Yıllar Boyunca Eşini Kaybettiğini Sandı… Ama Onu Bir Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde Hâlâ Hayatta Buldu

Gerçek aşk ölmez derler. Ama bazen onu, yalanların, paranın ve gururun altında diri diri gömerler.
Emir, İstanbul’un Bebek semtindeki varlıklı Karadeniz ailesinin malikânesinde bahçıvan olarak çalışıyordu. Her sabah gülleri sularken, balkonda Leyla’yı görürdü — zarif, genç ve özgürlüğü olmayan bir kadının hüzünlü gözleriyle.
O, malikânenin sahibinin kızıydı. Emir ise, toprağa bulanmış elleriyle mütevazı bir adam. Ama gizli bakışlar ve sardunyaların arasına gizlenmiş notlarla, sınıfları aşan saf bir aşk doğdu.
Bir gece, Leyla beyaz bir elbiseyle bahçeye indi.
—“Gidiyoruz, Emir. Artık cam kafeslerde yaşamak istemiyorum.”
Yanlarına sadece birkaç lira, kör bir inanç ve bir gitar alıp kaçtılar. Ayvalık yakınlarında küçük bir kasabada, birkaç ay mutlulukla yaşadılar. Leyla çocuklara piyano öğretiyordu, Emir ise bir tamirhanede çalışıyordu.
Ta ki o kazaya kadar.
Bir trafik kazası, Emir’i haftalarca komada bıraktı. Uyandığında, Leyla yoktu.
Ona “öldü” dediler.
Hastane raporu bunu doğruluyordu.
Bir tabut gömülmüştü.
Ve Emir’in dünyası, kalbiyle birlikte kül oldu.
On bir yıl geçti. On bir kış sessizlikle.
Artık bir devlet okulunda müzik öğretmeniydi. Çocuklara sadece notaları değil, hissetmeyi öğretiyordu. Ama kimse bilmiyordu ki, her piyano tuşuna dokunduğunda Leyla’yı düşünüyordu.
Bir gün sınıfa yeni bir öğrenci geldi: Zehra.
Leyla’nın gözlerinin aynısı vardı.
Ve annesinden bahsettiğinde, zaman durdu.
—“Annem hasta… Büyük bir klinikte kalıyor. Bazen şarkılar söylüyor ama nereden bildiğini hatırlamıyor.”
Emir’in içi buz kesti.
Kızdan kliniğin adını sordu.
“Narlıdere Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi.”
O gece uyuyamadı.
Sabah ilk trenle İzmir’e gitti — kalbi korku ve umutla doluydu.
Resepsiyonda, “Leyla Karadeniz” adını söylediğinde hemşire dondu kaldı.
—“Akrabanız mı?”
—“Eşimdi.”
Sessizlik ağırlaştı.
Hemşire kısık sesle:
—“Yaşıyor… ama babası onu buraya on bir yıl önce yatırmış. Kaza sonrası ‘psikoz geçirdi’ demişler. O günden beri kimse gelmedi.”
Emir, mezarına dönen bir hayalet gibi koridorda yürüdü.
Pencerenin önünde gri saçlı, solgun tenli bir kadın vardı. Ama o gözler… hâlâ onun evidi.
—“Leyla…”
Kadın yavaşça döndü.
—“Emir? Sana öldüğünü söylemişlerdi…”
Gözyaşları, bir zamanlar onları birleştiren ateşi yeniden yaktı.
Leyla, babasının her şeyi planladığını anlattı: Ölümünü sahte belgelerle düzenlemiş, onu “akıl hastası” ilan ettirmişti. Soyadını kirletecek bir aşkı silemezdi.
Emir öfkeyle yandı ama gözyaşlarını sakladı.
—“Seni buradan çıkaracağım, ne pahasına olursa olsun.”
Ertesi gün bir avukat ve gazetecilerle geri döndü.
Skandal manşetleri attı:
“Zengin ailenin kızı on bir yıl boyunca zorla hastaneye kapatıldı.”
Tüm İstanbul konuşuyordu.
Karadeniz ailesinin itibarı çöktü.
Ve o “önemsiz bahçıvan”, herkesin görmezden geldiği gerçeği ortaya çıkaran adam oldu.
Leyla özgürlüğüne kavuştu, hafızası yavaş yavaş geri geldi.
Birlikte mahallede ücretsiz müzik okulu açtılar.
Bir muhabir Emir’e sordu:
—“Zenginlerden nefret mi ediyorsunuz?”
O gülümsedi:
—“Kimseyi sevmemekten bahsetmem. Ama bir daha kimsenin parayı ‘değer’le karıştırmasına izin vermem.”
Leyla elini tuttu.
Ve on bir yıl sonra güneş, yeniden onların üzerine doğdu.