Köylü Ağanın Kızını Dağda Kurtardı – Günler Sonra Ağa Tüm Adamlarıyla Geldi!

Köylü Ağanın Kızını Dağda Kurtardı – Günler Sonra Ağa Tüm Adamlarıyla Geldi!

.

 

Küçük bir Boğaziçi köyü olan Çengelköy’e uzanan dar bir patika, sırtımda hasır sepet kolumda eski bir vicdan yüküyle yürüdüğüm gün, 1892 sonbaharıydı. İlk defa İstanbul’a ayak basmanın heyecanı göğsümü sımsıkı sararken, babamın sonra emanet ettiği bir sırrı – yıllardır sakladığı bir mektubu – teslim etmek için gelmiştim. Adım Elif, yirmi dört yaşındayım. Anadolu’nun içlerinden gelmiş bir ailenin kızıydım: Dedem Rumeli göçmeniydi, anneannem de Kafkasya’dan sürgün gelmiş Çerkes bir hatundu. Doğduğum toprakta başka kim olduğunu bilemediğim için hep yadırganmış, “iki defalık” bir varlık gibi hissetmişimdir. Şimdi o hisler yeniden kabardı, denizin tuz kokusu karışık yenilik rüzgârı içime işledi.

Çengelköy, Galata Köprüsü’nden rıhtım boyunca batıya doğru yürüyenlerin uğrak yeriydi. Ahşap yalılar, çay bahçeleri, narin salıncaklarla süslü kaldırımda keyifli insanlar feyz alırdı. Ben yalnızdım, çekingen, sırtımda çiçek saplamalı siyah kadife elbise, başımda ince şal. Sepetimdeki mektup paketi, üzerindeki kırmızı mumu çatlamaya yüz tutmuştu. Sabah serinliği vücudumu titretiyor, kalbim atarcasına çarpıyordu. “Ya mektubu kabul etmezlerse,” diye fısıldadım kendi kendime. “Ya gerçeğin yükü ağır gelirse?”

Sahilde, ahşap bir iskeleye yaslanmış, soğuğa aldırmadan sigara tüttüren uzun boylu bir adam gördüm. Siyah takım elbisesi, kemik gözlükleriyle tanıdıkça hayal ettiğimdan daha soğuk duruyordu. “Elif Hanım?” dedi, sesini yükseltmeden. Boynundaki inci kolyeye kadar dikkatle baktı. “Evet,” diye öne eğildim. “Mektubu bana siz teslim edecektiniz.” Bir an tereddüt ettim. “Önce adımı öğrenmelisiniz sanırım.” “Serhat Bey,” dedi adam. “Ticaret odasından yazıldım. Babamın… vasiyetini getirdiniz.” Titreyen ellerimle paketi uzattım. Kırmızı mum çatladı, parmaklarımı yakacakmış gibi alevlendi. Derin bir nefes aldım. “Babanız, izin verirse benim de bir kelamım var.”

Köylü Ağanın Kızını Dağda Kurtardı - Günler Sonra Ağa Tüm Adamlarıyla Geldi!  - YouTube

O sırada sahilin karşısındaki yalı bahçesinden bir yüz belirdi: Uzun siyah saçlı, çeribaşı kıyafet içinde yaşlı bir kadın sessizce izliyordu. “Kaynanam,” diye düşündüm. Evde beni kabul etmezlerdi belki de. Serhat Bey paketi aldı, içine bakmadan mühürlemesi için uzattı. Mühür, gümüşten ejderha sembolüydü. Babamın damga mührü: “Gerçek, ejderhanın sırrıyla korunur,” derdi. Serhat mühürü bastı. “Açmayacağım. Önce sizin sözünüzü dinleyeceğim.” Gözlerinde beliren hafif tebessüm, içimdeki gerginliği biraz yatıştırdı.

Bankette anlatılan sahiden çarpıcıydı: Babamın, Sultan II. Abdülhamid dönemi istihbarat subayı olarak Anadolu’nun en muhkem dağ köylerinde topladığı belgeler arasında, çeyrek altın karşılığında İngiliz istihbaratına satılan haritalar, Ermeni çetelerinin gizli haberleşme metinleri ve Osmanlı hazinesine ait kayıp altın rezervlerinin son işareti vardı. O altının peşine düşen tek haydut devlet değilmiş. Yeraltı örgütleri, vatan haini ruhbanlar, göçmen kadrolar içindeki sapkın ajanlar… O mektup, bütün bu yılan hikâyelerini tek bir imzada topluyordu: “Ejderhanın sırrı, boğazın altın köprüsünde saklıdır.”

Serhat Bey koltuğa yaslandı. “Pekala, sizin ne öneriniz var?” diye sordu. Dediğim şey cesurdu, aklımı toplayıp yanıt verdim: “Bana rehberlik ederseniz o sırrı birlikte koruyabiliriz. Yoksa zamanla bu altınlar, boğazı ve devleti çöküşe götürür.” Duyduğu gibi boğazdı: Bulgar deniziyle Karadeniz’i, Asya ile Avrupa’yı ayıran üç kıtayı buluşturan kapı. Dün Osmanlı’nın can damarıydı, bugün yabancı konsoloslukların, kaçak tüccarların, muhbirlerin girip çıktığı gizli geçitti. Bir çiftçi kızı içinse ölümcül riskler taşıyordu.

“Sizi tehlikeye atamam,” dedi Serhat vakurca. Bir zamanlar dedem de “Aşkı uğruna canını boğazın dalgalarına bırakanlar çıkar,” derdi. Ailem üzerindeki nazarın farkındaydım. “Yanımda olun, lütfen. Kabullenmezseniz, bir yabancı ajan mektubu alabilir.” Düşündü. İstanbul’un göbeğinde bir ânazı kaybolan, sonradan ortaya çıkan küçük bir köy kızı… Onun sahip çıktığına göre babamın gönlü ferah kalmıştı. Kamera aklımla düşündüm: “Her gün gecikirsek, mektubun sırrı sarmalın pençesine yem olur.”

Ertesi gün, boğaz hattında anonim bir vapurda karaya açıldık. Arnavutköy’den Kanlıca’ya, Kuzguncuk’dan Rumeli Feneri’ne uzanan kıyıda, eski kalelerin gölgesinde ilerledik. Rezerv altınların işaretli olduğu kayıp mendirek, boş bir koyun deniziyle kucaklaşan bir kayalıkta saklıydı. Babamın haritasına göre mendireğin tam karşısında gizli bir mağara ağzı vardı. “Fenerin ışığıyla cevher parlar,” demişti. Akşam üstü vardık, kayalıklarda dalgaların çakıla çakıla vurduğu mağara ağzı önümüzde duruyordu: Sıkı bir demir kapı, tuğlaya kazınmış eski Osmanlıca harfler… “Ey kervancı, sırrı bulunca yad et bizi.”

Demir kapıda yedi kilit vardı. Serhat birer birer getirdi: Şifreli torbalar, gizli cüzdanlardan çıkarılan minik anahtarlar… Kapıyı açabildiğimizde mağara buz gibi bir esintiye dönüştü. Duyduğum tek ses, damlayan suyun zeminde yaydığı yankıydı. Lambamın turuncu aleviyle ilerledikçe duvarda eski freskler belirdi: Ejderha figürü, boğaza uzanan köprü, altın potalar… Freskin altında oyulmuş Latince bir cümle: “Qui portam ornamenta invenit, divitias potiri meretur” – “Kapının süsünü bulan, hazinenin layığını hak eder.”

Serhat nefesini tuttu. “Buna inanıyor musun?” diye fısıldadı. Elleri titredi. “Babanızın bu gizemi çözmesini kim bilir ne kadar istemiştir.” Fısıldadım: “Gerçeklik bazen tanrıların bile sırtını ürpertiyor.” Taş zeminde ilerledikçe daha büyük bir dehliz belirdi: Altın tepsiler, mühürlü sandıklar, sararmış, saraya ait mühürlü fermanlar… Bir tanesi kibar bir minyatürle oymalıydı: Sultan Abdülhamid’in kendi eliyle kâğıda bastığı hilal soluyordu. Altın pota kapağını açtım: İçinde bozuk sikke yığını değil, eski papirüs ruloları vardı. Tuzlu hava kokmuştu: Altınlar yıllar önce çıkarılmış, hazinenin ikizi – ruhu – saklanmıştı. Bu altın değil, bilgi altınıydı: Devlet sırlarının, imparatorluğun geleceğe bıraktığı metinler…

Bir anda arkadan bir uğultu yükseldi. Ayırt edip yere çömeldim: Daracık koridorda kuşaklı çevik asker üniformaları. “Ne arıyorsunuz burada?” diye fısıldı gür sesiyle başındaki subay. “Yasak bölge.” Serhat soğuk kaldı. “İstihbarat odasındanım. Bu mektubun koruması bize ait.” Bir haberci yetişti: “İngiliz konsolosluğu şüpheliler arasında bahsediyor. Dürüst gibi görünen ajanları…” Subayın bakışı sertleşti: “Gizli tapınakları karıştıranlara ateş emri var.” Gözlerimi kapattım: “Hayatım riske değil, hakikat arayışına adanmıştır.”

“Ben buraya bir kahin değil, bir muhbir olarak geldim,” dedi adam. “Yasal emirler…” Kalbim bir kez daha atladı. “Emrin üstünde bir namus kuralı var,” diye çıkıştım. “Devlet sırlarının açıklanması değil, yine devleti kurtarmak için bu belgelerden yararlanmak önemlidir.” “Acele edin,” dedi. “Gizli eyleme müdahale emri geliyor.” Serhat emir telgrafını kabul etti, bana dönüp “Süratle çıkmalıyız.” Kapılardan çıktığımız an arkamızdaki çığlık duyuldu: “Geri dönün!” Dehlizlerde yankı buldu, boğaza karıştı.

İskeleye ulaştığımızda ufuk karardı. Dolu trenler vapurları geçti. Bir çobanın sürülediği koyun sürüsü gibi gözümüzden kaybolduk. Kimse bizi izlemedi. Liman kapısında, taş merdivene uzanan soluk bir kapıyı bulduk: “Babam buradaydı,” dedim. “Son kez gitmemiz gereken nokta.” Serhat başını salladı. Kepenkler kapanıyordu. İçeri girdiğimizde küçük bir odada eski bir kütüphane vardı. Sandıkta papirus ruloları açıklanmış, raflarda antetli kâğıt pafta dosyalar… Babam yıllar önce burayı bir emanet halesi gibi kullanmış: Geri dönülüp anlaşıldığında devleti aydınlatacak izler bırakmış. “Gerçek sırrı…” diye başladım. “Siyah altın değil, merhamet altınını saklayacağım.”

Ertesi sabah çiğ düştüğünde Çengelköy yalılarının üstüne ilk ışık vurdu. Kimin eli kimin cebine girerse girsin, devleti çökerten komplocularla değil, gerçeğin değerini bilen iradelerle hesaplaşacaktı. Serhat Bey’le ayrılırken gözlerimizin görecekleri birbirinden ayrılıyordu: O, karanlık koridorlarda hükümranlığını sürdüren soğuk istihbarat, ben ise Anadolu’dan gelen bir göç kızı, bir miras bekçisi. “Geri dönerseniz mektubu getirin,” dedi Serhat. “Yoksa gerçek kaybolur.” Gülümsedim: “Kaybolmaz. Kalbimle sakladım.”

Vapur güvertesinde rüzgâr saçlarımı savurduğunda, ardımda bıraktığım ışıltılı yalıların bacalarından duman tütüyordu. Bir ömür bu sırrın bekçisi olacaktım. Gerçek, her fırtınada kalbimde üşüse de asla sarsılmayacaktı. Anadolu’nun yeşil dağlarından İstanbul’un mavi boğazına kadar uzanan hikâyemiz burada bitmiyor, daha yeni başlıyordu. Gerçeğin ejderhası, boğazın altın köprüsünde kanatlanıyordu.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News