Ağlama, küçük kızım — Çocuk yukarı baktı… Ve kızının yüzünü gördü

Ağlama, küçük kızım — Çocuk yukarı baktı… Ve kızının yüzünü gördü

GÖLGENİN ALTINDAKİ KIZ

Çocuğun ağlaması, onu görmeden önce ulaştı Thomas Mercer’a. Ses, kış rüzgârının kuruttuğu vadide yankılanmıyor; tam tersine, sanki taşların arasından sürünerek geliyor, sessizliğin dokusunu bıçak gibi kesiyordu. Thomas, üç saattir çit hattını dolaşıyordu. Rüzgârın gevşettiği direkleri yokluyor, telin gerilimini kontrol ediyor, arada bir atının boynunu okşayarak yoluna devam ediyordu. Bu ıssızlıkta duyduğu tek şey normalde kendi nefesiydi, eyer kayışının gıcırtısıydı, bir de uzaklarda bir karganın boğuk ötüşü.

Ama şimdi… bir çocuk ağlıyordu.

Thomas atını durdurdu. Sağ eli, refleksle, eyerin yanındaki tüfeğe kaydı. Vadi geniş bir boşluk gibi önüne serilmişti: adaçayı çalıları, dağınık ardıçlar ve batıda maviye çalan, uzak dağ sırtları. Ne bir araba izi, ne bir kamp ateşinin dumanı, ne de bir insanın varlığına dair belirti…

Yine de ağlama sürüyordu. Tiz, çaresiz, boğazdan sökülür gibi.

Thomas yavaşça attan indi. Botlarının sıkışmış toprağa bastığında çıkardığı ses bile ona fazla geldi. Uzun boyluydu; yıllarca çiftlikte çalışmaktan zayıflamış, sertleşmiş bir vücuda sahipti. Yüzü, gözlerinin çevresinde kalıcı çizgilerle yıpranmıştı. Kırk üç yaşındaydı. Beş yıldır duldü. Beş yıldır çocuksuzdu.

Sesin geldiği yöne doğru yürüdü; atını dizginlerinden tutuyor, her adımda çevreyi tarıyordu. Ağlamanın kaynağı, bir kaya çıkıntısının altında, gölgede neredeyse görünmez bir noktadaydı.

Orada, kendi içine kıvrılmış küçük bir kız çocuğu vardı. Dört ya da beş yaşlarında… Sanki dünyadan kaybolmaya çalışır gibi dizlerini göğsüne çekmişti. Elbisesi yırtıktı; üstü başı tozla, kurumuş kanı andıran koyu lekelerle kaplıydı. Kan kendisinin miydi, bir başkasının mı, Thomas ilk bakışta anlayamadı. Saçları koyu renkti; yüzünün etrafında keçeleşmiş, dolaşmış tutamlar halinde asılı duruyordu.

Thomas yaklaştığında kız başını kaldırmadı.

“Hey,” dedi Thomas, sesini olabildiğince yumuşatarak. Üç metre kadar uzakta çömeldi. “Sakin ol. Sana zarar vermeyeceğim.”

Ağlama kesildi. Yerini düzensiz soluklara bıraktı; tamamen durmadı ama bir şey… sanki kızın içindeki alarm, bir anlığına beklemeye geçmişti.

Thomas etrafı inceledi. Toprakta yetişkin bot izleri vardı; kuzeye doğru gidiyorlardı. En az iki, belki üç kişi. İzler tazeydi—bir gün, belki daha az. Sonra kızın arkasındaki kayaların üzerinde koyu bir leke gördü. Güneşte kuruyup pas rengine dönmüş kan.

Thomas’ın çenesi sıkıldı.

“Annen nerede?” diye sordu; sorarken bile cevabı sezdiğini biliyordu.

Kızın dudakları kıpırdadı. Uzun bir an sonra, başını kaldırmadan fısıldadı:

“Annem… bir çocuğu burada yalnız bırakmaz.”

Thomas’ın omurgasından soğuk bir şey kaydı sanki. Çünkü kızın yüzü…

Hayır. Aynı değildi. Gözleri farklıydı—daha koyu. Burnunun çizgisi de tam uymuyordu. Ama yanaklarının kıvrımı, ağzının şekli… ve en kötüsü, çenesinin titremesi…

Thomas, beş yıl önce toprağa verdiği kızını gördü bir anlığına.

Emma.

Ateş onu almamış olsaydı, şimdi dokuz yaşında olacaktı. Thomas’ın, vadinin karşı yamacındaki küçük mezarlıkta annesinin yanına gömdüğü Emma.

Kız bu kez başını kaldırdı. Gözleri cam gibiydi; odaklanmıyor, Thomas’a değil de Thomas’ın arkasından geçen bir şeye bakıyordu sanki. Dudakları tekrar oynadı.

“Ağlama… küçüğüm…”

Thomas gözlerini kırpıştırdı.

Ne demişti? Kız mı? Onu duymuş muydu gerçekten?

Kız cümleyi tamamlamadı; bakışları bir noktaya takılı kaldı. Sanki artık orada olmayan bir şeyi görüyordu. Thomas, bu bakışı daha önce görmüştü: savaşlardan dönen, olmaması gereken şeyleri görüp hayatta kalan adamlarda… Gözlerin içine yerleşmiş, ağır ve keskin bir yük.

Thomas, ellerini görünür tutarak biraz daha yaklaştı.

“Ben Thomas,” dedi. “Buradan bir saat mesafede bir çiftliğim var. Yiyecek, su… yatacak bir yer. İstersen… seni oraya götürebilirim.”

Kız cevap vermedi. Ama titriyordu; öğleden sonra sıcağına rağmen küçük bedeni sarsılıyordu.

Thomas matarayı çıkardı, kapağını açtı. Uzattı.

“Al, biraz su iç.”

Kız, suyun ne olduğunu unutmuş gibi mataraya baktı.

Thomas matarayı ikisinin arasına bıraktı ve bekledi. Zorlamadı. Rüzgâr, adaçayının üzerinden geçip ince bir hışırtı çıkardı. Uzun bir süre sonra kızın eli yavaşça uzandı; parmakları matarayı kavradı, iki eliyle dudaklarına götürdü. Çok hızlı içti. Öksürdü. Sonra tekrar içti.

Matarayı indirdiğinde Thomas kızın bileklerini gördü.

Morarmıştı. Taze ip izleri—deriye gömülmüş, kızıl çizgiler halinde.

Thomas’ın elleri yanlarında yumruk oldu.

“Buradaki adamlar…” dedi dikkatle, sesi ince bir ip gibi gerilerek. “Sana zarar verdiler mi?”

Kızın gözleri yine uzaklara kaydı. Matarayı yere bıraktı, dizlerini göğsüne çekti.

Thomas bekledi. Sessizliğin yerleşmesine izin verdi. Ne olmuş olursa olsun, zihninde hâlâ çok taze, çok keskin duruyordu.

Sonunda kız, neredeyse duyulmayacak kadar alçak bir sesle konuştu:

“Annemi aldılar.”

Thomas’ın içi boşaldı gibi oldu.

“Bana kaçmamı söyledi.” Kız yutkundu. “Saklandım. Annem… çığlık attı. Çığlık attı… ve sonra sustu.”

Thomas bir an gözlerini kapadı. Açtığında kız ona bakıyordu; o bakışta hem umut hem korku vardı. Thomas hangisinin ağır bastığını anlayamadı.

“Adın ne?” diye sordu.

“Clara.”

“Klara…” Thomas heceleri yavaşça söyledi. “Güzel bir isim.”

Clara başını hafifçe eğdi.

“Kızımın adı Emma’ydı,” dedi Thomas. Boğazı sıkıştı. “O… öldü.”

Clara’nın ifadesi değişmedi ama omuzlarında bir yumuşama oldu; sanki kederin ne olduğunu tanıyordu. Kayıp denen o kalıcı yarayı.

Thomas ayağa kalktı.

“Seni çiftliğime götüreceğim, Clara. Seni temizleyip besleyeceğim. Sonra ne yapacağımıza karar veririz. Olur mu?”

Clara cevap vermedi ama Thomas yaklaşınca geri çekilmedi.

Thomas ceketini çıkarıp kızın omuzlarına örttü. Ceket ona büyük geldi; dizlerinin altına kadar indi. Clara onu zırh gibi kendine sardı.

“At binebilir misin?” diye sordu Thomas.

Clara küçük bir baş hareketiyle evet dedi.

“İyi. Yavaş gideceğiz.”

Thomas onu ata kaldırdı, sonra arkasına bindi. Clara, Thomas’ın önünde sert bir şekilde oturuyordu; bedeni gergindi ama ağlamadı, itiraz etmedi.

Çiftliğe doğru ilerlerken Thomas bir kez daha kayalardaki kanı ve kuzeye uzanan bot izlerini düşündü.

Geri döneceğim, dedi içinden. Clara güvende olunca, geri döneceğim ve bu izleri nereye gidiyorsa oraya kadar takip edeceğim.

Ama önce çocuk.

Önce Clara.

🏚️ Eve Dönüş: Kayıp, Korku ve Bir Çorba Tenceresi

Mülkün üzerindeki sırta çıktıklarında güneş batmak üzereydi. Clara yol boyunca tek kelime etmemişti ama nefesi düzelmişti. Bir kez, yalnızca bir kez, yorgunluktan Thomas’a hafifçe yaslandığını hissetti.

Çiftlik aşağıda uzanıyordu: küçük, yıpranmış ama sağlam bir ev; bir ahır; atlar için ağıllar. Lüks bir şey yoktu. Tek başına yaşayan bir adam için yeterliydi.

Ama şimdi iki kişiydiler.

Thomas atı evin önünde durdurdu. Clara’yı indirdi. Kız etrafına baktı; gözleri, her köşeyi bir çıkış kapısı gibi kontrol ediyordu.

İçeri girer girmez Thomas’ın yaptığı ilk şey suyu ısıtmak oldu. Clara, hâlâ onun ceketine sarılmış halde mutfak masasındaki sandalyeye tünemiş, küçük evin içindeki her hareketi takip ediyordu. Thomas ocağı yaktı, kuyudan kovalar taşıdı, teneke küveti sobanın yanına çekti.

“Aç mısın?” diye sordu tencereyi doldururken.

Cevap gelmedi.

Yine de ekmek ve peynir kesti. Bir tabağa koyup Clara’nın önüne bıraktı.

Clara, ekmeğe bakıyordu; gözünü kırpsa her şey kaybolacakmış gibi.

“Hadi,” dedi Thomas yumuşak bir sesle. “Ye.”

Clara ekmeği iki eliyle aldı. Önce yavaş ısırdı, sonra daha hızlı. Çiğnemeden yutacak kadar açtı. Thomas arkasını döndü; suyla oyalanıyormuş gibi yaparak ona mahremiyet sağladı.

Geri döndüğünde tabak boştu.

Ve Clara ağlıyordu.

Sessizce, yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla… sanki sesi çıkarsa dünya onu cezalandıracakmış gibi.

Thomas sandalyesinin yanına çöktü.

“Hey,” dedi. “Burada güvendesin. Kimse sana zarar vermeyecek.”

Clara fısıldadı:

“Annem öldü.”

Thomas bu cümleyi yumruk gibi hissetti.

“Biliyorum,” dedi boğuk bir sesle. “Biliyorum…”

“Benim yüzümden.” Clara’nın dudakları titredi.

Thomas’ın nefesi kesildi.

“Hayır.” Sesini sertleştirdi; kızın içine işlemesini ister gibi. “Hayır, Clara. Ne olursa olsun senin yüzünden olmadı. Beni duyuyor musun? Senin suçun değildi.”

Ama Clara başını salladı; inanmıyordu. Gözyaşları hızlandı.

“Beni onlara vermedi.” Clara’nın sesi çatladı. “Onlar da onu… vurdular.”

Thomas’ın kanı dondu.

“Seni… onlara vermek mi?”

Clara başını salladı.

“Beni almak istediler,” dedi. “Birinin benim için para ödediğini söylediler. Annem hayır dedi. Onlarla kavga etti ve…”

Cümle yarım kaldı. Clara’nın gözleri bir noktaya kilitlendi; boğazına düğümlenen şey, devam etmesine izin vermedi.

Thomas ayağa kalktı, pencereye yürüdü. Kuzeydeki sırtın ötesinde vadi kararıyordu.

Birinin para ödediği bir çocuk.

Satın alınmak istenen bir çocuk.

Bu sözler Thomas’ın zihninde zehir gibi yayıldı.

O adamlar hâlâ dışarıdaydı. Belki kamp kurmuşlardı. Belki kaybettikleri “malı” arıyorlardı.

Thomas arkasını döndü. Clara onu izliyordu.

“Beni geri verecek misin?” diye sordu Clara.

Bu soru, Thomas’a aldığı hiçbir darbenin vurmadığı kadar sert vurdu.

“Hayır,” dedi; kelime ağzından sert çıktı. “Hayır, Clara. Seni geri vermeyeceğim.”

Thomas cümleyi bitirirken bile gerçeği biliyordu: anneleri öldüren, çocukları para için kaçıran adamlar vazgeçmezdi.

Ve Thomas… kilometrelerce çevresinde komşu olmayan bir çiftlikte, tek başına yaşayan bir adamdı.

Yardıma ihtiyacı olacaktı.

En yakın kasaba, doğuda iki günlük mesafedeki Redcliff’ti. Orada, Thomas’ın birkaç kez gördüğü, Garret adında bir şerif vardı. Yavaş hareket ederdi belki, ama kötü biri değildi.

Ama Thomas şimdi atına binip Clara’yı evde yalnız bırakamazdı.

Clara’yı yanına alıp yola çıksa… iki gün boyunca açık arazide olacaklardı. O adamlar izlerini bulursa, yolda yakalarsa…

İyi bir seçenek yoktu. Sadece kötü ve daha kötü seçenekler.

Thomas derin bir nefes aldı.

“Önce banyo,” dedi. “Sonra konuşuruz.”

Clara’yı sobanın yanındaki teneke küvette yıkamasına yardım etti; olabildiğince saygılı davranmak için gözlerini başka yana çevirdi. Su önce griye döndü, sonra kahverengiye, sonra neredeyse siyaha. Thomas suyu iki kez değiştirdi. Sonunda Clara tekrar insan gibi görünüyordu—küçük, kırılgan ve inanılmaz derecede genç.

Thomas eski gömleklerinden birini buldu; kollarını kıvırarak gecelik gibi ayarladı. Clara gömleği kendine sardı.

Arka odaya geçtiler. Thomas temiz battaniyelerle yatak hazırladı.

“Bu gece burada uyu,” dedi. “Bir şeye ihtiyacın olursa… hemen dışarıdayım.”

Clara yatağa tırmandı, battaniyeyi çenesine kadar çekti.

“Bay Thomas?” Clara’nın sesi küçüktü.

“Evet?”

“Kalacak mısın?”

“Sadece uykuya dalana kadar.”

Thomas yatağın yanına bir sandalye çekti. Oturdu. Clara’nın gözlerinin ağırlaşmasını, nefesinin yavaşlamasını izledi. Uykuya dalması uzun sürdü. Daldığında bile yüzü gergindi; küçük elleri battaniyeyi can simidi gibi tutuyordu.

Thomas mutfağa döndü. Kendine ucuz, sert bir viski koydu. Masaya oturup boşluğa baktı.

Dışarıda rüzgâr şiddetlendi. Panjurlar sallandı.

Thomas, kayaların üzerindeki kanı, Clara’nın bileklerindeki ip izlerini, “Beni geri verecek misin?” sorusunu düşündü.

Viski boğazını yakarak indi.

Thomas hayatı boyunca kanuna saygılı bir adam olmuştu. Çiftliğinde çalışmış, borçlarını ödemiş, beladan uzak durmuştu. Karısı ve kızı öldüğünde bile kimseye yük olmadan yas tutmuştu.

Ama bu…

Bu farklıydı.

Clara’yı kanuna teslim edip “en iyisi olur” diye umut edemezdi. Parası olan adamlar, çocuk satın alan adamlar… nüfuz sahibiydi. Redcliff’e gidip şerife anlatsa bile, Clara’nın o adamların eline geri düşmeyeceğinin garantisi var mıydı?

Yoktu.

Ama Clara’yı burada saklasa… bu kaçırma sayılmaz mıydı? Niyeti ne kadar temiz olursa olsun…

Thomas bardağı bitirdi, bir tane daha doldurdu. Sandalyeye yaslandı.

Ve o an, karanlıkta bir şey hareket etti.

Belki çakal. Belki rüzgâr. Belki de…

Thomas tüfeğine uzandı. Pencereye gitti. Vadi karanlıktı; ay ince bulutların arkasında bir şerit gibi duruyordu.

Hiçbir şey görünmüyordu.

Ama his gitmiyordu.

Bir yerde… geliyorlar hissi.

🔫 Şafakta Gelenler: Coltrain ve “Yasal” Karanlık

Şafak vakti at nalları sesiyle uyandı Thomas. Yavaş, kararlı bir ritim… Acele etmeyen adamların ritmi. Sanki zaman onlardan yanaymış gibi.

Thomas bir anda ayağa fırladı. Tüfeği eline aldı, pencereye yürüdü.

Üç atlı kuzeyden yaklaşıyordu. Soluk sabah gökyüzüne karşı siluetleri belirgindi. Geniş bir hatta yayılmış, ilerlerken zemini tarıyorlardı.

İzlerini takip etmişlerdi.

Thomas’ın midesi kasıldı.

Hızla arka odaya gitti. Clara hâlâ uyuyordu; yanağına dayadığı eliyle, küçük bir kuş gibi kıvrılmıştı.

Omzuna nazikçe dokundu.

“Clara. Uyan.”

Clara’nın gözleri birden açıldı. Anında uyanıktı—çocukların yavaş uyanışı değil, korkuyla uyumayı öğrenmiş birinin keskin farkındalığı.

“Adamlar geliyor,” dedi Thomas fısıltıyla. “Saklanman gerekiyor. Yapabilir misin?”

Clara başını salladı.

Thomas onu mahzen kapağına götürdü; kapağı açtı. Aşağıdaki alan küçüktü, karanlıktı. Raflarda konserve kavanozları, tahıl çuvalları.

“Aşağıda ses çıkarma,” dedi Thomas. “Ne duyarsan duy… anladın mı?”

“Ya beni bulurlarsa?” Clara’nın sesi titredi.

“Bulmayacaklar.”

Thomas, Clara’nın merdivenden inmesine yardım etti.

“Söz veriyorum,” dedi. “Bulmayacaklar.”

Kapağı kapattı, üstünü halıyla örttü. Sonra verandaya çıktı.

Tüfeği bir elinde gevşek tutuyordu; namluyu yere doğru. Tehditkâr değil… ama hazır.

Atlılar yirmi metre ötede durdu.

Öndeki adam koyu renkli şapkasını gözlerine kadar indirmişti. Uzun bir tozluk ve tozlu bir palto giyiyordu. Yanındakiler de silahlıydı; tüfekleri eyerlerine asılıydı.

Öndeki adam konuştu. Sesi yumuşaktı; neredeyse dostça.

“Günaydın. Adım Coltrain. Birkaç gün önce kaybolan bir şeyi arıyoruz.”

Thomas sesini nötr tuttu.

“Burada pek çok şey kaybolur. Sığır, at… Neyi kaybettiniz?”

Coltrain gülümsedi ama gülümsemesi gözlerine yansımadı.

“Bir çocuk. Küçük bir kız. Beş yaşlarında. Bu bölgeden geçtiğine inanmak için nedenlerimiz var.”

“Hiç çocuk görmedim.”

“Etrafa bakabilir miyiz?”

Thomas tüfeği biraz daha sıkı kavradı.

“Aslında… bakamazsınız.”

Coltrain’in gülümsemesi kayboldu. Eyerinde kıpırdadı; eli silahına yakın duruyordu.

“Dostum,” dedi Coltrain, “sorun çıkarmak istemiyoruz. Sadece kaybolan bir şeyi geri almaya çalışıyoruz.”

“Mülk mü?” Thomas’ın göğsünde öfke alevlendi. “Bir çocuktan… sokak köpeği gibi bahsediyorsun.”

“Onun hakkında istediğim gibi konuşurum.” Coltrain’in sesi sertleşti. “Kız için ödeme yapıldı. Sözleşmeler yasal. Biz sadece tahsilat için buradayız.”

“Yasal,” diye tükürdü Thomas. “Ne tür bir yasa bir çocuğu satın alabileceğini söylüyor?”

Coltrain çiftliği işaret etti.

“Devlet arazisinde izinsiz yerleşenlere uygulanmayan türden.” Sesinde ince bir tehdit vardı. “Tapun yoksa hak da yok. Sen bir hiçsin, dostum. Ve hiç kimse soru sormaz.”

Yanındaki iki adam hafifçe dağıldı; açılarını ayarlıyorlardı. Thomas bunu kaçırmadı.

Thomas tüfeğin namlusunu hafifçe kaldırdı.

“Bir kez daha söylüyorum,” dedi. “Arazimden defol.”

“Bunu yapamam,” dedi Coltrain. “Kız olmadan olmaz.”

“O zaman bir sorunumuz var.”

Bir süre kimse kıpırdamadı. Rüzgâr adaçayının arasından fısıldadı. Uzakta bir karga öttü.

Sonra Coltrain silahına uzandı.

Thomas daha hızlıydı.

Tüfeği kaldırdı, tetiğe bastı. Patlama sabahı parçaladı.

Kurşun Coltrain’in omzunu vurdu. Adam eyerin üzerinde yana döndü, çığlık attı. Atı şahlandı.

Diğer iki adam tüfeklerini kaldırdı. Mermiler verandanın tahtasını parçaladı, kıymıklar uçuştu.

Thomas korkuluğun arkasına daldı, yuvarlandı, ayağa kalktı. İki atış daha…

Soldaki binici geriye savruldu, eyerden düştü. Üçüncü adam atını döndürüp çılgınca ateş etti. Bir mermi Thomas’ın kulağının yanından vızıldadı, diğeri arkasındaki duvara çarptı.

Thomas nişan aldı, tetiğe bastı.

Tık.

Boş.

Adam tabancasını çekip ileri atıldı. Thomas kendini yere attı; mermi kapı çerçevesini parçaladı, pencereyi kırdı.

Sonra… ateş kesildi.

Thomas başını kaldırdı. Üçüncü binici geri dönüyordu; yaralı Coltrain’i almak için. Coltrain’in paltosu kanla ıslanmıştı ama hâlâ hayattaydı.

“Git!” diye bağırdı Coltrain, nefesi tıslayarak. “Kampa dön! Diğerlerini al!”

Üçüncü binicinin tekrar duyması gerekmedi. Atını mahmuzladı. İkisi kuzeye doğru kaçtı; toz yükseldi.

Thomas ayağa kalktı, hızlıca tüfeğini yeniden doldurdu. Ama menzil dışına çıkmışlardı.

Verandanın önünde, vurduğu adam hareketsiz yatıyordu. Thomas cesede yaklaştı. Adamın gözleri boşluğa bakıyordu.

Ölmüştü.

Thomas daha önce kavga etmişti, öfkeyle ateş etmişti… ama hiç kimseyi öldürmemişti.

Şimdi… hiçbir şey hissetmedi.

Ne suçluluk, ne pişmanlık.

Sadece soğuk bir berraklık:

Clara’yı almaya geldiler. Ve gelmeye devam edecekler.

Thomas içeri koştu, halıyı sıyırdı, mahzen kapağını açtı.

“Clara. Benim. Çıkabilirsin.”

Clara yavaşça çıktı. Yüzü solgundu.

“Silah sesleri duydum.”

“Biliyorum,” dedi Thomas. “Artık bitti… şimdilik.”

Clara’nın gözleri büyüdü.

“Bitti mi gerçekten?”

Thomas duraksadı.

“Hayır,” dedi dürüstçe. “Bitmedi. Hemen gitmemiz lazım. Daha fazlası gelecek ve burada olamayız.”

“Nereye?”

“Redcliff’e. Şerif bize yardım eder.”

Clara’nın yüzünde tereddüt belirdi.

“Emin misin?”

Thomas boğuk bir kahkaha gibi nefes verdi.

“Artık hiçbir şeyden emin değilim. Ama burada kalmak… ölüm demek.”

Thomas evde hızla dolaştı; erzak, su, kurutulmuş et, cephane topladı. Kendi atını ve yedek kısrağı eyerledi; yükleri sıkıca bağladı.

Clara kapıda belirdi. Yırtık elbisesini yeniden giymişti; Thomas’ın ceketi omuzlarındaydı.

“Hazır mısın?” dedi Thomas.

Clara başını salladı.

Thomas onu yedek kısrağa bindirdi, kendi atına atladı. Çiftliğe bir kez daha baktı: karısını, kızını gömdüğü yere… yalnız başına yaşamayı planladığı eve.

Bir daha asla göremeyebilirdi.

Atını doğuya çevirdi.

Ve yola çıktılar.

🐎 Yolda: Kovalamaca, İtiraf ve Bir Babanın Kararı

Thomas üç saat durmadan sürdü. Güneş yükseldi; çıplak tepelere vuruyor, havayı parıldayan bir sıcaklığa çeviriyordu. Sonunda dar bir kanyona sapıp mola verdi. Orada, kayaların arasından ince bir su akıyordu; atların içmesi, mataraların dolması için yeterli.

Clara eyerden indi, bir kayanın gölgesine oturdu. Yüzü solgun, bitkindi. Thomas atların bacaklarını kontrol etti, koşumları gevşetti. Sonra yiyecek çıkardı, paylaştırdı, Clara’ya uzattı.

Clara yemeği kucağında tuttu.

“Yemelisin,” dedi Thomas.

“Aç değilim.”

“Yorgun ve korkmuşsun,” dedi Thomas. “Biliyorum. Ama güce ihtiyacın var.”

Clara başını kaldırdı. Kaçtıklarından beri ilk kez gözlerinde yeniden gözyaşı birikti.

“Onu öldürdün mü?” diye sordu. “O adamı.”

Thomas yanına oturdu. Yalan söyleyebilirdi. Onu korumak için gerçeği saklayabilirdi. Ama Clara zaten çok fazla şey görmüştü. Yalan, onu daha da yalnız bırakırdı.

“Evet,” dedi Thomas. “Öldürdüm. Çünkü ben yapmasaydım… ikimizi de öldürürdü.”

Clara’nın elleri titredi.

“Annem benim yüzümden öldü,” dedi. “Şimdi de benim yüzümden sen tehlikedesin.”

Thomas Clara’ya döndü; sesi daha yumuşak ama daha kesin çıktı.

“Clara. Beni dinle. Annenin başına gelenler senin suçun değildi. Şimdi olanlar da senin suçun değil. Sen bir çocuksun. Bunların hiçbirini sen istemedin.”

Clara hıçkırığını bastırmaya çalıştı.

“Ama onlar beni istiyor,” dedi.

Thomas elini uzattı; Clara’nın elinin üstüne koydu.

“O zaman ben de durmayacağım,” dedi. “Seni koruyacağım. Ne pahasına olursa olsun.”

Clara ona baktı; yaşına yakışmayacak kadar eski gözlerle.

“Neden?” dedi. “Beni tanımıyorsun bile.”

Thomas bir an sustu. Emma’nın kahkahasını düşündü. Karısının mutfakta hamur yoğururken söylediği sözleri. Mezarlığın soğuk taşını.

“Kızım beş yıl önce öldü,” dedi sessizce. “Ateş onu üç günde aldı. Bir hafta sonra karımı da aldı. İkisini gömdüm. Sonra… bir daha hiçbir şey hissedemeyeceğimi sandım.”

Clara başını hafifçe salladı. Anlıyordu.

“Sonra seni buldum,” dedi Thomas. “Yüzüne baktığımda Emma’yı gördüm. Tam olarak değil… ama yeterince. Ve düşündüm ki… belki de seni bulmamın bir sebebi var.”

Clara fısıldadı:

“Sence Tanrı mı seni oraya koydu?”

Thomas nefes verdi.

“Tanrı hakkında çok şey bilmiyorum,” dedi. “Ama seni onlara teslim etmeyeceğimi biliyorum.”

Clara uzun bir süre sessiz kaldı. Sonra yavaşça Thomas’a yaslandı. Thomas kıpırdamadı; oluşan kırılgan güveni bozmaktan korktu.

“Annem bana… korktuğumda şarkı söylerdi,” dedi Clara.

Thomas’ın boğazı düğümlendi.

“Ne söylerdi?”

“Sözlerini hatırlamıyorum,” dedi Clara. “Sadece… sesi beni güvende hissettirirdi.”

Thomas şarkı söylemeyi bilmezdi. Sesi güzel değildi. Ama karısının Emma’ya mırıldandığı ninnileri hatırladı; kelimelerden çok bir sıcaklık taşıyan o sesleri.

Thomas, istemsizce, sanki bir anıyı çağırır gibi mırıldandı:

“Ağlama, küçüğüm…”

Clara birden sertleşti. Thomas durdu.

“Onu… o da söylemişti,” dedi Clara. “Sonunda… bana söyledi. Onlar yaparken… benim korkmamam için.”

Thomas’ın gözleri doldu. Kolunu Clara’nın omzuna doladı. Clara ona sarıldı; küçük, kırık ve inanılmaz derecede cesur.

“Annen seni çok seviyordu,” dedi Thomas. “Seni korumak için öldü. Bu… en güçlü sevgi.”

Clara’nın sesi incecikti:

“Ben ölmek istemiyorum.”

“Ölmeyeceksin,” dedi Thomas. “Söz veriyorum.”

Thomas bunu söylerken, arkasından gelecek adamları, yaralı Coltrain’i, toplayacağı kalabalığı düşündü. Önlerinde uzanan yolu düşündü. Redcliff’in belirsizliğini düşündü.

Yine de söz verdi.

Atlar dinlenirken, gölgede oturdular. Thomas Clara’ya Emma’yı anlattı: bahçede tavukları kovalayışını, unlu elleriyle hamura saldırışını, akşamları Thomas’ın kucağına tırmanıp hikâye istemesini… Thomas yıllardır ilk kez Emma’dan konuştuğunu fark etti. Anılar artık sadece keskin bir acı değildi; Clara’nın yanında, acı bir iz gibi daha taşınabilir hale geliyordu.

Clara dinledi. Sonra fısıldadı:

“Kulağa… güzel geliyor.”

“Öyleydi,” dedi Thomas.

Clara bir süre düşündü.

“Ben güçlü değilim,” dedi. “Hep korkuyorum.”

Thomas başını salladı.

“Korkmak güçlü olmadığın anlamına gelmez,” dedi. “Korkmak… ve yine de devam etmek. Güç budur.”

Clara kurutulmuş eti aldı; küçük bir ısırık aldı, sonra bir tane daha.

Thomas gülümsedi. Bir süreliğine iki insan gibi oturdular: koşmadan, saklanmadan… sadece nefes alarak.

Ama huzur uzun sürmedi.

Thomas uzaktan nal seslerini duydu. Zayıf ama kesin. Bir tehlike gibi yaklaşan ritim.

Anında ayağa kalktı, sırtı taradı.

Henüz görünmüyorlardı. Ama geliyorlardı.

“Gitme zamanı,” dedi.

Clara itiraz etmeden ayağa kalktı. Sorgulamamayı öğrenmişti. Thomas eyer kayışlarını sıktı, Clara’yı ata bindirdi, kendi atına atladı.

Kanyondan çıktılar. Önce sabit bir hızla; atların gücünü saklayarak.

Sonra Thomas arkasına baktı.

Bu kez beş atlı gördü. Yayılmış, hızlı ilerliyorlardı. Coltrain’in tozlu paltosu rüzgârda dalgalanıyordu.

“Sıkı tutun,” dedi Thomas.

Ve atını dörtnala kaldırdı.

Kovalamaca başladı.

🏘️ Redcliff: Kâğıdın Üstündeki “Hak” ve Kasabanın Vicdanı

Güneş batmaya başlarken Redcliff göründü. Sığ bir vadinin içine kurulmuştu; tek bir ana cadde boyunca ahşap ve tuğla binalar diziliydi. Küçük bir kasabaydı ama… insan vardı. Kapılar vardı. Tanıklar vardı.

Ve en önemlisi: düzen.

Thomas arkasına baktı. Atlılar yaklaşmıştı. Bağırışları duyulacak kadar yakındılar.

“Neredeyse vardık,” dedi Thomas dişlerinin arasından. “Dayan, Clara.”

Kasabaya yokuş aşağı indiler. Sokaktaki insanlar paniğe kapılıp kenara çekildi. Bir kadın çocuğunu kucaklayıp geri sıçradı. Bir adam elindeki çuvalı düşürdü.

Thomas doğrudan şerif ofisine sürdü—parmaklıklı pencereleri olan, soluk tabelalı alçak bir bina. Atını durdurdu, kendini eyerden atar gibi inip Clara’ya uzandı. Kapıyı açıp içeri girdiler.

Masanın arkasındaki adam başını kaldırdı: orta yaşlı, gri sakallı; yeleğine teneke bir yıldız iğnelenmişti.

Şerif Garret.

“Kim bunlar?” diye çıkıştı.

Thomas nefes nefese konuştu:

“Silahlılar bu kızı kaçırmaya çalışıyor. Yardıma ihtiyacımız var.”

Garret anında ayağa kalktı.

“Kaç kişi?”

“Beş. Belki daha fazla.”

Garret raftan bir tüfek aldı, pencereye yürüdü. Dışarıda nal sesleri kesildi. Thomas da baktı: Coltrain ve adamları sokağa girmiş, silahlarını çekmişti.

Garret açık kapıdan bağırdı:

“Yeterince uzaktasınız! Burası kanunların geçerli olduğu bir kasaba. Burada işiniz varsa… uygun şekilde gelirsiniz!”

Coltrain öne çıktı. Sol kolu sarkıyordu; paltosunda kurumuş kan vardı. Yüzü öfkeyle sertleşmişti ama sesini kontrol ediyordu.

“İçerideki adamla işimiz var,” dedi. “Çalıntı mal var. Onu geri almaya geldik.”

Thomas’ın içi yandı.

“Kız,” dedi Thomas Garret’e. “Onu mal olarak görüyorlar. Annesini öldürdüler. Onu almaya çalıştılar.”

Garret’in bakışı sertleşti.

Tüfeğiyle bir adım öne çıktı.

“Bu doğru mu, Coltrain? Bir kadını öldürdün mü?”

Coltrain sakin bir yüzle cevap verdi:

“Kadın sözleşmeye uygun malların yasal tahsilatına direndi. Belgelerimiz var. Yasal satış belgesi. Yargıç imzalı. Kızın annesi borçlarını ödemek için onu sattı. Biz de almaya geldik.”

Thomas’ın başı döndü.

“Bu… kölelik,” dedi dişlerini sıkarak.

Garret elini kaldırdı.

“Belgeleri göster.”

Coltrain yavaşça cebine uzandı, katlanmış bir kâğıt çıkarıp uzattı.

Garret belgeyi açtı, okudu. Yüzü soldu.

“Bu… yargıç Howver’ın imzası,” dedi sessizce. “Yasal ve bağlayıcı.”

Coltrain’in sesine ince bir zafer sızdı:

“Şimdi kanunu uygulayacak mısın, Şerif? Yoksa bu işgalcinin kanunu alay konusu yapmasına izin mi vereceksin?”

Thomas’ın kalbi sıkıştı. Howver… bölgede gücüyle bilinen, kanunu servetine göre eğip büken bir adam.

Garret kâğıdı elinde tuttu. Gözlerini kaldırıp Clara’ya baktı.

Clara kapının eşiğinde duruyordu. Küçük. Ürkek. Bilekleri hâlâ mor.

Garret’in yüzünde bir şey değişti. Bir adamın içindeki hesap defteri kapanıp, başka bir defter açıldı sanki—vicdanın defteri.

Garret kâğıda tekrar baktı. Sonra yavaşça konuştu:

“Biliyor musun? Bu kâğıtta kimin adı yazıyor… umurumda değil.”

Coltrain’in kaşları çatıldı.

“Affedersiniz?”

“Umurumda değil,” dedi Garret. Ve belgeyi buruşturup yere attı. “Hayatım boyunca ‘yasal’ denilen çok şey gördüm. Bu, onları doğru yapmaz. Burada durup bir çocuğu zincirleyip götürmene izin verirsem… lanetleneceğim.”

Coltrain’in eli silahına kaydı. Adamlarının da hareketlendiği görüldü. Gerilim tel gibi gerildi.

Tam o anda yeni bir ses duyuldu.

“Şerif haklı,” dedi biri.

Herkes döndü.

Genel mağazanın önünden yaşlı bir adam çıktı. Beyaz saçlı, zayıf… bir vaiz yakası taşıyordu. Arkasında başkaları belirdi: demirci, dükkân sahibi, iki çocuğu olan bir kadın, birkaç çiftçi…

Vaiz konuştu:

“Kadınları öldüren adamları pek sevmem. Belgeleri umurumda değil.”

Demirci elindeki ağır çekici kaldırdı.

“Amin,” dedi.

Ve bir anda kasaba halkı, Coltrain ile şerif ofisi arasında bir duvar gibi dizildi.

Coltrain etrafına baktı. Öfkesi yüzünü buruşturdu.

“Hepiniz hata yapıyorsunuz,” dedi. “Yargıç Howver bunu duyacak.”

“Bırak duysun,” dedi Garret. “Ona ben anlatacağım.”

Coltrain bir süre Thomas’a baktı. Sonra yere tükürdü.

“Bu iş bitmedi.”

Thomas sesi alçak ama keskin tuttu:

“Bitti.”

Coltrain ve adamları yavaşça atlarına bindi. Kasabadan geri çekildiler. Coltrain’in yaralı omzu onu yana eğiyordu.

Thomas, onlar tepenin ardında kaybolana kadar baktı. Sonra dizlerinin bağı çözüldü; kaldırım basamaklarına oturdu.

Garret yanına çömeldi.

“İyi misin?”

“Bir adam öldürdüm,” dedi Thomas. “Çiftliğimde.”

“Duydum,” dedi Garret. Bir an sessiz kaldı. “Meşru müdafaa. Yapman gerekeni yapmışsın.”

Garret ayağa kalktı, elini uzattı.

“Hadi,” dedi. “Seni ve kızı güvenli bir yere götürelim.”

Thomas elini tuttu. Ayağa kalktı. Döndüğünde Clara’nın kapıda durduğunu gördü. Yüzünden yaşlar akıyordu.

Thomas kollarını açtı.

Clara koştu ve ona sarıldı.

🌅 Altı Ay Sonra: Yeniden İnşa, Yeni Bir İsim

Altı ay sonra Thomas Mercer, yeniden inşa edilmiş çiftliğinin verandasında duruyordu. Vadiye batan güneşi izliyordu; ışık, tepelerin üstünde yumuşak bir altın gibi akıyordu.

Aşağıda Clara bahçede tavuklara yem atıyordu. Tavuklar kanat çırpıp gıdaklayınca gülüyordu; sesi akşam havasında parlak ve netti.

Son zamanlarda çok gülüyordu. Kabuslar seyrekleşmişti. Bazı sabahlar, gözlerinde korku olmadan uyanıyordu.

Evlat edinme belgeleri geçen hafta gelmişti. Bölge başkentinden bir yargıç imzalamıştı—başka bir yargıç. Olan biteni duyunca öfkelenmiş, tiksinmiş bir yargıç.

Clara artık Thomas’ın kızıydı. Kan bağıyla değil… ama önemli olan her bakımdan.

Clara dönüp ona el salladı.

“Baba!” diye seslendi. “Gel bak! Bu benim elimden yiyor!”

“Baba” demeye bir ay önce başlamıştı; önce çekinerek, sanki kelimeyi ağzından çıkarınca dünyanın ona ceza vereceğinden korkarak. Sonra güveni arttıkça daha doğal söylemişti.

Thomas’ın göğsü sıkıştı—ama bu kez acıyla değil. Daha sıcak bir şeyle.

“Geliyorum,” dedi.

Verandadan indi. Clara’nın yanına gitti. Birlikte yem serptiler. Tavuklar ayaklarının dibinde gıdakladı, toprağı eşeledi.

Işık sönerken yıldızlar belirmeye başladı.

Clara Thomas’a yaslandı. Thomas kolunu onun omzuna doladı.

“Baba,” dedi Clara bu kez daha sessiz. “Benden vazgeçmediğin için… teşekkür ederim.”

Thomas, Emma’nın yüzünü düşündü. Ama Clara’nın yüzünü de… eşsiz, canlı, kendi hikâyesi olan bir yüzü.

“Asla,” dedi Thomas. “Senden asla vazgeçmeyeceğim.”

Clara gülümsedi.

Ve o anda Thomas anladı: İlk kızını ateşe, karısını kedere, yıllarını yalnızlığa kaybetmişti. Ama şimdi, Clara’nın elini tutarken, gıdaklayan tavukların arasında dururken… sonsuza dek kaybettiğini sandığı bir şeyi bulmuştu.

Bir aile.

Bir amaç.

Bir yuva.

Gecenin ilk yıldızları vadinin üzerinde parladığında Thomas gözlerini kapadı ve Clara’nın annesinin son anlarında söylediği sözleri, bir dua gibi fısıldadı:

“Ağlama, küçüğüm.”

Bu kez sözler acıdan değil; sükûnetten doğdu.

Çünkü artık ağlayacak bir şey yoktu.

Sadece huzur vardı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News