Dokuz Dilde Adalet 🌍✨
Paris gri bir sabaha uyanmıştı. Yağmur, pencerelere usulca dokunuyor, sokakların üstünde sanki ince bir sis gibi geziniyordu. Adalet Sarayı’nın soğuk taş duvarlarının arasında ağır bir sessizlik vardı. Bir kadın, kelepçeli elleriyle ayakta duruyordu. Başını dik tutuyordu ama gözlerinde yorgun bir kararlılık parlıyordu. Adı Aminata Diarra’ydı. Yirmi üç yaşındaydı, Dominik asıllıydı, siyah tenliydi ve o gün, hayatta kalmanın ne demek olduğunu bir kez daha hatırlayacaktı.
Hakim Dupont, dosyayı eline aldı, kalın gözlüklerinin ardından kadına baktı. “Bir de dokuz dil konuştuğunu söylüyorsun,” dedi küçümseyici bir sesle. “Ama Fransızca’yı bile zar zor anlıyorsun. Ne kadar iddialı!” Salondaki birkaç kişi güldü. Aminata hiçbir şey demedi. Gözlerini yargıcın gözlerinden ayırmadan durdu. O sessizlik bir meydan okumaydı. Dupont dosyayı sertçe kapattı. “Soyadın Diarra, öyle mi? Egzotikmiş. Burada çok sık duymayız. Demek ki bu sefer de başka bir ‘mağduriyet’ hikâyesi dinleyeceğiz. Her zaman olduğu gibi, değil mi?”
Kimse ses çıkarmadı. Ne savcı ne de salonda oturan memurlar. Herkes, o kirli alışkanlığa sığınmıştı: sessizlik. Aminata’nın ellerindeki kelepçeler parmaklarına baskı yapıyordu. Soğuktu, ama içindeki öfke daha yakıcıydı. Yargıç dosyadan gözünü kaldırmadan konuşmaya devam etti. “Yine aynı hikâye: saldırı, direnme, polise hakaret. Hepiniz aynı masalı anlatıyorsunuz. Ama bir fark var—sen çok konuşmayı seviyorsun, değil mi?”
Aminata başını eğmedi. Sesi neredeyse fısıltı gibiydi ama her kelimesi salonda yankılandı. “Ben sadece gerçeği söylüyorum, sayın hakim.”
Dupont sandalyesinden doğruldu. “Gerçek mi? Gerçek senin rengin gibi kirli bir kelime artık. Bu ülkede gerçek sizden çok geldi. Sus ve bizi daha fazla uğraştırma.”
İki gün önce, her şey çok daha sıradandı. Aminata, Paris’in kuzeyinde küçük bir kütüphanede çalışıyordu. O akşam geç kalmış, eve dönüyordu. Kulaklıklarında Almanca bir podcast vardı, yeni kelimeler öğreniyordu. Sokak lambalarının altında sessiz adımlarla yürürken iki polis köşede sigara içiyordu. Biri onu fark etti. Yüzündeki ifade değişti. “Hey, kara, bu saatte burada ne işin var?” Aminata kulaklığını çıkardı. “Eve gidiyorum,” dedi sakinlikle. “Eve mi? Kimin evi?” diye sordu diğeri. Ardından elini uzattı. “Kimlik.”
“Sebep?” diye sordu Aminata.
O an her şey koptu.
Bir itiş, bir hakaret, bir diz darbesi.
Yerdeydi.
Soğuk asfalt, sırtına yapıştı.
Biri kolunu büküyor, diğeri “direniyor!” diye bağırıyordu.
Hiç kamera yoktu.
Hiç tanık yoktu.
Ve şimdi o, burada, hâkimin karşısında suçlu olarak duruyordu.
Hakim Dupont dosyayı masaya vurdu. “Bana masal anlatma. Fransızca anlamıyorsan tercüman ister misin? Yoksa orman dilinle mi konuşayım seninle?” Savcı sırıttı.
Aminata derin bir nefes aldı. “Benim dilim insanlığın dili,” dedi.
Dupont’un yüzü asıldı. “Ne dedin sen?”
“İnsanlığın dili,” diye tekrarladı.
“Yeter!” diye bağırdı. “Burada bana ders veremezsin. Haddini bil.”
Ama artık çok geçti.
“Ben suçlu değilim,” dedi Aminata, sesi netti, keskin ve duruydu. “O gece eve gidiyordum. İki polis beni durdurdu. Hiçbir neden yokken. Bana hakaret ettiler, beni yere ittiler. Birini izlediğiniz kameralar var, kontrol edin.”
Hakim elini kaldırdı. “Kes sesini. Burası senin mahallendeki kahve değil.”
“Ben sadece gerçeği söylüyorum.”
Dupont yaklaştı, gözleri kinle doluydu. “Senin gibiler için gerçek yoktur. Sen doğuştan suçlusun.”
Bir sessizlik çöktü.
Aminata başını kaldırdı.
“Benim adım Aminata Diarra,” dedi. “Yirmi üç yaşındayım. Çalışıyorum, vergi ödüyorum. Hayatım boyunca hiç ceza almadım. Ben sadece eve gidiyordum.”
Hakim soğuk bir kahkaha attı. “Ve dokuz dil konuşuyormuşsun, öyle mi? Hadi söyle bakalım, hangileriymiş?”
Aminata’nın sesi kısık ama sarsılmazdı. “Fransızca, İngilizce, Almanca, Arapça, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rusça ve Wolof.”
Dupont alayla güldü. “Vay be, ne kadar da yeteneklisin. Peki neden buradasın? Çok bilmek seni kurtaramadı mı?”
Aminata’nın dudakları kımıldadı. İngilizceye geçti.
“Because men like you can’t stand the idea of a Black woman being smarter than them.”
Salonda nefesler tutuldu. Hakim’in yüzü gerildi. “Ne dedin sen?”
Aminata devam etti, Almanca’ya geçti.
“İch halte mich nicht für besser. Ich kämpfe nur dafür, wie ein Mensch behandelt zu werden.”
Kendimi üstün görmüyorum. Sadece bir insan gibi muamele görmek için savaşıyorum.
Hakim masasına oturdu. Elleri titriyordu.
Artık alay edemiyordu.
Artık onun sesi değil, Aminata’nın sesi duyuluyordu.
Salondaki herkes susmuştu. Savcı kalemini düşürdü, sekreter gözlerini kaçırdı.
Aminata kelepçeli elleriyle mikrofonun önüne bir adım attı.
“Benim annem ve babam göçmendi,” dedi. “Ofis temizlediler, başkalarının çocukları okusun diye sabahladılar. Ben altı yaşında okumayı öğrendim. On beşimde altı dil biliyordum. Ama bu şehirde her zaman kirliymişim gibi yaşadım. Çünkü benim rengim sizin gözünüzde suç.”
Dupont’un sesi boğuk çıktı. “Yeter artık…”
“Hayır,” dedi Aminata. “Yeter olan sizsiniz. Ben susmayacağım.”
Sesi titremedi.
“Beni yere ittiler, beni aşağıladılar. Sonra siz beni buraya getirdiniz. Ama artık korkmuyorum. Çünkü siz bana her şeyi aldınız, ama sesimi alamadınız.”
Salondaki hava değişti. Artık yargıç değil, o hükmediyordu.
Dupont sandalyesine geri yaslandı, gözlerini kaçırdı.
“Bu duruşmaya ara veriyorum,” dedi kısık bir sesle.
Ama o anda bir kamera kayıttaydı.
Bir gazeteci, o anı çekmişti.
Kısa sürede video internete düştü. Başlık netti:
“Siyah kadın, ırkçı hakimi dokuz dille susturdu.”
Milyonlar izledi. Üniversitelerde tartışıldı, gazetelerde yazıldı.
Aminata artık bir dosya numarası değil, bir isimdi.
Üç hafta sonra dava düştü. Polislerin ifadeleri çelişiyordu. Avukat görevden alındı. Hakim süresiz izne ayrıldı.
Ama Aminata o salona bir daha dönmedi. Çünkü o gün, gerçek adaleti zaten bulmuştu.
O gece, evine döndü.
Annesi ağlıyordu, babası sarıldı.
Masasına oturdu, eski defterini açtı.
Kenarına küçük harflerle yazdı:
“Beni susturdular, ama sadece bir kez.”
Sonra kalemi bıraktı, pencereden dışarı baktı.
Paris hâlâ griydi, ama gökyüzü biraz daha hafifti.
Aylar geçti. Bir sabah posta kutusunda bir mektup buldu. Zarfın üzerinde titrek bir yazı vardı: “Marsilya’dan Sofia.” Mektubu açtı.
“Senin videonu öğretmenim sınıfta gösterdi. Ben de göçmen bir ailenin kızıyım. Beş dil biliyorum, ama hiç kimseye söylemedim. Ta ki seni görene kadar. Artık korkmuyorum. Teşekkür ederim.”
Aminata mektubu yavaşça katladı. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü ama bu kez öfke değil, umut taşıyordu. Gözyaşı yanaklarından düşerken dudaklarında bir gülümseme belirdi. Çünkü o, biliyordu: bazen bir ses, bir zinciri kırar. Bazen bir kelime, bir tarihi değiştirir.
O sabah, pencereyi açtı, soğuk hava içeri doldu. Şehrin gürültüsü uzaktan geliyordu.
Derin bir nefes aldı, ellerini gökyüzüne doğru açtı.
Dokuz dil konuşabiliyordu.
Ama adaletin dili bir taneydi.
Ve o dili artık herkes duyuyordu.
“Ben buradayım,” dedi kendi kendine.
“Ve ben susmayacağım.”