiğini mi?

“Herkes bir şey arar,” dedi ses. Yaşlı bir adam belirdi karanlıktan. Gri saçları omuzlarına dökülmüş, sırtı zamanın ağırlığıyla kamburlaşmıştı. Ama gözleri; gözleri genç, dikkatli, neredeyse tehditkârdı. “Kimi para, kimi aşk, kimi anlam arar. Siz hangisini arıyorsunuz?”

Kemal’in boğazı kurudu. Adam sanki içini okuyordu. Dükkânın içine adım attığında, burun deliklerini ağır bir toz ve küf kokusu doldurdu. Ama başka bir şey daha vardı havada: Yanık kâğıt gibi acı ve metalik bir koku. Raflar, masalar, hatta yer bile eski eşyalarla doluydu. Her köşede bir hayatın kalıntısı duruyordu: Kristal vazolar, paslı anahtarlar, sararmış fotoğraflar, kırık oyuncaklar.

“Dikkatli olun,” dedi yaşlı adam arkasından. “Bazı eşyalar sadece eşya değildir. Bazıları anı taşır. Bazıları his, bazıları da…” Durdu. “Bazıları da bedel.”

Kemal’in ensesindeki tüyler diken diken oldu. Adam neden bu kadar gizemli konuşuyordu?

O anda rafların arasından bir kadın belirdi. Yirmili yaşların sonunda, belki otuzun başındaydı. Siyah saçları dağınık bir şekilde omuzlarına dökülmüş, yeşil gözleri loş ışıkta bile parlıyordu. Yüzü solgundu, elleri titriyordu. Göğsüne bastırdığı, eski deri ciltli bir günlük vardı.

“Bu ne kadar?” diye sordu. Sesi fısıltı gibiydi, sanki yüksek sesle konuşmaktan korkuyordu.

Yaşlı adam kadına baktı. Yüzündeki ifade değişti. Şefkat mi, acıma mı yoksa korku mu olduğu anlaşılamayan bir ifade. “O satılık değil, Elif Hanım.”

Elif. Kadının adı Elif’ti. Kemal ismi duyduğunda içinde garip bir sıcaklık hissetti.

“Ama vitrinde satılık yazıyor,” diye itiraz etti Elif. Günlüğü daha da sıkı kavradı. “Üç gündür geliyorum. Lütfen.”

“Hayır.” Yaşlı adamın sesi kesin ve sertti. “O günlük. Hayır. Alamazsınız. Almamalısınız.”

“Neden?” Elif’in gözleri dolmuştu. “İçinde ne var? Neden bu kadar korkuyorsunuz?”

Yaşlı adam derin bir nefes aldı. Kemal fark etmeden yaklaşmıştı onlara; bu sahne onu içine çekiyordu.

“Kırk yıl önce,” dedi yaşlı adam, “bu günlüğün bir sahibi vardı. Genç bir kadın… Âşık olmuştu. Ama âşık olduğu kişi…” Durdu. Eliyle alnını sildi. “O günlüğe yazdığı her şey gerçek oldu. Anlıyor musunuz? Yazdığı her şey.”

Elif gülümsedi. Acı bir gülümsemeydi bu. “İşte tam da buna ihtiyacım var.”

“Alma!” Yaşlı adam bağırmıştı. Dükkânın camları titredi. Kemal irkildi. Elif günlüğü daha da sıkı kavradı. “Alma diyorum sana. O günlük lanetli. Yazdığın gerçek olur ama… ama kontrol edemezsin. Yazarken ne düşündün, ne hissettin, bilinçaltında ne varsa hepsi gerçek olur. Hepsi.”

Sessizlik. Sadece yaşlı adamın hırıltılı nefesi duyuluyordu.

Elif başını salladı. “Risk almaya hazırım.”

“Hayır, hazır değilsin.” Yaşlı adam masaya yumruğunu vurdu. “Son sahibi, son sahibi sevgilisinin kendisini sonsuza dek sevmesini yazmıştı ve adam onu sevdi. O kadar çok sevdi ki, nefes alamaz oldu aşktan. Kalbi durdu fazla sevgiden. Anlıyor musun? Kalbi fazla sevgiden durdu.”

“Belki de,” dedi Kemal birden, ikisini de şaşırtarak, “bazen risk almaya değer.”

Yaşlı adam ona döndü. Gözlerinde bir tanıma, bir hatırlama ifadesi belirdi. “Sen… sen Kemal’sin değil mi? Ayşe’nin oğlu.”

Kemal’in kalbi durdu. Annesinin adını yıllardır duymamıştı. “Annemin bu dükkânla ne ilgisi var?”

Yaşlı adam sustu. Elif onlara bakıyordu. Günlük hala göğsündeydi.

“Annen,” dedi yaşlı adam sonunda, “bu günlüğün ilk sahibiydi.”

Kemal’in dizleri boşaldı. Elif günlüğü yere düşürdü. Deri cilt yere çarpınca sayfalar kendi kendine açıldı ve ikisi de gördü. Son sayfada bugünün tarihi yazılıydı. Altında da tek bir cümle:

Bugün oğlum günlüğü bulacak.

Kemal’in elleri titreyerek günlüğe uzandı. Annesinin el yazısıydı bu. 15 yıl önce ölen annesinin.

Elif geri çekildi. Gözleri günlük ile Kemal arasında gidip geliyordu.

“Bu… bu imkânsız,” dedi Kemal, sesi kısıktı. “Annem öldüğünde ben yirmili yaşlardaydım.”

“Bu günlük 40 yıllık,” diye tamamladı yaşlı adam. Omuzları çökmüştü. Yaşını daha da gösteriyordu. “Şunu annen 18 yaşındayken yazmış bunu. Hamile olduğunu yeni öğrendiğinde.”

Kemal sayfaları karıştırdı. Her biri annesinin hayallerini, umutlarını, korkularını barındırıyordu. Ta ki bir sayfada durdu:

Oğlum, büyüdüğünde başarılı bir reklamcı olacak. İyi bir eş bulacak, mutlu olacak ama 35’inde her şeyini kaybedecek ve buraya Rauf amcanın dükkânına gelecek. Günlüğü bulacak ve…

Yazı orada bitiyordu. Sanki annesi gerisini yazmaya korkmuştu.

“Rauf,” yaşlı adamın adı Rauf’tu demek. Kemal adama baktı. “Sen annemin ne olduğunu biliyordun. Neden bir şey yapmadın?”

Rauf başını salladı. “Yazdıkları gerçek oluyordu Kemal. Her şey. İyi de, kötü de. Annen seni yazdı ve sen oldun. Başarılı bir reklamcı oldun. Evlendin ve…” Durdu. “Ve her şeyini kaybettin. Tam yazdığı gibi.”

“Ben de yazmalıyım.” Elif’in sesi sessizliği böldü. Kemal ve Rauf ona döndü. Kadının yüzünde kararlı bir ifade vardı.

“Hayır!” Rauf masaya vurdu. “Görmedin mi? O günlük lanetli.”

“Lanetli değil,” dedi Elif. Sesi sakindi şimdi. “Sadece güçlü. Ve ben bu güce ihtiyacım var.”

“Neden?” diye sordu Kemal. “Neden bu kadar çaresizsin?”

Elif gözlerini kaçırdı. “Kızım,” dedi sonunda. “6 yaşında. Lösemi. Doktorlar… doktorlar üç ayı kalmadığını söylüyorlar.”

Sessizlik. Dükkânın eski saati bile tiklemiyordu.

“Onu kurtarabilirim,” diye devam etti Elif. “Bu günlükle onu kurtarabilirim. Yazarım, ‘Kızım iyileşecek’ diye. Ve olur!”

Rauf başını iki yana salladı. “Anlamıyorsun. Günlük, günlük yazdığını verir ama karşılığında bir şey alır. Her zaman dengelenir. Annen seni yazdı ama kocasını, babanı kaybetti. Bir adam sevgi yazdı, sevgilisi öldü. Bir kadın zenginlik yazdı…”

“Ne oldu ona?” diye sordu Kemal.

“Zengin oldu. Milyarder oldu ama bir gün uyandığında taş kesilmişti. Altına dönüşmüştü resmen. Midas gibi. Her dokunduğu değerli oluyordu ama hiçbirine dokunamıyordu artık.”

Kemal günlüğe baktı. Annesinin hayalleri, acıları bu sayfalardaydı ve bir kehanet: Kendisinin günlüğü bulacağı. Peki ya sonrası? Annesi ne yazmamıştı sonrasını?

“Ben alıyorum,” dedi birden. Hem Elif hem Rauf ona döndü.

“Delirdin mi?” diye bağırdı Rauf. “Sana alma dedim. Annenin başına gelenleri gördün.”

“Annem beni yazdı,” dedi Kemal. Sesi sakindi, kararlıydı. “Ben de belki başka bir şey yazabilirim. Belki… belki kaderimizi değiştirebilirim.” Elif’e döndü. “Senin kızın için yazacağım.”

Elif’in gözleri doldu. “Sen… sen tanımadığın birinin kızı için kendini riske atacak mısın?”

Kemal gülümsedi. Aylar sonra ilk kez gerçekten gülümsedi. “Zaten kaybedecek bir şeyim yok. İşim yok. Eşim beni terk etti. Param bitmek üzere. Ama belki…” Günlüğe dokundu. “Belki bir mucize yaratabilirim.”

Rauf derin bir iç çekti. “Sizi durduramam. Ama uyarıyorum. Her yazılan şeyin bir bedeli var ve o bedel…”

“Bedeli öderim,” dedi Kemal.

II. İlk Gün: Mucize ve Bedel

Yarım saat sonra Kemal evine döndüğünde günlük koltuğunun altındaydı. Elif’le telefon numaralarını değişmişlerdi. Yarın buluşup ne yazacağına karar vereceklerdi. Ama Kemal bekleyemedi.

Günlüğü açtı. Boş bir sayfa buldu. Annesinden kalma dolma kalemini aldı ve yazdı:

Yarın hayatımda güzel bir şey olacak.

Basit, tehlikesiz, genel. Kalemi bıraktı, bir şey olmadı. Günlük parlamadı, oda sallanmadı. Hayal kırıklığı içinde yatağa gitti.

Gece saat 03:00. Kemal telefon sesiyle uyandı. Ekranda tanımadığı bir numara vardı.

“Alo, Kemal Bey. Ben Merkez Bankası’ndan arıyorum. Babanızdan kalan bir hesap var. 15 yıldır işlem görmemiş. Faiziyle birlikte…”

Kemal doğruldu. “Ne kadar?”

“350.000 lira, efendim. Yarın şubemize gelirseniz…”

Kemal telefonu düşürdü. Eli titreyerek günlüğe uzandı. Kendi yazdığı satıra baktı: Yarın hayatımda güzel bir şey olacak.

Alt satırda kendi yazmadığı bir cümle beliriyordu yavaşça. Mürekkep henüz kurumamış gibi: Ama her güzel şeyin bir bedeli vardır.

Kemal panikledi ama aynı zamanda umut dolmuştu içi. Eğer bu kadar basit bir cümle işe yaradıysa…

Kalemi aldı. Elif’in kızını düşündü. Küçük, hasta, ölmek üzere olan bir çocuk.

Elif’in kızı Merve tamamen iyileşecek. Kanserden eser kalmayacak.

Yazdı ve bekledi. Bu sefer günlük ısındı. Sayfalar kendi kendine çevrilmeye başladı ve durduğunda Kemal’in yazdığının altında yeni satırlar belirdi:

Merve iyileşecek. Yarın sabah mucizevi bir şekilde tümörler yok olacak. Doktorlar açıklayamayacak. Ama karşılığında bir başka çocuk hasta olacak. Dengelenecek. Her zaman dengelenir.

“Hayır!” Kemal kalemi kaptı. Yazdıklarını karalamaya çalıştı. Ama mürekkep kurumuştu bile. Silinmiyordu, yırtılmıyordu.

Telefonu kaptı. Elif’i aramalıydı, uyarmalıydı. Ama saat 03:30’du. Ve ne diyecekti? “Kızını kurtardım ama başka bir çocuk ölecek” mi diyecekti?

Günlük parlıyordu hafifçe. Sanki canlıymış gibi. Sanki besleniyormuş gibi.

Kemal tekrar günlüğe baktı. Annesinin yazdığı sayfaya geri döndü. Bitmemiş cümle. Artık tamamlanmıştı. Annesinin yazmadığı kısım kendi kendine yazılmıştı: ve buraya Rauf amcanın dükkânına gelecek. Günlüğü bulacak ve üç gün içinde her şey değişecek. Ya herkesin hayatı kurtulacak ya da… ya da günlük sonunda onu da alacak.

Kemal’in kalbi durdu. “Onu da alacak,” derken annesini mi alması gibi?

Pencereden dışarı baktı. Şafak sökmek üzereydi. Birinci gün başlamıştı.

Telefon tekrar çaldı. Elif arıyordu. Saat sabah 05:00’ti.

“Kemal, Kemal! Hastaneden aradılar. Merve… Mervem…” Elif ağlıyordu ama bunlar mutluluk gözyaşları mıydı?

“Ne oldu Elif? Merve iyi mi?”

“Tümörler… tümörler yok olmuş. Tamamen yok olmuş. Ama Kemal, yan odadaki çocuk…”

Hat kesildi.

Kemal günlüğe baktı. Yeni bir yazı beliriyordu:

İlk gün. Mucize gerçekleşti. Bedel ödendi. İki gün kaldı.

Sabah 07:00. Kemal’in telefonu durmadan çalıyordu. Haberler, sosyal medya, her yer aynı hikâyeyle çalkalanıyordu. Mucize mi, lanet mi? Aynı hastanede bir çocuk iyileşirken diğeri gizemli şekilde hastalandı.

Kemal televizyonu açtı. Muhabir hastane önündeydi. “Doktorlar açıklayamıyor. 6 yaşındaki Merve K. terminal lösemi hastasıyken bir gecede tamamen iyileşti. Aynı saatlerde yan odada tedavi gören 5 yaşındaki Eren T. ise aniden lösemi belirtileri göstermeye başladı.”

Kemal televizyonu kapattı. Elleri titriyordu. Eren. Çocuğun adı Eren’di. 5 yaşında. Başka bir çocuğun hayatını mahvetmişti.

Kapı çalındı. Elif’ti. Gözleri şişmişti ağlamaktan ama yüzünde garip bir ifade vardı. Hem minnettarlık, hem suçluluk, hem de korku.

“Sen,” dedi Elif, “sen bir şey yaptın değil mi? Dün gece günlükle.”

Kemal cevap veremedi. Elif içeri girdi. Etrafına bakındı. Günlük masanın üzerindeydi. Açık, masum görünüyordu.

“Merve iyileşti,” dedi Elif. Sesi kısıktı. “Doktorlar mucize diyor ama yan odadaki çocuk Eren…”

“Biliyorum,” dedi Kemal.

“Onun annesiyle konuştum,” diye devam etti Elif. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. “Eren dün sabaha kadar sağlıklıydı. Sadece kırık kolu için yatıyordu. Ve şimdi… şimdi Merve’nin sahip olduğu her şeye sahip. Aynı tip lösemi, aynı evre, aynı her şey.”

Kemal günlüğü aldı. Elif’e yazdıklarını gösterdi. Kadın okudukça yüzü daha da beyazladı. “Bu… bu gerçek mi? Günlük gerçekten dengeliyor mu?”

“Rauf uyarmıştı,” dedi Kemal. “Her şeyin bir bedeli var diye. Ben sadece… ben Merve’yi kurtarmak istedim ama başka birinin…”

Şak! Elif Kemal’i tokatlamıştı. “Hakkın yoktu. Kimin yaşayıp kimin öleceğine karar vermeye hakkın yoktu!”

Sonra dizleri boşaldı, yere çöktü, hıçkırarak ağladı. “Ama aynı zamanda… kızım yaşıyor. Kızım yaşıyor senin sayende. Ben… ben ne hissedeceğimi bilmiyorum.”

Kemal’in telefonu tekrar çaldı. Tanımadığı bir numaraydı. “Kemal Bey, ben Kanal 7’den arıyorum. Hastanedeki mucize ile ilgili sizinle röportaj yapmak istiyoruz. Ne? Nasıl? Benim numaramı nereden?”

“Hastane kayıtları efendim. Dün gece Elif Hanım’la aynı saatlerde görüşmüşsünüz ve bazı tanıklar antikacı dükkânında…”

Kemal telefonu kapattı. Panikle Elif’e döndü. “Bizi takip ediyorlar. Eğer günlüğü öğrenirlerse…”

Kapı tekrar çalındı. Bu kez Rauf’tu. Yaşlı adam nefes nefeseydi. Yüzü kül gibiydi.

“Gazeteciler!” dedi. “Dükkânıma geldiler. Sorular soruyorlar. Günlüğü arıyorlar.” İçeri girdi. Günlüğü gördü. Hemen kaptı. “Yakmamız lazım! Hemen! Şimdi!”

“Hayır!” Elif ve Kemal aynı anda bağırmışlardı.

“Daha iki gün var,” dedi Kemal.

“Annenin yazdığına göre üç gün. Üç günde her şey değişecek yazmış,” diye tamamladı Rauf. “Ama nasıl değişecek? İyiye mi, kötüye mi?”

Günlük birden ısındı. Sayfalar kendi kendine çevrildi. Yeni bir yazı belirdi:

İkinci gün başladı. Denge bozuldu. Yeniden kurulmalı. Yazılmazsa alınan geri döner.

Üçü de yazıya baktı. “Ne demek bu?” diye sordu Elif.

Rauf’un yüzü daha da beyazladı. “Demek ki… demek ki her gün yazman gerekiyor. Yazmazsan yaptıkların geri alınıyor.”

“Yani,” dedi Elif sesi titreyerek, “Kemal bugün yazmazsa Merve tekrar…”

“Evet,” dedi Rauf.

Televizyon açıldı. Spiker özel haber anonsu yapıyordu. “Son dakika. Mucize çocuk Merve’nin durumunda ani değişim. Doktorlar tekrar…”

Elif televizyona koştu. Görüntüde Merve vardı. Hastane yatağında. Solgun, halsiz. “Sabah saatlerinde tekrar halsizlik belirtileri göstermeye başlayan Merve şu an gözetim altında. Doktorlar durumun geçici olduğunu umuyor…”

“Hayır!” Elif Kemal’e döndü. “Yaz! Hemen yaz!”

III. Son Seçim: Kurban

Kemal kalemi aldı. Eli titriyordu. Ne yazmalıydı? Kimi kurtarmalı? Kime zarar vermeliydi?

“Dur,” dedi Rauf. “Düşün. Günlük denge istiyor. Belki… belki kimseye zarar vermeden bir şey yazabilirsin.”

Kemal düşündü. Sonra yazdı:

Bugün biri hayatının aşkını bulacak, biri kaybedecek, biri zengin olacak, biri fakir. Ama kimse ölmeyecek, kimse hastalanmayacak.

Yazdı ve bekledi. Günlük tekrar ısındı. Altına yeni satırlar belirdi:

Kabul edildi. Ama hatırla, aşk da acıtır. Zenginlik de yalnızlaştırır. Her hediyenin bir bedeli vardır.

Saat öğlen olmuştu. Elif hala Kemal’in evindeydi. Merve’den haber bekliyordu. Telefon çaldı.

“Alo, Doktor Bey… Nasıl? Gerçekten mi? Tamamen mi?” Telefonu kapattı. Yüzü ışıl ışıldı. “Merve iyi. Tamamen iyi. Testler temiz!”

Ama sevinci uzun sürmedi. Televizyonda yeni bir haber vardı. “İş adamı Mehmet Yılmaz bu sabah tüm servetini kaybetti. Borsa çöküşü sonrası.”

Kemal haberi izlerken telefonu çaldı. Bankadan arıyorlardı. “Kemal Bey, sabah bahsettiğimiz hesapla ilgili bir problem var. Sistemde bir hata olmuş. Aslında öyle bir hesap yokmuş. Özür dileriz.”

“Kemal,” dedi Elif birden. “Sana bir şey söylemeliyim.”

Kemal ona döndü. Kadının yüzünde garip bir ifade vardı.

“Ben… ben seni tanıyorum. Yani daha önce tanıyordum. Ne? 10 yıl önce sen evliydin. Hatırladın mı? Eşin… Zeynep’ti adı.”

Kemal’in kalbi durdu. Eski karısının adını duymak…

“Ben,” dedi Elif, “Zeynep’in en yakın arkadaşıydım. Ve sana aşıktım. Hep aşıktım.” Sessizlik. “Zeynep senden boşandığında… ben… ben bunun olması için dua etmiştim. Ve şimdi… şimdi kızım hasta oldu. Belki bu benim cezamdı.”

Günlük tekrar parlıyordu. Yeni bir sayfa açıldı. Ama bu kez Kemal’in annesinin yazısıydı.

Oğlum, eğer bunu okuyorsan ikinci gün gelmiş demektir. Dinle beni. Günlük sadece yazdıklarını vermez. Senin gerçek arzularını, bilinçaltını, kalbinin derinliklerini okur. Elif’i seviyorsun değil mi? Onu hep sevdin. Zeynep’le evliyken bile…

Kemal’in nefesi kesildi. Bu doğru muydu?

Yazı devam ediyordu: Üçüncü gün, son gün, her şeyin değişeceği gün. Ya günlüğü yok edeceksin ya da günlük seni yok edecek. Ama unutma, bazen yok olmak yeniden doğmaktır.

Saat 23:00. Elif hala gitmemişti. Rauf uyuya kalmıştı koltukta. Kemal ve Elif balkondaydı. Şehrin ışıklarına bakıyorlardı.

“Yarın,” dedi Elif. “Son gün.”

“Evet.”

“Ne yapacaksın?”

Kemal günlüğe baktı. “Bilmiyorum. Annem bir seçimden bahsetmiş. Ya günlük yok olacak ya da ben…”

“Seni seçiyorum,” dedi Elif birden. “Eğer seçmem gerekirse seni seçiyorum.”

İlk kez, 10 yıl sonra ilk kez el tutuştular.

Saat gece yarısını vurduğunda günlük kendi kendine açıldı. Boş bir sayfa vardı ve yavaşça kelimeler belirmeye başladı:

Üçüncü gün. Son seçim. Aşk mı yoksa hayat mı? Kemal ve Elif yoksa Merve ve Eren? Herkes kurtulabilir. Ama Bedel. Bedel yazarın kendisi. Günlük bir kurban istiyor ve o kurban…

Elektrikler kesildi. Karanlıkta sadece günlük parlıyordu. Yeşilimsi, ürkütücü bir ışıkla.

Rauf uyandı, bağırdı. “Yakın onu! Hemen! Şimdi yakın!”

Ama çok geçti. Günlükte son kelime belirdi: Seçildi.

Kelime havada asılı kaldı. Karanlıkta günlüğün yeşil ışığı üçün yüzünü aydınlatıyordu. Kemal, Elif ve Rauf birbirlerine baktı.

“Kim?” diye fısıldadı Elif. “Kimi seçti?”

Günlük cevap verircesine yeni bir sayfa açıldı. Üç isim belirdi: Kemal: Yazarın kendisi. Elif: Kalbin seçimi. Merve: Masumiyetin bedeli.

“Hayır!” Elif dizlerinin üzerine çöktü. “Kızım, kızımı alamazsınız!”

“Dur!” Rauf ayağa kalktı. Yaşlı adamın gözlerinde Kemal’in daha önce görmediği bir kararlılık vardı. “Benim sıram geldi,” dedi. “40 yıldır bekliyorum zaten.”

Kemal ve Elif ona döndü. “Ne demek istiyorsun?” diye sordu Kemal.

Rauf derin bir nefes aldı. “Günlüğün ilk kurbanı benim karımdı. 40 yıl önce Ayşe’nin, senin annenin en yakın arkadaşıydı. Günlüğü ilk o kullandı.” Yaşlı adam günlüğe yaklaştı. Sayfa çevrildi. Çok eski bir sayfada durdu. Solmuş mürekkeple yazılmış satırlar: “Rauf’la sonsuza dek mutlu olacağız,” yazmıştı. “Ve mutlu olduk. Üç gün boyunca dünyanın en mutlu çiftiydik. Sonra… sonra günlük onu aldı. Kalp krizi dediler ama ben biliyordum. Günlük almıştı.”

“Bekle,” dedi Kemal birden. “Ya hepimizi kurtaracak bir şey yazarsam?”

“İmkansız,” dedi Rauf. “Günlük denge ister. Kazanan varsa kaybeden olmalı.”

“Peki ya…” Kemal’in gözleri parladı. “Kimse kazanmazsa, kimse kaybetmezse?”

Elif başını kaldırdı. “Ne demek istiyorsun?”

“Günlüğü yok edersek. Ama yazmadan önce değil, yazdıktan sonra.”

Kemal kalemi aldı. Elleri artık titremiyordu. Ne yapacağını biliyordu.

“Dur!” dedi Elif. “Ne yazacaksın?”

“Gerçeği,” dedi Kemal ve yazmaya başladı:

Ben Kemal, bu günlüğün son yazarı olacağım. Günlük beni alacak ama karşılığında herkesi serbest bırakacak. Merve sağlıklı kalacak. Eren iyileşecek. Elif mutlu olacak. Ve günlük durdu.

Elif elini tutmuştu. “Yazma,” dedi Elif. “Seni seviyorum. Seni yeni buldum. Yazma.”

“Yazmak zorundayım,” dedi Kemal. “Bu benim hikâyem. Annem beni bunun için yazdı.”

Günlük birden çılgınca sayfalar çevirmeye başladı. En son sayfada durdu, boştu. Sonra Kemal’in annesinin el yazısı belirmeye başladı. Ama bu taze mürekkeple yazılıyordu. Sanki annesi orada, o anda yazıyormuş gibi:

Oğlum seni çok seviyorum. Seni günlüğe yazdım çünkü var olmanı istedim. Ama şimdi anlıyorum ki seni yazmakla seni bu kadere mahkûm ettim. Özgür ol, günlüğü yak ama önce kendi finalini yaz.

Kemal gözyaşlarını sildi, yazmaya devam etti:

ve günlük sonsuza dek yok olacak. Ama beni almayacak. Kimseyi almayacak. Çünkü ben günlüğün yazarı değilim artık. Ben kendi hayatımın yazarıyım.

Yazdı ve kalemi bıraktı. Günlük titredi. Sayfalar çılgınca çevrildi. Kırmızı bir ışık yaydı. Sonra yeşil, sonra beyaz.

“Çekilin!” diye bağırdı Rauf. Günlük alev aldı. Ama normal bir ateş değildi bu. Mavi, soğuk alevlerdi.

Kemal’in yazdığı son satırlar havada belirdi. Işıktan harfler gibi: Kendi hayatımın yazarıyım.

Alevler Kemal’i sardı. Elif çığlık attı. Ona doğru koştu ama Rauf tuttu. “Bekle! Bak!”

Kemal yanmıyordu. Alevlerin içinde duruyordu. Gözleri kapalı, huzurlu. Günlüğün tüm sayfaları etrafında uçuşuyordu. Her sayfada bir hayat, bir hikâye, bir kader vardı ve hepsi yanıyordu, özgür oluyordu.

Alevler söndüğünde Kemal yerdeydi. Hareketsiz.

“Kemal!” Elif onun yanına koştu. Başını kucağına aldı. “Hayır, hayır lütfen…”

Rauf nabzını kontrol etti. “Yaşıyor ama…”

“Ama ne?”

“Değişmiş,” dedi Rauf. Kemal’in saçlarının bir kısmı bembeyaz olmuştu. Alnında, tam ortasında kalem şeklinde soluk bir iz vardı.

Kemal’in gözleri açıldı ama gözleri biri kahverengi, biri yeşildi artık.

“Elif,” dedi sesi değişmişti. Daha derin, daha bilgeceydi.

“Buradayım,” dedi Elif, ağlıyordu.

“Merve iyi. Hastaneden aradılar. Tamamen iyileşmiş. Eren de… Eren de iyileşiyormuş.”

Kemal ayağa kalktı. Yerde günlüğün külleri vardı ama küller arasında bir şey parlıyordu. Eğildi, aldı: Bir kalemdi. Annesinin dolma kalemi yanmamıştı.

“Bitti mi?” diye sordu Elif.

“Hayır,” dedi Kemal. “Yeni başlıyor.”

IV. Sonuç: Hikayelerin Yazarı

Rauf öne çıktı. Yaşlı adam gülümsüyordu. Yıllar sonra ilk kez gerçekten gülümsüyordu. “Günlük gitti. Ama sen…” Kemal’e baktı. “Sen artık farklısın. Hissediyorsun değil mi?”

Kemal başını salladı. “Her şeyi görüyorum. Her ihtimali, her seçimi. Günlük bende, içimde. Ama artık kontrol bende.”

Öğleden sonra üçü birlikte hastaneye gitti. Merve odasında oturmuş resim çiziyordu. Elif koşarak kızına sarıldı.

“Anne, bak sana resim yaptım.” Resimde dört kişi el ele tutuşmuştu: Elif, Merve, Kemal ve yaşlı bir adam. “Bu kim?” diye sordu Elif, Kemal’i göstererek.

“Kemal amca,” dedi Merve. “Rüyamda gördüm. Beni kurtardı. Hem de Eren’i, herkesi kurtardı.”

Yan odadan bir ses geldi. Eren’in annesi ağlıyordu ama bunlar mutluluk gözyaşlarıydı. “İyileşiyor! Doktor az önce söyledi. Oğlum iyileşiyor.”

Hastaneden çıkarken Kemal durdu. Gözleri bir an için tamamen beyaz oldu. Sonra normale döndü.

“Ne oldu?” diye sordu Elif endişeyle.

“Gördüm,” dedi Kemal. “Yarın birisi buraya gelecek. Hasta bir çocukla. Tedaviye para yetmeyecek. Ne yapacağız?”

Kemal gülümsedi. “Babamdan kalan para var ya… gerçek çıktı bu sabah. Hesap varmış. Onu kullanacağız.”

“Ama o senin paran,” dedi Rauf.

“Hayır,” dedi Kemal. “Artık hiçbir şey sadece benim değil. Günlük bana bir şey öğretti. Her kazanımın bir bedeli var. Ama ben bedelini başkalarına ödetmek yerine, kazanımımı başkalarıyla paylaşmayı seçiyorum.”

O gece Kemal evinde tek başınaydı. Annesinin kalemini aldı. Boş bir deftere yazmaya başladı. Ama bu sıradan bir yazı değildi. Bu bir hikâyeydi. “Bir varmış, bir yokmuş…” diye başladı. “İstanbul’un dar sokaklarında karanlık bir dükkânda yaşlı bir adam varmış ve bu adam hayatları değiştiren bir günlüğe sahipmiş.” Yazarken gülümsedi. Artık başkalarının kaderini yazmıyordu. Sadece hikâyeleri yazıyordu. Ve hikâyeler okuyanların hayatlarına dokunacak, onlara umut verecek, onları iyileştirecekti.

Pencereden dışarı baktı. Elif ve Merve karşı binadaydı. El sallıyorlardı.

Ertesi sabah gazete manşetleri çığlık çığlığaydı. “Çift Mucize: İki Çocuk Aynı Anda İyileşti!” Ama Kemal gazeteleri okumuyordu. O, Elif ve Merve ile kahvaltı yapıyordu. Rauf da onlara katılmıştı.

“Peki dükkâna ne olacak?” diye sordu Elif.

Rauf gülümsedi. “Açık kalacak. Ama artık lanetli eşya satmıyorum. Sadece hikâyeler satıyorum.”

“Hikâyeler mi?”

“Evet. Kemal yazacak, ben satacağım. İnsanların hayatlarını değiştiren ama kimseye zarar vermeyen hikâyeler.”

Merve elini kaldırdı. “Ben de hikâye yazabilir miyim?”

Kemal onun başını okşadı. “Tabii ki yazabilirsin. Ama unutma, her hikâyenin mutlu sonu olmalı.”

“Neden?”

“Çünkü,” dedi Kemal, yeni renkli gözleriyle gülümseyerek, “hayat zaten yeterince zor. Hikâyeler umut vermeli.”

Ve yaşlı adam günlüğü uzatırken son kez uyardı. Alma dedi ama genç kadın dinlemedi.

Kemal hikâyesini bitirdi. Karşısında oturan küçük kalabalık nefeslerini tutmuştu. Kütüphanenin loş ışığında onlarca çift göz ona bakıyordu.

“Sonra ne oldu?” diye sordu ön sıradaki küçük kız.

Kemal gülümsedi. Gözleri (biri kahverengi, biri yeşil) ışıldadı. “Sonra,” dedi, “Herkes kendi hikâyesini yazmayı öğrendi.”

Etkinlik bittiğinde Elif yanına geldi. Artık evliydiler. Kemal’in parmağındaki yüzük Rauf’un dükkânından alınmıştı. Lanetli değil, sadece eski ve güzel bir yüzük.

“Harika anlatmışsın,” dedi Elif yanağından öperek.

“Anne! Kemal Baba!” Merve koşarak geldi. Arkasında başka bir çocuk vardı: Eren. İki çocuk artık en yakın arkadaştı. Hastanedeki mucizeden sonra aileleri yakınlaşmış, çocuklar ayrılmaz olmuştu.

“Kemal Amca bize de özel hikâye anlatır mısın?” diye sordu Eren.

“Tabii,” dedi Kemal. “Ama önce Rauf Dedeye uğrayalım.”

Balat’taki dar sokak artık tanınmaz haldeydi. Rauf’un dükkânı “Kayıp Hikâyeler” adıyla ünlenmişti. Vitrininde artık lanetli eşyalar değil, eski defterler, mürekkep hokkaları ve kalemler duruyordu.

İçeri girdiklerinde Rauf bir müşteriyle konuşuyordu. Genç bir adamdı. Elinde eski bir fotoğraf tutuyordu. “Bu fotoğraftaki hikâyeyi arıyorum,” diyordu adam.

Rauf gülümsedi. “Her fotoğrafın bir hikâyesi vardır. Kemal, gel bakalım. Bu senin işin.”

Kemal fotoğrafa dokundu. Gözleri bir an için beyazlaştı. Gördü: Fotoğraftaki insanların hayatını, sevinçlerini, acılarını.

“Bu,” dedi, “1943 yılında çekilmiş. İstanbul’da, savaş yılları. Bu kadın hemşire, bu adam doktor. Savaşta yaralananları tedavi ediyorlardı. Âşık oldular ama…”

“Ama?” diye sordu genç adam nefesini tutmuştu.

“Evlenemediler. Adam cepheye gitti. Kadın bekledi. Adam döndüğünde…” Kemal durdu. “Yaşıyordu ve hala bekliyordu. Evlendiler, mutlu oldular. Sizin büyük büyük anne ve büyük babanız değil mi?”

Genç adamın gözleri doldu. “Evet! Nasıl bildiniz?”

“Hikâyeler,” dedi Kemal. “Nesiller boyu devam eder. Tıpkı sizinki gibi.”

O akşam dükkâna başka biri geldi. Yaşlı bir kadındı. Yüzü peçeyle örtülüydü. “Kemal’i görmeye geldim,” dedi. Sesi tanıdıktı ama…

Kemal öne çıktı. Kadın peçesini kaldırdığında herkes nefesini tuttu. Kemal’in annesine benziyordu ama bu imkânsızdı.

“Sen…” Kemal’in sesi titriyordu.

“Ben Ayşe’nin ikiz kardeşiyim,” dedi kadın. “Adım Fatma. Yurt dışındaydım. Ablam öldüğünde gelememiştim ama günlükten haberim vardı.”

Fatma teyze oturdu. Etrafına bakındı. “Ablam sana her şeyi anlatmamış Kemal.”

“Ne demek?”

“Günlük… Günlük aslında bizim aileye ait, yedi nesildir. Her nesilden biri günlüğün koruyucusu olur. Ablam seçilmişti. Ben kaçtım bu kaderden. Ama sen?”

“Ben ne?”

“Sen hem koruyucu hem de kırıcı oldun. Laneti kırdın ama gücü korudun. İşte bu yüzden gözlerin öyle. Sen artık köprüsün; eski ve yeni arasında.”

Fatma teyze çantasından eski bir kutu çıkardı. “Bu sana ait.”

Kemal kutuyu açtı. İçinde yedi tane kalem vardı. Her biri farklı dönemden, farklı metalden.

“Her kalem,” dedi Fatma teyze, “bir neslin hikâyesini taşır. Artık hepsi senin. Ama artık lanet yok. Sadece sorumluluk var.”

“Ne sorumluluğu?”

“Hikâyeleri korumak. İnsanların unuttuğu, kaybettiği, gömmek istediği hikâyeleri… Onları bulmak, yazmak, yaşatmak.”

O gece dükkânda tek başına kalan Kemal yedi kalemi dizdi önüne. Her birine dokunduğunda farklı hikâyeler gördü. Aşklar, savaşlar, kayıplar, bulunmalar. Son kaleme dokunduğunda farklı bir şey oldu. Kalem parladı ve havada yazı belirdi: Son sınav. Kendi sonunu yaz.

Kemal anladı. Bu gerçek testti. Kendi ölümünü, kendi sonunu yazabilecek miydi?

Kalemi aldı. Boş bir kâğıda yazmaya başladı:

Ben Kemal 90 yaşında sevdiklerimle çevrili huzur içinde öleceğim. Ama ölmeden önce 1000 hikâye yazacağım. Her hikâye bir hayata dokunacak. Kızım Merve büyüyüp doktor olacak. Eren mühendis olacak. Elif’le mutlu yaşlanacağız. Rauf durdu. Rauf görmek istediği her şeyi görecek kadar yaşayacak.

Yazdıkları havada parlayıp kayboldu. Sonra yeni yazılar belirdi:

Kabul edildi. Ama unutma, sen yazmıyorsun artık. Sen yaşıyorsun. Her gün bir sayfa, her sayfa bir seçim. Kader değil, özgür irade.

Kalemler bir bir söndü. Sonra normal kalemler gibi durdular. Kemal gülümsedi. Artık günlüğün laneti yoktu. Sadece bir hediye vardı. Hikâyeleri görme, anlama ve anlatma hediyesi.

Ertesi sabah Kemal uyandığında Elif yanındaydı. Merve yatağa atlamış, “Günaydın baba!” diye bağırıyordu.

Kahvaltıda Rauf geldi. Yaşlı adam gülüyordu. “Ne oldu Rauf Amca?” diye sordu Elif.

“Bu sabah,” dedi Rauf, “40 yıl sonra ilk kez karımı rüyamda gördüm. Gülümsüyordu. ‘Aferin’ dedi bana. ‘Sonunda öğrendin.’”

“Neyi öğrendin?” diye sordu Merve.

“Bırakmayı,” dedi Rauf. “Geçmişi bırakıp geleceğe bakmayı.”

O akşam Kemal yeni bir hikâye yazmaya başladı. Gerçek bir hikâye. Kendi hikâyelerini. “Bir varmış, bir yokmuş… Hayalleri kırılmış bir adam varmış. Ama bazen hayallerin kırılması, yeni hayallere yer açarmış.”

Yazarken pencereden dışarı baktı. İstanbul’un ışıkları yanıyordu. Her ışık bir ev, her ev bir hikâye.

Elif arkadan sarıldı ona. “Ne yazıyorsun?”

“Bizi,” dedi Kemal. “Gerçek bizi. Lanetin değil, seçimin hikâyesini.”

“Mutlu son mu?”

Kemal döndü. Karısının yeşil gözlerine baktı. Kendi gözleri (biri kahverengi, biri yeşil) gülümsüyordu.

“Hayır,” dedi. “Mutlu başlangıç.”

Ve Kemal haklıydı. O günden sonra Kayıp Hikâyeler Dükkânı bir efsane oldu. İnsanlar kayıp umutlarını, unutulmuş hayallerini, yarım kalmış hikâyelerini bulmaya geliyorlardı. Kemal hepsini dinler, bazen yazar, bazen sadece anlatırdı. Ama asla, asla kimsenin kaderini yazmazdı. Çünkü öğrenmişti: Herkes kendi hikâyesinin yazarıdır ve en güzel hikâyeler kalemle değil, yürekle yazılır.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News