Babası ‘Kimse Almaz Seni’ Deyip Dağdaki Çobana Verdi – 6 Ay Sonra Kız Ayrılmak İstemedi!

Babası ‘Kimse Almaz Seni’ Deyip Dağdaki Çobana Verdi – 6 Ay Sonra Kız Ayrılmak İstemedi!

Yayla’nın Şifacı Kızı

Bölüm Bir: Utancın Yükü

Bursa’nın Keles ilçesinde, Hüseyinoğlu Konağı’nın altın yaldızlı salonları, kristal avizelerin ışıltısıyla Türkiye’nin en zengin ailelerinden birinin ihtişamını yansıtıyordu. Yıl 1955’ti.

Ayşe, 24 yaşındaydı. Tombul bedeni, dolgun yanakları ve bal rengi gözleriyle, 15 yaşından beri ailesinin utancı olmuştu. Toplum karşısına ilk kez çıktığı andan itibaren tek bir talip bile bulamamıştı.

Annesi Fatma Hanım, mermer balkondan bahçedeki kızını izlerken zehirli damlalar gibi sözler fısıldıyordu: “Şu kıza bakın, yine tatlı tıkınıyor. Onun konumundaki bir hanımefendi kendini kontrol etmesini bilmeli.”

Sözler, Ayşe’nin zaten yaralı kalbine iniyordu. Kız, kimse görmediğinde mutfağa girip tatlı çalarken ve babaannesinin yasaklanmış kitaplarını okurken teselli bulmayı öğrenmişti. Bu kitaplar, ona şifalı otların gizemli dünyasını fısıldıyordu.

Hüseyin Ağa, altmışlarında, ailesinin imparatorluğunu kurmaya ömrünü adamış ak saçlı bir adamdı. Diğer beş çocuğu ailenin hem servetini hem de siyasi nüfuzunu artıran evlilikler yapmıştı. Ancak Ayşe, her geçen bekar yılıyla birlikte büyüyen bir yük haline gelmişti.

O sezonun büyük düğün gecesi, son ve çaresiz bir fırsat olarak görüldü. Fatma Hanım, paranın satın alabileceği en pahalı elbiseyi diktirmişti. Mavi atlas kumaştan, altın tel işlemeli bu gösterişli kıyafetin, Ayşe’nin tombul bedeninden dikkatleri dağıtabileceğini umuyordu.

Ama Ayşe, konağın mermer merdivenlerinden büyük salona indiğinde, fısıltılar ve acıma dolu bakışlar ruhuna hançer gibi saplandı. Genç Tarık Bey’in, sesini alçaltma gereği bile duymadan söylediği sözler buz gibiydi: “Böyle bir fil ayağıyla kim dans etmek ister ki?” Gençler, Ayşe’nin aşağılanmasını zalim bir eğlence kaynağı olarak görmüşlerdi.

Tüm gece, Ayşe yaşlı hanımların yanında oturdu. Hiçbir erkek ona yaklaşmadı. Sedef yelpazesi ellerinde hafifçe titriyordu; saygın bir gülümseme takınmaya çalışsa da, içi parça parça oluyordu.

Bölüm İki: Dağlara Sürgün

Düğün sona erip aile altın yaldızlı arabalarıyla eve döndüğünde, sessizlik her türlü azar sözünden daha ağırdı. Ertesi gün, Hüseyin Ağa kızını makamına çağırdı. Hukuk kitapları ve mülk haritalarıyla kaplı duvarlar, Ayşe’nin kaderini değiştirecek konuşmanın sessiz tanıkları oldu.

Ağa, ağır meşe bastonuyla odada bir aşağı bir yukarı yürüyor, bastonun ritmik vuruşu zeminde yankılanıyordu.

“Ayşe,” diye başladı, gözlerine bakmadan. “Yirmi dört yaşındasın. Senin yaşında annen üç çocuk doğurmuş ve bu aileye fayda sağlayan ittifaklar kurmuştu. Ama sen…” Eliyle ona doğru belirsiz bir işaret yaptı. “Sen başarısız bir yatırım, Hüseyinoğlu soyadına bir utanç oldun.”

“Kesin bir çözüm bulma zamanı geldi,” diye devam etti babası. “Yarın bir adam gelecek. Dağlarda yaşayan bir çoban. Devlet onu sınır bölgesinde kontrol altında tutmak istiyor. Yetkililer teklifimi kabul etti. Bu adama eş olarak verileceksin. En azından bir işe yarayacaksın, sorunlu bir adamı sakinleştirmeye.”

Ayşe’nin dünyası sallandı. Titreyerek mırıldandı: “Baba, ciddi misiniz?”

“Tamamen ciddiyim,” diye yanıtladı buz gibi bir soğuklukla. “Bana hiçbir şey katmayan bir kızı daha fazla tutmaya devam edemem. En azından bu şekilde varlığının bir amacı olacak. O çobanı kontrol altında tutacaksın ve sonunda sen de bir koca sahibi olacaksın. Bir köylü de olsa.”

O gece Ayşe, deri bavuluna birkaç kişisel eşyasını koyarken yıllardır ilk kez ağladı. Ama gözyaşlarının acısı ve aşağılanması arasında, beklenmedik bir şey filizlenmeye başladı: Tuhaf bir özgürleşme hissi. Hayatında ilk kez, hor gören bakışlardan, zalim yorumlardan ve sürekli başarısızlık hissinden uzakta olacaktı.

Ertesi sabah şafakta araba aile konağından uzaklaşırken Ayşe arkasına bakmadı. Bilinmeyene doğru gidiyordu ve orada, hayal bile edemeyeceği bir karşılaşmayla buluşacağını bilmiyordu.

Bölüm Üç: Çoban ve Mahkum

Yayla toprakları, öğlen güneşinin acımasız sıcağı altında uzanıyordu. Kayalık arazi ve ufukta yükselen Uludağ, Ayşe’nin bildiği şehir hayatından bambaşka bir dünyaydı.

Tozlu araba, Ayşe’nin yeni evi olacak toprak damlı evin önünde durduğunda, genç kadın bacakları titreyerek indi. Atlas elbisesi, şehrin salonları için uygundu, ancak bu çorak arazide gülünç derecede yersiz duruyordu.

Yusuf, evin gölgesinden bir görüntü gibi çıktı. Otuzlarında, uzun boylu ve güçlü bir adamdı. Güneşte bronzlaşmış teni ve omuzlarına dökülen siyah saçlarıyla etkileyiciydi. Koyu gözlerinde, yaşadığı hem zaferin hem de trajedinin derinliği vardı.

Bakışları Ayşe’ye kaydığında, genç kadın sanki dışarıdan bir yargıç tarafından değerlendiriliyormuş gibi hissetti. Yusuf, ağır aksanıyla yanındaki yüzbaşıya sordu: “Bu mu bana gönderilen kadın?” Sesinde inanılmazlık vardı.

“Başka seçeneğin yok, Yusuf,” dedi yüzbaşı sert bir ifadeyle. “Bu kadın anlaşmanın bir parçası. Ona saygıyla davranacaksın. Yoksa askeri karakola geri dönersin.”

Tehdit havada asılı kaldı ve her iki mahkumun da aynı şeyi anladığı belliydi. Ayşe, ilk kez konuşma cesaretini buldu. Hiçbirinden beklenmeyen bir onurla açıkladı: “Ben de buraya gelmek istemedim. Ama işte buradayız, ikimiz de. Bir şekilde bunu çalıştırmamız gerekecek.”

Sözleri doğrudan ve kendini acımadan söylenmişti. Yusuf, onu yeni bir dikkatle süzdü.

Yüzbaşı gittikten sonra, Ayşe ve Yusuf, çöl kadar geniş, rahatsız edici ama keşfedilmemiş olasılıklarla dolu bir sessizlikte yalnız kaldılar.

“Bu gerçek bir evlilik olmayacak,” dedi Yusuf sonunda, kollarını çıplak göğsünde kavuşturarak. “Sen, hükümetin bana dayattığı bir şeysin. Beni daha fazla aşağılamak için kullandıkları bir yol.”

“Anlıyorum,” diye yanıtladı Ayşe, kendi sakinliğine şaşırarak. “Ben de bunu seçmedim. Ailem benden kurtulmak için beni buraya gönderdi. Sanırım ikimiz de farklı şekillerde mahpusuz.”

Bu sözler Yusuf’a çarptı ve genç kadını ilk kez gerçekten gördü.

Bölüm Dört: Ortak Zemin

İlk günler, çatışmadan kaçınmak için yapılan dikkatli bir dansı andırıyordu. Yusuf erkenden dışarı çıkıyor, avlanmak veya küçük tarlasında çalışmak için gidiyordu. Ayşe ise evde kalıyor, yeni yuvasını keşfetmeye ve çok farklı bir yaşama alışmaya çalışıyordu.

Ev sade ama işlevseldi. Bir gün mutfakta kuruyan şifalı otları bulduğunda, Ayşe ile beklenmedik bir bağlantı noktası keşfetti. Hemen birkaç bitkiyi tanıdı; babaannesi ona aile bahçesinde göstermişti: papatya sinirleri sakinleştirmek için, kekik yaraları iyileştirmek için, söğüt ağrıyı dindirmek için. Düşünmeden, şifalı özelliklerine göre düzenlemeye başladı.

O akşam Yusuf eve döndüğünde durdu. “Şifalı bitkiler hakkında nasıl biliyorsun?” diye sordu, yaptığı işi incelemek için yaklaşarak. Sesindeki düşmanlık kaybolmuştu.

“Babaannem evlenmeden önce şifacıydı,” diye açıkladı Ayşe, kurumuş yapraklara nazikçe dokunarak. “Bana gizlice öğretti. Annem bunu toplum kadını için uygun görmüyordu. Ama her zaman insanlara yardım etme fikri beni büyüledi.”

Yusuf ilk kez ona saygıya benzer bir şeyle baktı. “Bu bitkileri av yaraları ve küçük hastalıkları tedavi için kullanıyorum ama bazılarını nasıl doğru hazırlayacağımı bilmiyorum,” dedi. Duraksadı, sanki sözlerini dikkatle tartıyormuş gibi. “Bana öğretebilir misin?”

Bu basit soru, ikisi arasındaki ilişkinin ince ama derin bir dönüşümünün başlangıcı oldu.

Takip eden haftalarda Ayşe ve Yusuf, öğleden sonralarını şifalı bitkilerle çalışarak geçirdiler. Yusuf ona dağ bitkilerinin özel özellikleri hakkında öğretirken, Ayşe babaannesinden öğrendiği hazırlama tekniklerini paylaşıyordu. Elleri, bazen merhemler ve tentürler hazırlarken değiyor, farkına bile varmadan yakınlaşan, kazara samimi anlar yaratıyordu.

Bir öğleden sonra, güneş yanığı için merhem hazırlarken Ayşe kişisel bir soru sormaya cesaret etti: “Yakalanmadan önce aileniz var mıydı?”

Yusuf uzun bir süre hareketsiz kaldı. “Bir karım vardı,” dedi sonunda, sesi yoğun bir hüzünle yüklü. “Adı Zehra’ydı. Askerler köyümüze saldırdığında öldü. Bu yüzden savaşta bu kadar dikkatsiz oldum. Artık kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.”

Ayşe başını kaldırıp adamın gözlerindeki ham acıyı gördü. Düşünmeden elini uzattı ve yumuşakça onunkine dokundu. “Çok üzgünüm,” diye mırıldandı. “Böyle bir aşka ilham vermek için çok sevdiğiniz bir kadın olmalıydı.”

“Öyleydi,” diye yanıtladı, elini çekmeden. “Küçük, narin, hep gülümsüyordu. Seninle tam tersi.” Aniden durdu, ne söylediğini fark ederek.

“Şişko benim,” diye tamamladı Ayşe, üzgün ama acı olmayan bir gülümsemeyle. “Sorun değil. Tam olarak nasıl bir kadın olduğumu ve olmadığımı biliyorum. Bütün hayatım boyunca o gerçeklikle yaşadım.”

Yusuf onu yeni bir yoğunlukla inceledi. “Ailen sana kötü davrandı mı?”

“Bana sürekli bir hayal kırıklığı gibi davrandılar,” diye yanıtladı Ayşe vahşi bir dürüstlükle. “Hatırladığım kadarıyla hep işe yaramayan, şişko kız oldum. Tek değerim taşıdığım soyadımdı ve bu bile bir koca bulmama yetmedi.” Yılların acısıyla gelişen bir kabulle omuz silkti.

O gece her biri ayrı odasına çekildiğinde, her ikisi de yeni bir anlayışla ayrıldılar. Sadece yabancılar olarak zorla birlikte yaşamaya mahkum olmamışlardı; iki yaralı insan olarak, belki de birbirlerinin toplumunda teselli bulabilirlerdi.

Bölüm Beş: Gerçek Aşk Yayla’da Filizleniyor

Aylar, hem çöl manzarasına hem de onları orada yaşamaya zorlayan iki kalbe ince ama derin bir dönüşüm getirerek geçti.

Ayşe, Yayla’da yaşamın rutinine yerleşmişti. Sürekli çalışmak tenini bronzlaştırmış ve bedenini güçlendirmişti. Kilo vermişti, annesinin dayattığı sıkı diyetler yüzünden değil, aktif bir yaşam ve basit, besleyici yemekler sayesinde.

Ama herhangi bir fiziksel değişimden daha önemlisi, gözlerindeki yeni ışıktı. Hayatında ilk kez gerçekten yararlı hissetmişti. Yakındaki köylerden çobanlar ve dağda yaşayanlar yaralandıklarında veya hastalandıklarında ona gelmeye başlamıştı. Ayşe, eski bilgiyi yeni şifa teknikleriyle birleştirerek, tek başına hiçbirinin yapamayacağından daha etkili tedaviler geliştiriyordu.

“Şehirli kadın iyileştiriyor, başkalarının yapamadığını yapıyor,” diyorlardı çobanlar köylerine döndüklerinde.

Yusuf bu değişimleri gurur ve daha adını koyamadığı derin bir şeyle izliyordu. Hükümetin dayattığı kadın, vazgeçilmez bir varlık haline gelmişti. Her geçen gün, onun gücüne, şefkatine ve adapte olma kapasitesine hayran olmanın yeni nedenlerini buluyordu.

Bir dolunay gecesi, Ayşe yaşlı bir kadının artriti için merhem hazırlarken Yusuf evlerine taze av etiyle döndü. Yemekten sonra dışarı çıktılar ve eve yakın bir kayanın üzerine oturdular. Ay, yaylayı gümüş ışığa boyadı.

“Eski hayatını özlüyor musun?” diye sordu Yusuf aniden.

“Babaannemi özlüyorum,” diye yanıtladı Ayşe düşünceli bir şekilde yıldızlara bakarak. “Beni sadece bir hayal kırıklığı olarak görmeyen tek kişiydi. Ama geri kalanı… Hayır, her gün yararsız hissetmeyi özlemiyorum. Acıma dolu bakışları ya da zalim yorumları. Burada hayatımda ilk kez bir amacım olduğunu hissediyorum.”

“Ben de eski hayatımı özlüyorum,” diye itiraf etti Yusuf. “Dağlarda özgürce at sürme, istediğim yerde avlanma özgürlüğünü… Ama artık yalnızlığı özlemiyorum.” Duraksadı, sesi daha yumuşak oldu. “Zehra’yı kaybettikten sonra uzun süre kalbimin onunla birlikte öldüğünü düşündüm. Hiç kimse için bir daha asla hissedemeyeceğimi.”

Ayşe ona döndü, kalbi hızla atıyordu.

“Ama sen…” diye devam etti Yusuf. “Hayatıma beklenmedik bir şey getirdin. Her sabah bahçende çalışırken seni görmeyi bekliyorum. Bana bir şey getirdin ki, onu kaybettiğimi düşünmüştüm. Bana umut getirdin.”

Gözyaşları Ayşe’nin yanaklarından süzüldü, ama bu sefer mutluluk gözyaşlarıydı. O da aynı şeyi hissediyordu. Yavaşça elini uzattı, Yusuf onu güçlü ama nazik parmaklarıyla aldı.

“Zehra’yı hep seveceğim,” dedi Yusuf sakin bir kesinlikle. “O benim ilk aşkımdı. Kalbimde her zaman bir yer olacak. Ama şimdi anlıyorum ki insan kalbi tek bir kişi için ayrılmış değildir. İkiden fazla sevebilir. Sen Ayşe’sin. Ruhum en karanlık olduğunda gelip beni kurtaran kadın. Bana hayatın sadece hayatta kalmaktan daha fazlası olduğunu öğreten kadınsın.”

Bu sözler, Ayşe’nin göğsünde bir şeyin kırıldığını hissettirdi. Tüm yaşamı boyunca yetersiz, değersiz hissetmişti. Şimdi karşısında duran bu adam, toplumun en dışlanmış kabul ettiği adam, onu hiç kimsenin görmediği şekilde görüyordu.

Öne eğildi ve dudakları ay ışığı altında buluştu. İlk öpücükleri, aylar boyunca bastırdıkları duyguların patlamasıydı.

Bölüm Altı: Düğün ve Geri Dönüş

Yusuf, Ayşe’yi geleneksel bir törenle evlenmek istedi. Kendi halkının önünde Ayşe’yi karısı ilan etmek istiyordu. Tören hazırlıkları başladı. Topluluktan kadınlar Ayşe’ye yardım ettiler, geleneksel kıyafetler diktiler, saçını nasıl öreceğini öğrettiler. Ayşe, hayatında ilk kez bir topluluğun parçası gibi hissediyordu; kabul görmüş ve sevilmişti.

Tören, dolunay gecesi yapıldı. Topluluk toplandı; yaşlılar, gençler, çocuklar, herkes oradaydı. Yusuf, Ayşe’nin elini tuttu, gözlerinin içine baktı. “Sen benim ruhuma geldin, en karanlık zamanımda bana ışık getirdin. Seni sonsuza kadar seveceğim.”

Ayşe gözyaşları içinde gülümsedi. “Sen beni ilk kez değerli hissettirdin. İlk kez sevildiğimi hissettirdin. Seninle sonsuza kadar kalacağım.”

O geceki şenlikte, Ayşe hayatında ilk kez gerçek bir düğün yaşadı. Dışlanmış biri olarak değil, kutlanan biri olarak.

Aylar mutluluk içinde geçti. Bir gün, yüzbaşı ve iki askeri Yayla’ya geldi. Resmi ziyaretler genellikle kötü haber getirirdi.

“Yusuf,” dedi yüzbaşı ciddi bir sesle. “Ankara’dan emir geldi. Projemiz başarılı görülüyor. Başka bölgelere genişletilecek. Ancak önce denetim yapılacak. Müfettişler gelecek.” Yusuf’un içi rahattı, saklayacak bir şeyleri yoktu.

“Bir şey daha var,” diye devam etti yüzbaşı. “Senin karın şehirli bir aileden. Babası Hüseyin Ağa vefat etmiş. Annesi Fatma Hanım kızını görmek istiyor. Yayla’yı ziyaret edecekmiş.”

Bu haber Ayşe’yi şok etti. Babası ölmüştü ve annesi geliyordu.

Bir hafta sonra, görkemli bir araba yaylaya geldi. Fatma Hanım indi. Yanında hizmetçiler ve Ayşe’nin erkek kardeşi Mehmet vardı. Fatma Hanım etrafına baktı; basit evlere, çobanlara, dağlara. Yüzünde tiksinti ifadesi vardı.

Sonra Ayşe’yi gördü ve dondu. Karşısında duran kadın kızı değildi sanki. Bronz ten, güçlü beden, parlak gözler. Şehirdeki o korkak, ezik kızdan eser yoktu.

“Anne,” dedi Ayşe sakin bir sesle. “Hoş geldiniz.”

“Sen… sen çok değişmişsin,” dedi Fatma Hanım.

“Evet,” diye onayladı Ayşe. “Değiştim. Burada kendim olmayı öğrendim.”

Mehmet öne çıktı, Yusuf’a baktı küçümseyerek. “Sen misin kız kardeşimin kocası? Bir çoban.”

Yusuf dik durdu. “Evet ben Yusuf. Ve karım hakkında kötü konuşursan bu konuşma buraya kadar gelir.” Mehmet, Yusuf’un bakışındaki tehlike ve güçten şaşırdı, geri çekildi.

Evde oturdular. Fatma Hanım konuştu: “Baban öldüğünde seni çağırmadık. Çünkü utanıyorduk seni bir çobana verdiğimiz için. Ama sonra haberler geldi. Sen burada bir şifacı olmuşsun. İnsanlara yardım ediyormuşsun.”

“Evet,” dedi Ayşe. “Burada buldum kendimi. Burada değerliyim.”

Fatma Hanım’ın gözleri doldu. “Ayşe, özür dilerim. Ben kötü bir anne oldum. Seni sevmek yerine değiştirmeye çalıştım. Seni olduğun gibi kabul etmek yerine kusurlarını saydım ve sonunda seni buraya sürdüm. Ama şimdi görüyorum. Seni kaybettim diye ağlarken aslında sen kazanmışsın. Bir hayat, bir aşk, bir amaç. Benim sana veremediğim her şey.”

Ayşe şaşırdı. Annesi özür diliyordu. “Anne,” dedi yumuşakça, “ben artık kızgın değilim. O acı beni buraya getirdi. Yusuf’a getirdi. Eğer siz beni sürmeseydiniz belki hiç mutlu olamazdım.”

Fatma Hanım ağladı ve kızına sarıldı. “Affeder misin beni?”

“Affediyorum,” dedi Ayşe. “Ama artık geri dönmeyeceğim. Benim yerim burası. Yusuf’un yanı.”

O sırada kapı açıldı. Topluluğun en yaşlısı ve en saygın kişisi içeri girdi. Fatma Hanım’a dedi ki: “Kızınız buraya geldiğinde biz de şüpheliydik. Şehirli, nazlı, işe yaramaz diye düşündük. Ama yanıldık. O kadın hayat kurtardı. Çocukları, yaşlıları iyileştirdi. Toplumumuza bereket getirdi. Kızınızı bizden alamazsınız. Çünkü o artık bizden biri.”

Fatma Hanım başını eğdi. “Almak istemiyorum,” dedi. “Sadece görmeye geldim ve gördüm ki kızım sonunda yerini bulmuş. Saygı duymalıyız.”

Bölüm Yedi: Umut ve Sonsuzluk

Ailesi gittikten kısa bir süre sonra müfettişler geldi ve projeyi başarılı buldular. Ayşe’nin şifa çalışması örnek gösterildi.

O gece Ayşe, Yusuf’a döndü: “Bir şey söylemem lazım. Ben hamileyim.”

Yusuf dondu, sonra Ayşe’yi kucağına aldı, havada döndürdü. “Hazır değil miyim? Ben en hazır adamım! Senin bebeğini istiyoruz. Bizim bebeğimizi.”

Yıllar geçtikçe Ayşe ve Yusuf’un kurdukları şifalı ot kliniği etrafında müreffeh bir topluluk gelişti. Ayşe, bölge çapında tanınan bir şifacı oldu.

    yaş gününde Yusuf ona bir sürpriz hazırladı. Yayla’nın en yüksek tepesine, sadece ikisinin bildiği o kayaya götürdü. Ayşe, Yusuf’un elini tuttu. Tepede, ay ışığı altında, Yusuf’un elleriyle inşa ettiği küçük, tahtadan bir bank duruyordu. Bankın sırtına, kaba ama sevgi dolu bir el yazısıyla şunlar kazınmıştı:

Şişko kız değil, şifacı. Mahkum değil, kraliçe. Zehra’dan sonra Umut.

Yusuf karısına döndü. “Hiç pişman oldun mu?” diye sordu.

“Asla,” diye yanıtladı Ayşe, çocuklarının oynamaya başladığı yeni hayatlarına bakarak. “Burada amacımı buldum. Gerçek aşkı buldum. Seninle, ben Ayşe’yim. Daha ne isteyebilirim?”

Uzakta güneş batıyor, gökyüzünü altın ve kırmızı renklere boyuyor, Ayşe ve Yusuf’un yaşadığı hikâyeye kutsama veriyordu. Yusuf, karısını kendine çekti. “Zehra’yı hep seveceğim. Ama sen benim ikinci şansımsın. Hayatıma yeniden anlam getirdin.”

Ayşe gülümsedi. “Bizim gibi başka insanların da kendi mutluluklarını bulması, toplumun onlara söylediği şey değil, kalplerinin söylediği şeyi dinlemeleri, en büyük dileğimdir,” dedi.

O gece, dağların üzerinde bir yıldız daha parlak parladı; bir zamanlar toplumun dışladığı iki insan tarafından yazılan en güzel aşk hikayesinin ebedi ışığı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News