Sessizliğin Gölgesinde: 20 Yıllık Bekleyiş, Bir Mektup ve Kendine Yolculuk

Sessizliğin Gölgesinde: 20 Yıllık Bekleyiş, Bir Mektup ve Kendine Yolculuk

Yirmi yıldan fazla bir süredir Merve hayatının sarsılmaz bir görev duygusu etrafında döndüğüne inanmıştı. Annesi Elif, Merve’nin hatırladığı kadarıyla hep mesafeli ve talepkâr biriydi; aralarındaki ilişki yıllar geçtikçe bir örümcek ağı gibi karmaşıklaştı, içinden çıkılamaz hâle geldi. Merve bastırılmış çığlıklar, sağır edici sessizlikler ve tutulmamış sözlerle büyüdü. Ev büyüktü, mutfağı kalabalık sofralara uygundu ama havada hep bir soğukluk vardı—Merve’nin ruhuna işleyen, adını koyamadığı bir soğukluk.

Beş yaşındayken annesinin bir gece yarısı babasını kolundan tutup sürüklediğini gördü; neden mi? Çünkü bir faturayı ödememişti. Masaya vurulan yumrukların sesi odasında yankılandı. Kalbi küçücük bir yumruya dönüştü. On yaşında, annesinin odaya kemerle girip küçük kardeşini ağlamaktan yalvarmaya varan bir noktaya kadar cezalandırdığına tanık oldu. Elif’in kelimeleri bıçak gibiydi: “Sen bir hiçsin!”, “Hiçbir şeyi hak etmiyorsun.” Merve her gözyaşında, her şikâyette kendini suçlu hissetti; sanki kardeşinin acısının sebebi oydu.

Yıllar geçtikçe şiddet biçim değiştirdi: bazen fiziksel değildi, ama sessizlik öldürücüydü; bakışlar yargılayıcı, varlık ise koruyucu değil, baskıcıydı. On altı yaşına bastığında, bir gece Elif onu yatağından kaldırıp evi baştan aşağı temizlemeye zorladı; çünkü “misafir gelecekti”. Bu sadece temizlik değildi—Merve’nin her kilidi açması, her köşeyi süpürmesi, fotoğrafları kaldırması, minderleri ters çevirmesi gerekiyordu. Bir askerî emir gibiydi. İş bitince Elif köşede bir eksiklik buldu, televizyon kablosuyla Merve’nin bacaklarına vurdu ve onu akşam yemeği vermeden odasına gönderdi. O gece Merve, çocukluğundan kalma peluş ayıcığına sarılıp sessizce ağladı.

Sonraki dört yıl dersler, iş, öfke nöbetleri ve bitmeyen eleştirilerle geçti. Annesi ona hiç “Seni seviyorum” demedi. Hiç sarılmadı. Hep talepler, suçlamalar ve ulaşılmaz beklentiler vardı. Merve, bir şeylerin yanlış gitmesinden korktuğu için derin uyumamayı öğrendi. Acısa da gülümsemeyi, incinse de susmayı öğrendi.

Yirmi altı yaşına geldiğinde Merve bir hastanede teknisyen olarak çalışıyordu. Her sabah annesi uyanmadan kalkar, otobüse biner, uzun vardiyalara katlanır, sonra eve dönüp annesine bakardı—hiçbir zaman kendisine bakmamış olan o kadına. Bunu görevi sanıyordu. Belki böyle yaparsa, bir gün annesi değişirdi. Ama Elif hiç değişmedi. Fedakârlığı hiç görmedi. Teşekkür bile etmedi. Merve onun gözünde kendi iradesinin bir uzantısından ibaretti, hizmet etmek için doğmuş biri.

Bir kış gecesi, şehir karla kaplanmışken ve evin kaloriferi bozulmuşken Merve annesini battaniyelerle örtmeye, sobayı yakmaya çalıştı. Elif yüzünü ekşitip mırıldandı: “Ne bu gürültü? Bu soğuk diğer günlerde de yok mu?” Merve ağlamamak için kendini tuttu. Artık sevilmediğini değil, sadece işe yaradığını anladı.

Ve sonra büyük kırılma geldi. Bir pazartesi sabahı Merve uyandığında annesinin yatağı boştu. Komodinin üzerinde beyaz bir zarf duruyordu. Kalbi sıkıştı. Zarfın içinde kısa bir not vardı:
“Beni arama. Kendini ara.”

Başka hiçbir kelime yoktu. Elif gitmişti. Ev sessiz kaldı. Duvarlardaki tablolar, dolaplardaki tabaklar yerindeydi ama Elif’in varlığı—Merve’yi yirmi yıldır esir eden o ağırlık—yoktu artık. Yine de yokluk, varlıktan daha gürültülüydü. O an Merve hem hafiflik hem suçluluk hissetti.

Sonraki günlerde, her zaman rahatsız olduğu kanepeye oturup o mektuba defalarca baktı. Geçmişini düşündü: bağırışlar, darbeler, soğuk geceler, tutulmamış sözler. Anladı ki yıllardır kendi varlığını inkâr eden bir ilişkinin içinde yaşamıştı. Annesi onu terk ederek aslında demişti ki: “Hayatını bende arama. Kim olduğunu keşfet.” Biçim sertti ama çağrı özgürleştiriciydi.

Önce öfke hissetti. Yirmi yıl sessizlikten sonra nasıl kaçabilmişti? Onu borçlarla, hatıralarla, boşlukla baş başa bırakmaya ne hakkı vardı? Ama günler geçtikçe öfke yumuşadı, yerini hüzne, sonra anlayışa bıraktı. Merve rastgele yürüyüşlere çıktı, metroda insanlara baktı, yapraksız ağaçlara, kuyruk koklayan köpeklere. Ve kendine şu soruyu sordu: “Ben kimim, annesinin onayını bekleyen biri değilsem?”

Yavaş, sancılı ama özgürleştirici bir süreç başladı. Bir günlüğe yazmaya başladı. Her sabah bir cümle: “Bugün var olduğumu hissettim.” “Bugün memnun etmeden nefes aldım.” “Bugün kapıyı kapadım ve arkamı dönmedim.” Sayfalarda kaybolan küçük kızını hatırladı—bir zamanlar dansçı olmak isteyen, resim yapmayı seven, kaldırım taşına tebeşirle çiçekler çizen o kızı. O kız annesinin gölgesinde yok olmuştu. Merve onu geri çağırdı.

Bir resim kursuna yazıldı. İlk derste fırçayı eline aldığında eli titredi. Boyanın kokusu, tuvalin dokusu, renklerin akışı onu ağlattı. Bu sadece resim değildi; hayata yeniden dokunmaktı. Kendisini zincirlerinden kurtulan bir figür olarak resmetti—öfkeli ama umut dolu bir bakışla. Öğretmeni dedi ki: “Bu bir tablo değil, iç çığlığın.” Merve anladı: Şiddet sadece tokat değildi, her susturulan gündü. Ve o mektup, ne kadar acı olursa olsun, bir özgürlüktü.

Bir keresinde annesi onu cezalandırmak için fırtınalı bir gecede dolaba kilitlemişti. Korkudan nefesi kesilmiş, ağlayamamıştı. O an, “Bir daha karanlığın beni yutmasına izin vermeyeceğim,” diye söz vermişti. Şimdi tuvaldeki figürün belinden aşağıya süzülen boya damlaları gözyaşı gibiydi ama aslında arınmaydı.

Kendine giden yol zorluydu. Bazen geri düştü; telefonuna bakar, annesinden “Nasılsın?” mesajı beklerdi. Hiç gelmedi. Ama bekleyiş sabra dönüştü. Anladı ki sevgi her zaman vaat ettiğini vermez; bazen çıkış kapısı dışarıda değil, içtedir. Aynaya her baktığında, saklanmayı öğrenmiş kadının yavaşça yeniden doğduğunu gördü.

Bir gün Zeynep adında başka bir kadınla tanıştı—o da talepkâr bir annenin kızıydı. Zeynep ona şöyle dedi: “Yaram beni tanımlamaz, iyileşmeyi seçmem tanımlar.” Kahveler içtiler, sabahlara kadar konuştular, yıllar süren sessizlikleri paylaştılar. O sohbetlerde Merve yalnız olmadığını hissetti. Çünkü yalnızlık sadece başkalarının yokluğu değil, insanın kendinden kopmasıydı. Annesinin gidişiyle oluşan boşlukta kendine alan açtı.

Aylar sonra resim kursuyla birlikte bir sergi düzenledi. İki tablo yan yana duruyordu: biri annesinin onu büyüttüğü gri, gölgeli ev; diğeri aydınlık bir bahçe, kollarını gökyüzüne kaldırmış bir kadın figürü. İzleyiciler tabloların önünde durdu, “Sanatçı acı çekmiş mi?” diye sordular. Merve gülümsedi: “Evet, ve o acı benim okulumdu.” Çünkü en sert ders, bizi en çok koruması gerekenlerden gelir.

Bir gün posta kutusunda imzasız sarı bir zarf buldu. İçinde sadece tek kelime yazıyordu: “Teşekkürler.” Elif’ten değildi, ama anlamı büyüktü—kapanıştı. Merve anladı ki onaylanmaya ihtiyacı yoktu. Anladı ki annesinin yokluğu bir ceza değil, kendini kendi hikâyesiyle doldurma davetiyesiydi. Şiddetin sadece bedende değil, ruhta da iz bıraktığını ve iyileşmenin cesaret istediğini öğrendi.

Sergisinde küçük bir çocuk ilk tabloyu gösterip sordu: “Neden burası hapishane gibi?” Merve gülümsedi: “Çünkü bir zamanlar öyleydi. Ama artık sadece bir anı.” Sonra çocuk ikinci tabloya baktı: “Burası mutlu bir yer gibi.” Merve başını salladı: “Evet, benim için öyle.” O an anladı: geçmişi silmek değil, geleceğe merdiven yapmaktı mesele.

Son sahne: Merve, tuvaldeki bahçenin önünde, sabahın soğuk havasını içine çekerek duruyor. Elinde hâlâ fırça var. Kaybolan—ya da belki terk eden—annesinin artık yolunu tanımlamadığını biliyor. Artık hikâyesini kendisi yazıyor. Sergi salonuna dönüp insanları selamlıyor ve kalbi, yıllar sonra ilk kez, huzurla doluyor. Çünkü artık annesini aramıyor. Merve’yi arıyordu. Ve buldu.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News