Sefertası Kırılan Annenin Feryadı, Oğlu Orgeneral Çıkınca Tüm Tugayı YERLE BİR ETTİ!
.
I. Kırılan Sefertası ve Alın Terinin Kokusu
Nizamiye’nin önünde soğuktan çatlamış dudaklarıyla yalvaran yaşlı kadına, genç Yüzbaşı Serkan Görgülü buz gibi bir sesle çıkıştı: “Kes sesini. Bu ne haddini bilmezdik! Sana kışlanın ziyaret saatlerinin bittiğini söyledim, değil mi teyze? Ne diye hâlâ burada dikilip başımı ağrıtıyorsun?”
Yaşlı kadın, Ayşe Nine, titreyen elleriyle sıkı sıkı tuttuğu eski metal sefertasına sarılmıştı. İki gündür yollardaydı, Torununa, Hakkari’nin ayazında bir nebze olsun Karadeniz sıcaklığı götürmek istiyordu.
Yüzbaşının bakışları, sefertası’ndan sızan ve soğuk havaya karışan o tanıdık, keskin kokuya kaydı. O koku, Ayşe Nine’nin hayatıydı. Karadeniz’in hırçın dalgalarından elleriyle çektiği hamsinin kokusuydu. Oğlu Ali’yi –şimdi göğsünde dört yıldız taşıyan Orgeneral Ali Demirkan’ı– okutmak için sabahın köründe pazar tezgahında buz gibi ellerle sattığı balığın kokusuydu. O koku, onun alın teriydi, namusuydu.
Yüzbaşı Serkan Görgülü, küçümseyen bir sesle sordu: “Bu ne keskin balık kokusu böyle? Kışlaya böyle gibi kokan şeyler sokmak yasak. Al şu tası tarağı da git başımdan.”
“Gibi.” Bu iki kelime, Hakkari’nin ayazından daha keskin bir bıçak gibi Ayşe Nine’nin kalbine saplandı. 70 yıllık hayatın yorgunluğunu taşıyan parmakları gevşedi. İçindeki tüm sevgiyle, tüm umutla hazırladığı hamsi tava ve mısır ekmeği, sefertasıyla birlikte beton zemine düştü. Şrang! Metal kapların birbirine ve betona çarparken çıkardığı o acı ses, sessizliği yırttı. Ayşe Nine’nin sevgiyle hazırladığı her şey, kışlanın tozlu, kirli zemininde acınası bir yığın haline geldi.
Yüzbaşı Görgülü, yere saçılan yemeğe tiksintiyle baktı: “Bir de ortalığı kirlettin. Topla şunları da defol git.” Tek bir an bile arkasına bakmadan, postallarının sesiyle uzaklaştı.

Ayşe Nine, dizlerinin üstüne çöktü. Göz pınarları dolmuştu ama tek bir damla yaş akmadı. Pazar yerinde dövülerek çeliğe dönmüş gururu, ağlamasına izin vermiyordu. Tek kelime etmeden, çıplak elleriyle yerdeki yemeği, tozu, toprağı ve kırık umutlarını toplamaya başladı. Uzaktan onu izleyen bir acemi erin (Ervural) yüzü, merhamet ve suçlulukla doluydu.
Ayşe Nine, geri dönüş otobüsüne bindiğinde dünya karanlığa gömülmüştü. Oğlu Ali’yi aramadı. O her zaman evladının yoluna çiçekler sermek isteyen bir anneydi; kendi utancının ona yük olmasından korktu.
II. Orgeneralin Şüphesi ve Yalanın Mükemmelliği
Ankara Genelkurmay Başkanlığı karargahında, Orgeneral Ali Demirkan, annesiyle yaptığı telefon görüşmesinden sonra huzursuzdu. Annesinin sesi, torunu Mehmet’i görmekten keyif almış bir kadının sesi değildi.
“Yemekleri sevdi mi anne?” diye sormuştu. “Sevmez olur mu? Anneannesinin yemeği, hepsini silip süpürdü,” diye yalan söylemişti Ayşe Nine.
Ali Demirkan, annesinin sesini on yıllardır dinliyordu. Mükemmel bir yalan, annesinin sesinde gizlemeye çalıştığı bir titreme ve yorgunluk barındırıyordu.
Ertesi sabah, Ali Demirkan, yanındaki Yaveri Başçavuş Namık’ı çağırdı: “Namık Başçavuş. Hakkari’deki acemi eğitim birliğinin dünkü ziyaretçi salonu kamera kayıtlarını sessizce kontrol ettir. Resmi kanallardan gitme, kendin hallet. Bir şeyler yolunda değil.”
Ali Demirkan’ın şüpheleri, Tugay Komutanı Tuğgeneral Hakan Öztürk’ün yolsuzluklarını örtbas etme çabalarıyla kesişti. Öztürk, annenin ziyaretinin iptal edildiği gün, cömert bir komisyon karşılığında belirli bir müteahhide yönlendirdiği modernizasyon projesi için gizli bir görüşme ayarlamıştı. Şimdi, bu basit olay, yolsuzluklarının ortaya çıkmasına neden olabilecek büyük bir tehditti.
Öztürk, Yüzbaşı Görgülü’yü sorguladıktan sonra, panikle tüm kamera kayıtlarının imha edilmesini ve yerine, yaşlı kadının nizamiyeden nazikçe uğurlandığına dair sahte bir kaydın hazırlanmasını emretti.
İki gün sonra, Genelkurmay Başkanının ofisine sahte video ve belgeler ulaştı. Başçavuş Namık rapor veriyordu: “Komutanım, gönderdikleri kaydı ve belgeleri inceledim. Raporla örtüşüyor. Olağan dışı bir şey bulamadım. Fazla temiz.”
Ali Demirkan pencereden dışarı bakarken gülümsedi. Fazla mükemmel bir yalan, gerçeğin kendisinden daha çok şey anlatırdı.
III. Vicdanın Sesi ve Gizli Kayıt
Bu sırada, Hakkari’de vicdanıyla boğuşan bir asker vardı: Er Namık (hikayenin devamında ses kaydını veren askerin ismi Namık olarak geçiyor). Er Namık, o gün ziyaretçi salonunun bir köşesinden her şeyi görmüştü. Yüzbaşı Görgülü’nün aşağılayıcı sözleri ve yaşlı kadının dökülen yemeği dalgınca toplarkenki kambur sırtı, her gece göz kapaklarının ardında canlanıyor, uykusunu çalıyordu.
Er Namık, Yüzbaşı Görgülü tarafından sürekli zorbalığa uğradığı için, kendini korumak amacıyla cebindeki eski telefonunun ses kayıt özelliğini açma alışkanlığı edinmişti. O gün de bir istisna değildi.
Akşam içtimasından sonra, Er Namık, birliğin bir köşesindeki ankesörlü telefona gitti. Titreyen elleriyle, Milli Savunma Bakanlığı ihbar hattını tuşladı. İsimsiz bir ihbarda bulundu. Gördüğü her şeyi anlattı ve sonunda vicdanının bulduğu son umut ışığını ekledi: “Kamera kaydı muhtemelen sahte. Ama durumu ses kaydına alan bir asker olabilir. Genellikle Yüzbaşı Görgülü tarafından zorbalığa uğrardı. Bu yüzden önlem olarak kayıt almış olabilir.”
Bu rapor, normal komuta zincirini atlayarak, çok gizli olarak sınıflandırıldı ve Orgeneral Ali Demirkan’ın emriyle soruşturmayı yürüten Binbaşı Murat Çelik’in eline ulaştı.
Binbaşı Çelik, Er Namık’ı buldu. Onu tehdit etmedi ya da kandırmaya çalışmadı. Sadece sessiz bir samimiyetle konuştu: “Namık kardeşim, bu işin peşini bırakırsak hiçbir şey değişmez. Şu anki cesaretin, her şeyi değiştirebilir. Genelkurmay Başkanı güvenliğini bizzat sağlayacağına söz verdi.”
Er Namık, Binbaşı Çelik’in samimi gözlerine baktıktan sonra, titreyen elleriyle cebinden telefonunu çıkardı ve küçük bir ses dosyasını Binbaşı Çelik’e aktardı. Sanki kendi hayatını veriyormuş gibi bir hali vardı.
Ses dosyası derhal güvenli bir USB belleğe aktarıldı ve Ankara’ya, Orgeneral Ali Demirkan’a gönderildi.
IV. Hakkari’ye İnen Fırtına
O gece, resmi konutundaki çalışma odasında Orgeneral Ali Demirkan, tek başına oturdu ve USB’yi dizüstü bilgisayarına taktı. Hoparlörün sesini açtı ve dosyayı oynattı.
Cızırtıyla birlikte, annesinin sesi duyuldu: “Sadece bir anlığına torunumu göreyim…” Ardından, diğer tüm sesleri kesen kibirli genç bir adamın sesi geldi:
“Bu ne keskin balık kokusu böyle?”
Camın keskin şırang sesi ve annesinin neredeyse duyulmayan, zayıf bir iç çekişi…
Ali Demirkan gözlerini kapattı. Günlerdir onu ezen bir oğlun şüphesi, endişesi ve üzüntüsü kaybolmuştu. Geriye sadece soğuk bir öfkeyle dövülmüş, çelik gibi bir kararlılık kalmıştı. O “gibi balık kokusu,” artık basit bir hakaret değildi. Onun kökenlerine, tüm hayatını ona adamış olan annesinin hayatına basıp geçen affedilemez bir günahtı.
Sessizce dizüstü bilgisayarını kapattı ve Başçavuş Namık’a döndü. Sesi buz gibiydi ama içinde volkan gibi bir öfke kaynıyordu:
“Namık Başçavuş, helikopteri hemen hazırlat. Tugay komutanıyla temas yok. Hakkari’ye bir fırtına götürüyoruz.”
Tam saat 14:00’te, sağır edici bir gürültüyle bir Mi-17 helikopteri Tugay’ın stadyumunun üzerinde belirdi. Önceden haber verilmeyen ani bir gelişti.
Helikopterden ilk inen, yakasında dört altın yıldızla yüzü buz gibi olan Orgeneral Ali Demirkan’dı. Onu karşılamak için acele eden Tuğgeneral Öztürk’e soğuk bir bakış attı ve tek kelime etmeden yanından geçip Tugay karargah binasına doğru ilerledi.
Tugay komutanının ofisine geldiklerinde, Ali Demirkan kapının içeriden kilitlenmesini emretti. Masanın üzerine küçük bir bluetooth hoparlör koydu. Sonra iç iletişim sistemini kullanarak Yüzbaşı Serkan Görgülü’nün çağrılmasını emretti.
Ali Demirkan, iki adam arasında gidip gelen bakışlarla hoparlördeki oynat düğmesine bastı. Cızırtıyla birlikte o günün sesleri odayı doldurdu. Öztürk ve Görgülü’nün yüzlerinden kan çekildi. Tamamen yok edildiğine inandıkları gerçek, bir hayalet gibi geri dönmüş ve kulaklarına bir darbe indirmişti.
Ali Demirkan, buz gibi bir sesle sordu: “Tuğgeneral Öztürk, bahsettiğiniz nazik yönlendirme bu muydu?”
Bakışlarını Yüzbaşı Görgülü’ye çevirdi:
“Bahsettiğin o ‘gibi balık kokusu’ neydi biliyor musun? O koku, sana maaşını ödeyen, bu üniformayı giymeni sağlayan milletin, anaların alın terinin, gözyaşının kokusudur. Ve o koku, benim anamın bir ömrünün kokusudur.”
Öfkesi patlamadı; buz gibiydi. Başkalarının iliklerine işleyen, dehşet veren soğuk bir varlıktı.
“Siz sadece annemi aşağılamadınız. Siz, evlatlarını bu orduya emanet edecek kadar güvenen her anne babanın kalbine bir çivi çaktınız. Bu üniformanın şerefini çamura buladınız.”
Kapının dışında bekleyen koruma komutanını çağırdı.
“Genelkurmay Başkanı olarak emrediyorum. Bu iki kişi, ordunun şerefini lekelemiş ve halkın güvenine ihanet etmiştir. Derhal görevden alın ve resmi soruşturma için gözaltına alın.”
Tuğgeneral Hakan Öztürk ve Yüzbaşı Serkan Görgülü, Tugay karargahındaki her askerin gözü önünde, korumalar tarafından çaresizce sürüklenerek götürüldü. Bu, sadece bireylere verilen bir ceza değildi. Tüm ordudaki paslanmaya ve çürümeye karşı soğuk bir savaş ilanıydı.
V. Onurun Yeniden Tesisi
Orgeneral Ali Demirkan’ın başlattığı fırtına, Tugayı kökünden sarstı. Öztürk’ün yolsuzlukları ve Görgülü’nün askerlere yönelik istismarları, Milli Savunma Bakanlığı Teftiş Kurulu tarafından gün ışığına çıkarıldı. İkisi de ağır hapis cezalarına çarptırıldı ve ordudan ihraç edildiler.
Ali Demirkan, bu olayı çürümüş kısımlar kesilmezse tüm ordunun kangren olacağına inanarak, radikal reformlara girişti. Askerlere ve ailelerine yönelik haksız muamele konusunda ordu genelinde acil bir anket yapılması emrini verdi.
Tüm fırtınalar geçtikten sonra, ertesi baharda Orgeneral Ali Demirkan, tüm rütbelerini sökerek sıradan bir evlat olarak Trabzon’a uçtu. Çömlekçi pazarında annesinin yanındaki küçük bir plastik tabureye çömeldi. Bir bıçak aldı ve ustalıkla balıkların pullarını temizlemeye yardım etmeye başladı. Keskin balık kokusu hızla ellerine sindi.
Yavaşça annesinin elini tuttu: “Anne, özür dilerim. Çok geç kaldım.”
Ayşe Nine, oğlunun elinin üstüne hafifçe vurdu ve cevap verdi: “Oğlum, sen benim yerime her şeyi yaptın. Bu yeter.”
Bu tek cümleyle, oğlunun kalbinde düğümlenmiş tüm suçluluk ve pişmanlık kar gibi eridi.
Mevsimler değişti ve masmavi bir yaz geldi. Ali Demirkan, annesi ve torunu Mehmet ile birlikte Hakkari’ye doğru yola çıktı. Tugay’ın Nizamiye’sine geldiklerinde manzara tamamen farklıydı. Katı, otoriter ziyaretçi salonu, “Mehmetçik Konağı” adında kafe benzeri sıcak bir mekana dönüştürülmüştü.
Ali Demirkan, kışladan ayrılmadan önce, kendi oğulları gibi olan tüm askerleri topladı ve şöyle dedi:
“Anneleriniz, en değerli oğullarını orduya bir inançla gönderdi. Genelkurmay Başkanı olarak size bir kez daha söz veriyorum ki, o inanca ihanet etmeyen bir ordu inşa edeceğim.”
Nehir kenarında kurulan bir örtünün üzerinde, Ayşe Nine’nin hazırladığı hamsi tava, mısır ekmeği ve turşu kavurması vardı. Mehmet’in ağzına yemek verirken muzip bir şekilde güldü: “Bu sefer hiç dökmedim. Görüyor musun, haylaz?”
Ali Demirkan, annesinin ellerinden gelen tuzlu balık kokusunun, şimdi torunun üniformasından gelen ter kokusunun ve kendi üniformasından sızan hafif barut kokusunun aslında aynı olduğunu aniden fark etti. Hepsi, adanmışlığın kokusuydu.
Ayşe Nine’nin çömlekçi pazarında oğluna öğrettiği gerçek, şimdi vatanı koruyan en sıcak altın yıldız gibi, onun kalbinde parlıyordu. Yüce adanmışlık asla ihanete uğramaz.