Kanlar içindeki Navajo kızını kabul etti, ertesi sabah 10 savaşçı çiftliğinin önünde duruyordu

Preriye Akan Gölge
Saat sabahın erken saatleri, saniyeler 07.00’yi yeni geçmişti. Jack Roy, elinde buharı tüten bir fincan koyu siyah kahveyle verandaya çıktı. Sabah sisi, uzaktaki dağ silsilesini yutmuş, koca bir örtü gibi preri üzerine yayılmıştı. İç Savaş’ın dehşetinden sonra batıya doğru yol almış, geçmişin gölgelerinden kaçtığından beri, bu yalnız çiftlikte tam otuz beş yıldır yaşıyordu.
Sessizlik, huzurdan çok ağırlık veren bir şeydi. Sonra duydu. Hafif bir inilti. Boğulur gibi bir iç çekişten biraz daha yüksek. Jack donakaldı. Ses, geceleyin kimsenin yaklaşmaya cesaret edemediği ahırın arkasından geliyordu. Fincanını ahşap korkuluğa bıraktı ve içgüdüsel olarak uyluğunda asılı duran tabancasına uzandı. Adımları yavaştı, tüm duyuları tetikteydi.
Yerdeki kan izleri, çökmüş bir figürün yattığı ot yığınının yanına kadar uzanıyordu. Orada, vücudundan parçalar halinde sarkan Navajo kıyafetleri içindeki genç bir kız yatıyordu. Yüzü kurumuş kanla lekelenmiş, uzun siyah saçları karmakarışık ve çamurla yapışmıştı. Ama gözleri, o gözler… Canlı bir şekilde yanıyordu; hem meydan okuyan hem de tükenmiş bir umutsuzlukla.
Jack yanına diz çöktü ve dikkatlice omzuna dokundu. Kız inledi ama ne irkildi ne de kaçmaya çalıştı. Kaçmak için artık gücü olmadığını biliyordu. Jack tek kelime etmeden onu nazikçe kaldırdı, eve taşıdı ve kanepeye yatırdı. Su ısıttı, eski bir gömlekten bezler yırttı ve yaralarını temizlemeye başladı. Derin kesiklerdi, bıçak yaraları. Ama hiçbiri hayati tehlike taşımıyordu. Kız tüm bu süre boyunca tek kelime etmeden ona bakıyordu.
Jack, sessizliğe alışkındı. Kendisi de nadiren kelimelere ihtiyaç duyardı. İşi bittiğinde, üzerine kalın bir battaniye örttü ve karşısına oturdu.
Ancak saatler sonra kız, bozuk bir İngilizceyle konuştu. Adı Ajana’ydı. Kabilesinin tek hayatta kalanı. Onlara gecenin ortasında maskeli süvarilerin geldiğini anlattı. Soru sormayan, pazarlık yapmayan süvarilerdi; sadece öldürüyorlardı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, kimseyi esirgemiyorlardı. Ajana, sadece babası, kabilenin şefi, saldırganların kılıçları ona saplanırken son gücüyle onu çadırdan dışarı ittiği için kaçabilmişti. Ayakları taşıyana kadar koşmuştu; ta ki ay batana ve şafak sökene kadar.
Jack sessizdi. Hiçbir şey sormadı. Preri’de öldürmek için sebebe değil, sadece fırsata ihtiyaç olduğunu biliyordu. Ve böyle bir katliam sonrasında hayatta kalanların ruhlarında, dile getirilmesi engellenen bir çığlığın sonsuza dek kalacağını da biliyordu.
Çiftlikteki ilk gün tuhaftı. Ajana yavaş hareket ediyordu; her hareketi temkinliydi, sanki her an yığılacakmış gibi. Jack onun dinlenmesine izin verdi ama bir yandan da onu izledi. Kızın bazen pencereye gizlice yaklaşıp uzaktaki tepelere uzun uzun baktığını görüyordu. Sanki bir şey bekler gibiydi ya da bir şeyden korkar gibi. Jack ona neden korktuğunu sormadı, çünkü cevabı biliyordu: Bir katliamdan kurtulan herkesin korktuğu şeyden—başladıkları işi bitirmek için geri gelmelerinden.
Ve Jack, ruhunun derinliklerinde Ajana’nın haklı olduğunu hissediyordu. Kabilesini yok edenler, onu rahat bırakmayacaklardı. Bir şefin kızı, öylece bırakılmayacak kadar değerli bir avdı.
O akşam Jack, Ajana’ya çiftliği gösterdi: Üç atın sessizce tepindiği küçük ahırı, her sabah yumurta topladığı kümesi, domates, fasulye ve mısırın yetiştiği bahçeyi. Her şey basitti ama temiz ve düzenliydi. Jack zengin bir adam değildi ama kurduğu şeyden gurur duyuyordu. Ajana onu sessizce takip etti, her şeyi bakışlarıyla içine çekerek. Eve döndüklerinde Jack ona aç olup olmadığını sordu. Kız başını salladı ve Jack, bir tava çıkarıp içine pastırma ve konserve fasulye koydu. Basit ama sıcak ve besleyici bir yemekti. Ajana yavaşça yedi, her lokmayı uzun süre çiğneyerek; sanki alacağı son sıcak yemek olabilirmiş gibi.
O gece Jack pek az uyudu. Yatağında yatıyor ve gecenin seslerini dinliyordu: cırcır böceklerinin ötüşü, ağaçlar arasında dolaşan rüzgarın fısıltısı, atların ara sıra çıkardığı kişneme sesleri. Ama eksik olan bir şey vardı: Daha önce hissettiği huzur. Şimdi havada bir gerginlik vardı, sanki preri’nin kendisi bile kötü bir şeyin yaklaştığını biliyormuş gibi.
Jack sonunda kalktı, verandaya çıktı ve bir puro yaktı. Ay, çevredeki tepelerin siluetlerini görmek için yeterliydi. Her şey sakin görünüyordu, ama Jack görünüşe güvenmezdi. Savaşta, en büyük tehlikenin her şey sakinken geldiğini öğrenmişti.
Ertesi sabah Jack her zamanki gibi erken uyandı ama bir şeyler farklıydı. Hava daha yoğun, daha gergindi. Verandaya çıktı ve durdu. Çiftliğinin önündeki tepede, doğan güneşin önünde karanlık bir duvar gibi, on atlı hareketsiz bir çizgi halinde duruyordu. Navaho savaşçılarıydı. Yüzlerinde savaş boyaları, ellerinde mızraklar ve yaylar. Jack’in kalbi daha hızlı çarpıyordu ama korkudan değil, tanıma duygusundan. Ne istediklerini biliyordu: Ajana’yı.
Kız, sessiz adımlarla evin dışına, onun arkasından çıktı. Savaşçıları gördü ve vücudu dondu. Kim olduklarını biliyordu. Babasının topraklarına her zaman göz dikmiş olan rakip bir kabile. Şimdi onu istiyorlardı; yok ettikleri şeyin son sembolü olarak.
Jack yavaşça verandadan indi. Kolları sakin bir şekilde yanlarında sallanıyordu. Henüz silahına uzanmak istemiyordu. Savaşçılardan biri atını öne sürdü. Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. Kelimeler olmadan bile talep açıktı: Kızı ver ya da öl.
Jack yolun yarısında durdu. Bakışları çelik gibi soğuktu. Hâlâ tabancasına uzanmamıştı. Bunun yerine konuştu. Sesi sakin ama kararlıydı: “Burası benim toprağım,” dedi. “Ve benim toprağımda duran herkes benim korumam altında.”
Savaşçı hemen cevap vermedi. Çiftliğe, küçük ahıra, sebze bahçesine, yalnız kuyuya baktı. Sonra tekrar Jack’e baktı, başı yana eğik. Karşısındaki adamı değerlendiriyor ve beklemediği bir şey buluyormuş gibiydi. Düşman bile olsa saygı duyulması gereken bir şey. Ama saygı yeterli değildi.
Savaşçı elini kaldırdı ve diğerleri hazırlandı. Yaylar gerildi, mızraklar kalktı. Jack şans olmadığını biliyordu. Tek başına on savaşçıya karşı, en iyi nişancı bile olsa imkânsızdı. Ama onların bilmediği bir şey vardı: Jack Roy’un ruhunda on yıllardır yaşayan ve şimdi nihayet yüzeye çıkan bir şey—uğruna ölmeye değer şeyler olduğu inancı.
Ajana arkasından alçak sesle konuştu. Gitmesini söyledi. Onun için ölmemesini. Jack dönmedi. Sadece kaçmaya alışkın olmadığını ve şimdi başlamayacağını söyledi. Sessizlik dayanılmazdı. Sonra Jack yavaşça doğruldu ve elini tabancasına koydu. Çekmedi. Elini sadece orada tuttu. Henüz yerine getirmesi gerekmeyen ama istediği an yerine getirebileceği bir söz gibi.
Savaşçının gözleri kısıldı. Bu adamın geri adım atmayacağını biliyordu ve saldırırlarsa Jack düşmeden önce en az üçünün öleceğini de biliyordu. Belki de kendisi ilk ölen olurdu. Süvariler bekliyordu. Rüzgâr, bir avuç tozu kaldırdı ve aralarından geçirdi; sanki kan dökülmesini önlemenin son şansını alıp götürüyormuş gibi.
Jack yavaşça ileri adım attı, gözlerini bir an bile liderden ayırmadan. “Kızın size karşı hiçbir şey yapmadığını,” söyledi. “Sadece sizin yaptıklarınızdan sağ kurtuldu. Ve eğer bu bir günahsa, o zaman bir savaştan sağ kurtulan herkes suçludur.”
Savaşçı buna gülümsedi, ama bu mutlu bir gülümseme değildi; daha çok acı bir kabulleniş, sanki Jack’in sözleri olması gerekenden daha derine işlemişti. Uzun saniyeler boyunca birbirlerine baktılar. Farklı dünyalardan gelen ama aynı acıyı tanıyan iki adam.
Sonra savaşçı işaret verdi ve süvariler yavaşça döndü. Zaferle dört nala uzaklaşmadılar, bağırmadılar. Sadece yavaşça uzaklaştılar, sabah ışığında çözülen gölgeler gibi.
Jack, son süvari tepelerin ardında kaybolana kadar hâlâ gergin vücuduyla ayakta durdu. Ancak o zaman tuttuğu nefesi bıraktı. Ajana yanına yaklaştı ve sessizce koluna dokundu. Kelimeleri bulabilseydi, “Teşekkür ederim,” diyecekti. Ama Jack başını salladı. Yaptığını minnet beklediği için yapmamıştı. Bunu, yıllar önce kendisi de kaçtığı için yapmıştı. O da her şeyi, ailesini, evini, amacını kaybetmişti ve kimse yanında durmamıştı. Kimse ona kalabilirsin dememişti. Şimdi o, bunu başka birine veren kişi olabilirdi.
Eve döndüler ve Jack kahveyi yeniden ısıttı. Ajana masaya oturdu ve etrafına baktı: her eşyanın tam yerinde olduğu, fazlalık olmayan ama eksik de olmayan küçük, mütevazı odaya. Az da olsa sahip olduğu şeyle barışmayı öğrenmiş bir insanın eviydi burası. Jack önüne fincanı koydu ve karşısına oturdu. Uzun dakikalar konuşmadılar. Sadece güneş nihayet sisi delip çiftliği aydınlatırken sıcak sıvıyı içtiler.
Ajana sordu: “Neden bunu yaptın? Neden tanımadığın bir yabancı için hayatını riske attın?”
Jack uzun süre sessiz kaldı. Sonra kendi hikayesini anlattı. Savaş sırasında eşini ve küçükoğlunu kaybettiğini söyledi. Bir gece, o savaş alanında uzaktayken haydutlar evlerine saldırmış, geri döndüğünde sadece küller bulmuştu. O zamandan beri yalnız yaşıyordu ve her gün neden hayatta kaldığının sebebini bulmaya çalışıyordu. Ajana dinliyordu ve Jack’in acısının kendi acısı kadar derin olduğunu hissediyordu. Belki de daha derin, çünkü onu taşımak için on yılları olmuştu.
Sonraki günlerde Ajana yavaş yavaş güç kazandı. Jack ona beyaz adamın eğerinde nasıl at binileceğini, silahla nasıl başa çıkılacağını ve bu yabancı dünyada nasıl hayatta kalınacağını öğretti. Ajana ise Jack’e kendi halkının şarkılarını, şifalı otların sırlarını ve atalara sessizce nasıl dua edileceğini öğretti. İki farklı dünya bu çiftlikte buluşmuş ve yavaşça kaynaşıyordu. Jack içinde bir şeylerin değiştiğini hissetti, sanki yıllardır etrafına ördüğü duvarlar yavaş yavaş yıkılmaya başlıyormuş gibi.
Bir hafta sonra Jack yiyecek almak için yakındaki kasabaya at sürdü. Döndüğünde Ajana’yı verandada oturmuş, bir parça odunu oyarken gördü. Sormadan Jack yanına oturdu ve kızın usta elleriyle odundan bir kuş şekillendirmesini izledi. Ajana, halkının kuşların ölülerin ruhlarına mesajlar taşıdığına inandığını söyledi ve şimdi o, hâlâ yaşadığını ve onu unutmadığını bilsin diye babasına bir kuş yapıyordu. Jack başını salladı ve hiçbir şey söylemedi. Kelimelerle iyileştirilemeyen şeyler olduğunu biliyordu; sadece zaman, sabır ve birinin yanımızda olmasıyla iyileşebilirdi.
Haftalar geçtikçe Jack, Ajana’nın artık sadece kabul ettiği bir mülteci olmadığını hissetmeye başladı. O artık önemli biri olmuştu; hayatına yarının anlamlı olduğu hissini geri getiren biri.
Bir akşam, güneş batmış ve preri altın rengine boyanmışken, Jack konuştu. Ajana isterse kalabileceğini söyledi. Sadece birkaç haftalığına değil, sonsuza dek. Çiftlik ikisi için de yeterince büyüktü ve Jack artık günlerini yalnız geçirmek istemiyordu. Ajana uzun süre gün batımını izledi. Sonra geleceğin ne getireceğini bilmediğini söyledi. Savaşçıların geri dönüp dönmeyeceğini bilmiyordu. Ama burada, Jack’in yanında, her şeyi kaybettiğinden beri ilk kez kendini yeniden güvende hissettiğini biliyordu.
Jack bu cevabı kabul etti. Çünkü Ajana’nın zamana ihtiyacı olduğunu biliyordu ve onun da başka biriyle nasıl yaşanacağını yeniden öğrenmek için zamana ihtiyacı vardı.
Sonraki aylarda çiftlik değişti. Daha gürültülü oldu, daha canlı. Ajana yemek pişirirken şarkı söylüyor, Jack ise kız ilk kez bir ata nal çakmaya çalıştığında ve gürültüden kaçan atları geri getirmek için tüm öğleden sonrasını harcadıklarında gülüyordu. Bu anlar, bu küçük günlük şeyler, iyileştiriyordu. Yavaş ama emin adımlarla.
Bir sabah Jack kalktı ve Ajana’nın bahçede çalıştığını gördü. Kız dizleri üzerinde, Jack’in satın aldığı tohumları dikkatlice ekiyordu. Yanına gitti ve onun yanında diz çöktü. Birlikte çalıştılar. Sözsüz ama mükemmel bir uyum içinde. Jack bu anın özel bir şey olduğunu hissetti; bilmeden tüm hayatı boyunca beklediği bir şey.
Bitirdiklerinde Ajana ayağa kalktı ve Jack’in gözlerine baktı. Ona tekrar iyiliğe inanmayı gösterdiği için teşekkür ettiğini söyledi. Jack ne diyeceğini bilemedi, sadece başını salladı ve gülümsedi.
Sonra her şeyin değiştiği gün geldi. Jack tam çiti tamir ediyordu ki at nallarının sesini duydu. İlk başta savaşçıların geri geldiğini düşündü ve otomatik olarak silahına uzandı. Ama yukarı baktığında, tek başına, silahsız, çiftliğe doğru at süren yaşlı bir adam gördü. Yaşlı adam bir Navaho’ydu; yüzünde hikayeler anlatan derin kırışıklıklar vardı.
Çiftliğin önünde durdu ve attan indi. Jack dikkatle yaklaştı ama Ajana evden fırladı ve yaşlı adamı gördüğünde durdu. Gözlerine yaşlar doldu. Bu yaşlı adam, kabilesinin şamanıydı; hayatta kalan tek diğer kişi.
Şaman, Ajana’yı aylardır aradığını anlattı. Sonunda bir gezgin, ona beyaz bir adamın yanında, yalnız bir çiftlikte yaşayan bir Navaho kızı gördüğünü söylemiş. Şaman, Ajana’nın güvende olduğundan emin olmak ve ona hayatta kalan başkaları da olduğunu söylemek için gelmişti. Şimdi daha batıda yeni bir yere yerleşmeye çalışan küçük bir grup. Eğer onlara dönmek isterse Ajana’yı bekliyorlardı.
Jack tüm bunları dinliyor ve içinde bir şeylerin kırıldığını hissediyordu. Ajana’nın seçim yapması gerektiğini biliyordu: Onunla kalmak ya da kendi halkına dönmek. Ve ne kadar acı verse de Jack onu tutmak istemiyordu.
Ajana uzun süre sessiz kaldı. Sonra şamana baktı ve zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. Şaman başını salladı ve yakındaki tepede üç gün bekleyeceğini, sonra batıya doğru yola çıkacağını söyledi. Ajana isterse ona katılabilirdi.
Şaman gitti ve Ajana Jack’le çiftliğin ortasında kaldı. Aralarında ağır bir sessizlik. Jack sonunda konuştu. Ajana’nın neyin doğru olduğunu bildiğini söyledi ve ne olursa olsun onu destekleyeceğini.
Ajana cevap vermedi. Sadece eve girdi ve Jack onu takip etmedi. Sonraki üç gün garipti. Her zamanki gibi çalışıyorlardı ama daha az konuşuyorlardı. Ajana çok düşünüyordu, Jack bunu gözlerinde görüyordu. Ve Jack de Ajana giderse ne olacağını düşünüyordu. O kadar alıştığı ama artık yeniden yaşamak istemediği yalnızlık geri gelecekti.
Üçüncü gün şafakta Jack uyandı ve Ajana’nın eşyalarını topladığını duydu. Verandaya çıktı ve kızın atlardan birine eğer vurduğunu gördü. Kalbi sıkıştı ama bir şey söylemedi. Ajana ona yaklaştı ve uzun süre birbirlerine baktılar. Sonra Ajana konuştu. Jack’in onun için yaptıklarını asla unutmayacağını söyledi ama kendi halkına dönmek zorundaydı. Onlar onun halkıydı ve ona ihtiyaçları vardı.
Jack başını salladı ve birbirlerine sarıldılar. Uzun, sessiz bir sarılma; sözcüklerle ifade edilemeyecek her şeyin söylendiği.
Ajana ata bindi ve gökyüzünü pembeye boyayan doğan güneşe doğru yöneldi. Jack, kendisine tekrar yaşamanın ne anlama geldiğini gösteren o tek insanı preri’den alırken, onun uzaklaşmasını izliyordu. Atın attığı her adımla Jack’in kalbinden bir parça kopuyordu ama aynı zamanda yeni bir parça onu dolduruyordu: Yardım edebildiği gerçeğinin parçası, vazgeçebildiği gerçeğinin, sevginin her zaman sevdiğimizi tutmak anlamına gelmediği, bazen doğru olanın bırakmak olduğu gerçeğinin.
Ajana sonunda ufukta kaybolduğunda, Jack eve döndü. Birlikte paylaştıkları bunca kahvaltının olduğu masaya oturdu. Orada, hâlâ yıkamadığı Ajana’nın kahve fincanı duruyordu. Jack onu aldı ve uzun süre baktı, sanki bu nesne tüm bunların bir rüya olmadığının tek kanıtıymış gibi. Sonra onu özenle dolaba, en güvenli yere koydu; hiçbir şeyin ona zarar veremeyeceği yere.
Tekrar verandaya çıktı, oturdu ve bir sigara yaktı. Preri artık farklıydı. Boş değil. Anılarla doluydu. Jack Roy’un on yıllardır dünyaya verecek başka bir şeyi olmadığını düşündüğü halde aslında bir şeyler verdiği bilgisiyle dolu. Ve bu bilgi, yaşamaya devam etmek için yeterliydi.
Mutlu değil, ama huzurlu. Çünkü bazen kurtuluş, sevdiklerimizi tutmakta değil, kendi halkı onları çağırdığında bırakmakta yatar.