Görme yetisini gizleyen baba, oğlunun ressam olma hayalini yarıda bırakmaması için sessizce karanlıkta yaşadı

Görme yetisini gizleyen baba, oğlunun ressam olma hayalini yarıda bırakmaması için sessizce karanlıkta yaşadı

Kadıköy’ün dar sokakları rutubet ve eski boya kokuyordu. Mavi badanalı küçük bir evin çatlak duvarları arasında Cemal ve oğlu Emir yaşıyordu. On beş yaşındaki Emir, dünyayı renklerle anlatmayı düşleyen bir çocuktu. Annesini yıllar önce kaybetmişlerdi; o günden beri Cemal hem anne, hem baba, hem dost olmuştu. Kimse onun artık göremediğini bilmiyordu.
Her sabah gün doğmadan kalkar, duvarları yoklayarak mutfağa giderdi. Fabrikada yaşadığı kazada görme yetisini kaybetmişti, ama oğlunun bunu öğrenip hayalinden vazgeçmesinden korkuyordu.
— Baba, bu tabloyu beğendin mi? — diye sorardı Emir, ışık ve umut dolu bir tuval göstererek.
Cemal gülümserdi, boşluğa bakarak:
— Elbette oğlum… harika olmuş. İçinde bir şey var, insanın kalbine dokunuyor.
Görmese de hissederdi. Oğlunun sesindeki titremeyi, gençliğini hatırlatan o coşkuyu…
Emir tutkuyla ama öfkeyle de resim yapardı. Güzel Sanatlar Lisesi’nde zengin çocukları ona yukarıdan bakardı. Onlar arabayla gelirken o, fırçalarını eski bir ekmek torbasında taşırdı.
— Sanattan mı geçineceksin, gerçekten? — diye alay ederdi Kerem, ünlü bir galericinin oğlu.
Emir dudaklarını sıkar:
— Senin onayına ihtiyacım yok — derdi, ama içi yanardı.
Bir gün okul, ulusal bir resim yarışması duyurdu. Kazanan, bursla İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyacaktı.
— Bu benim şansım, baba! — dedi Emir — Ama malzemelere param yok…
Cemal’in cebinde sadece birkaç lira kalmıştı. O gece evden çıktı, ezberindeki yolları adımlayarak Mahmut Usta’nın tamirhanesine gitti.
— İş arıyorum, yerleri silsem bile olur — dedi.
— Sen mi? Artık doğru dürüst göremiyorsun ki, Cemal! — dedi yaşlı usta.
— Önemli değil. Oğluma yardım etmem gerek.
Haftalarca sessizce çalıştı, her köşeyi ezberleyerek, görüyormuş gibi davranarak. Ellerine nasır, sırtına ağrı doldu; ama eve dönünce her zaman aynı şeyi söylerdi:
— Her şey yolunda, oğlum. Yakında yeni boyaların olacak.
Yarışma günü geldi. Emir, gözleri kapalı güneşe gülümseyen bir adamın portresini sundu. Adı: “İçsel Işık”.
Jüri büyülendi. Tabloda açıklanamaz bir sıcaklık, bir kalp vardı.
— Kimi resmettin? — diye sordu bir eleştirmen.
Emir tereddüt etti.
— Babamı… O, bana kalple görmeyi öğretti.
Sonuçlar açıklandığında Emir birinci oldu. Alkışlar arasında sadece bir yüz aradı: babasını.
Cemal arkalarda, bastonuna dayanmış, siyah gözlüklerinin ardında saklanıyordu.
Sunucu yanlarına geldi:
— Cemal Bey, oğlunuzla gurur duyuyorsunuzdur.
Cemal gülümsemeye çalıştı, ama bastonu elinden düştü. Sessizlik.
— Baba… neden baston taşıyorsun? — dedi Emir.
Cemal’in sesi titredi:
— Saklamak istemedim… ama seni durdurmak da istemedim. Üç yıldır körüm, oğlum.
Salonda gözyaşları döküldü. Hatta Kerem bile başını eğdi. Emir, babasının fedakârlığını o an anladı: Karanlıkta yaşayıp, oğluna ışık verebilmek…
— Sensiz yapamam baba… — dedi ağlayarak.
— Yaparsın, oğlum. Senin gördüğünü ben hissediyorum. Birlikte aynı tabloyu yaratıyoruz.
Sunucu mikrofona döndü:
— Bugün sanatın değil, insan kalbinin büyüklüğüne tanık olduk!
Salon alkışlarla yankılandı. Cemal, göremese de başını ışığa doğru kaldırdı.
O gece eve dönerken Emir babasının elini tuttu:
— Bir sonraki sergimin adı “Babamın Gözleri” olacak.
Cemal gülümsedi:
— Artık görmeme gerek yok, çünkü sen bana yeniden göz verdin.

Yoksulluğu yüzünden hor görüldü, ama içindeki ışık, ruhla görmeyi bilmeyenleri bile aydınlattı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News