Muhtar Göçebe Yörüğ’ü Herkesin Önünde Aşağıladı – Ama O Adam Kimin Olduğunu Bilmiyordu!
Toz, Utanç ve Adalet: Konya Ovasında Bir Muhtarın Hikayesi
Konya Ovası’nın ortasında, kavrulmuş toprağın çatlaklarında bir kasaba dikiliyordu. Yıl 1872. Binalar rüzgârın ve zamanın eğdiği kerpiç yığınlarıydı, sokaklar kuru bir gürültüyle çizmeleri yutan tozlu yollardı. Burası, herkesin her şeyden önce hayatta kalmaya çalıştığı bir yerdi.
Baybars, ana caddeyi ağır adımlarla yürüyordu. Göğsünde, muhtarlık mührü, yetkinin ve sorumluluğun nişanesi vardı. Yıllar önce savaştan dönmüştü; yaraları görünmezdi, derinin altında, ruhunda gizliydi. Zira burada zayıflık göstermek tehlikeliydi, düşmanı çağırırdı. Çizmeleri tozu ağır ağır kaldırırken, esnaflar dükkan kapılarını yarı yarıya kapatıyor, çamaşırcılar aceleyle asılı çamaşırları topluyordu. Her yer ter, tuz ve bastırılmış bir umut kokuyordu. Bu kasabanın düzeni ve kaderi Baybars’ın omuzlarındaydı. O da bu yükün altında şefkate yer bırakmıyordu; sadece dikkatli bir gözetim, sert bir denge vardı.
Sabahın sıcağı erkenden gelmiş, yapışkan bir ağırlıkla her şeyi sarmıştı. Baybars, ana tüccar Vural Ağa’nın dükkânının önünde durdu. Vural Ağa, un çuvallarını düzenliyor, her kuruşu hesaplıyordu. Gülümseyen yüzünün ardındaki gözler sürekli tartıyor, ne kadar alabileceğini, ne kadar verebileceğini hesaplıyordu. Baybars ona güvenmezdi, ama kasabanın düzeni için karşı çıkmazdı. Adaletten önce denge gelirdi.
“Muhtar Bey,” Vural Ağa ellerini önlüğüne sildi. “Düzen için güzel bir gün.”
Baybars, sessizce başını salladı. Vural Ağa’nın düzeni, kasabanın yalnızca birkaç kişisine yarayan bir düzendi, ama şimdilik sarhoşları sokaktan uzak tutmak ve çiftçilerin su kavgasını önlemek yeterliydi.
Tam o anda, uzakta ince bir toz bulutu yükseldi ve tek bir atlı göründü. Baybars gözlerini kıstı. Güneşe karşı bakıyordu. Atlı, göçebe olduğunu belli ediyordu: Omuzları rahattı ama uyanıktı, gözleri kasabayı okuyordu. Göçebe, dükkanın önünde atından indi. Hareketleri sessiz ve gereksiz gürültüden uzaktı. Omzunda bir deri çanta, elinde katlanmış bir bohça vardı.
Baybars, muhtarlık binası önünde kımıldamadan durdu. Vücudu gerilmişti, bir yay kirişi gibi. Bu, kayıp hayvanlar ve kesik çitler hakkında şikâyetler gelmeye başladıktan sonra kasabaya giren ilk göçebeydi. Şikayetler muhtemelen yalandı, ama Baybars sessizliğini sürdürmeliydi.
Göçebe dükkana girdi ve kapı sert bir sesle kapandı. Baybars bekledi, saniyeleri saydı. Kasabanın sessizliği yoğunlaştı. Çamaşırcılar durdu, çocuklar annelerinin arkasına saklandı. Demircinin köpeği bile sustu. Herkes bir şeyin kırılmasını bekliyordu.
On dakika geçti, sonra yirmi.
Göçebe dükkândan çıktığında elleri boştu ve yüzü hiçbir ifade göstermiyordu. Atına bindi ve gitmeye hazırlandı.
Tam o sırada, Vural Ağa dükkândan fırladı. Yüzü kıpkırmızıydı, elleri titriyordu. “Muhtar Bey! Muhtar Baybars!”
Baybars yavaşça ona yürüdü. “Ne oldu Vural Ağa?”
“Şu yabancı!” Vural Ağa uzaklaşan göçebeyi gösterdi. “Benden bir alet kutusu çaldı! Dükkanın arkasındaydı, şimdi yok! O olmalı!”
Baybars, göçebeye baktı. Ağır gidiyordu, arkasına bakmıyordu. Bir şey onu rahatsız etti: Hırsız koşardı, suçlu gergin olurdu, ama göçebe sakindi. Sanki vicdanı temizdi, korkusu yoktu.
“Emin misiniz?” diye sordu Baybars.
“Kesinlikle! Bir saat önce oradaydı. Sadece o girdi çıktı. O olmalı!”
Baybars, kasabanın bakışlarını sırtında hissetti. Ne beklediklerini, ne istediklerini biliyordu.
“Dur!” Baybars’ın sesi havayı bir kırbaç gibi kesti.
Göçebe atını durdurdu, yavaşça döndü. Gözlerinde korku yoktu, sadece sabır vardı. Çok şey görmüş askerlerin eski sabrı. Muhtar ona doğru yürüdü. Kasaba pencerelere, kapılara üşüşmüştü, ne olacağını görmek için.
“İn aşağı.” Baybars emretti. Sesi, planladığından daha sertti.
Göçebe sessizce indi. Hareketleri kontrollü ve hesaplıydı. “Alet çaldığını söylüyorlar,” dedi Baybars. “Çantanı boşalt.”
Göçebe itiraz etmedi. Çantasını çözdü, yere boşalttı. Kuru kökler, kuru et, bezle sarılı matara… Başka hiçbir şey yoktu. Baybars, aleti bulamayacağını göçebenin sakinliğinden biliyordu, ama kasaba bir gösteri bekliyordu. Baybars o gösteriyi sunmalıydı.
“Gömleğini çıkar.”
Göçebe tereddüt etmedi. Pamuklu gömleğini çıkardı. Güneşteki çıplak göğsü eski yaralarla doluydu, anlatılmayacak hikâyelerdi. Baybars aradı, hiçbir şey bulamadı. Utanç hissetti ama onu, hissetmemesi gereken yere sakladı.
“Diz çök.” Kelimeler Baybars’ın ağzından gereksiz ve acımasızca çıktı. Kasaba bunu görmek istiyordu: Diz çökmüş, aşağılanmış, bu düzendeki yerini hatırlayan bir göçebe.
Göçebe, muhtara uzun uzun baktı. O an, Baybars kanını donduran bir şey gördü: Acıma. Gözlerde nefret değil, acıma vardı. Sanki biliyordu. Baybars’ın kendisinden daha fazla mahpus olduğunu biliyordu.
Göçebe diz çöktü.
Aynı sakinlikle kalktı, eşyalarını topladı, gömleğini giydi, atına bindi. Gitmeden önce son kez Baybars’a baktı. Bir şey söylemesine gerek yoktu. Mesaj netti: “Kim olduğunu biliyorum. Neden korktuğunu biliyorum. Seni bunun için yargılamıyorum.” Sonra gitti. Arkasında toz kalktı, bir perde gibi, oyun kapandı.
Kasaba dağılmaya başladı, memnundu. Vural Ağa dükkana döndü. Çocuklar saklandıkları yerden çıktı. Hayat devam etti.
Ama Baybars caddenin ortasında kaldı. Elleri titriyordu, ağzı kupkuruydu. Bir şey değişmişti, bir şey kırılmıştı. Yaptığı şeyin adalet değil, yetki kılığına girmiş korkaklık olduğunu biliyordu.
O gece Baybars uyuyamadı. Masadaki mühre baktı. Kaç kez “hukuku” bahane etmişti, doğru olanı yapmamak için? Ay pencereden giriyordu. Vişki içti, ama alkol göğsünde yanan utancı söndürmedi.
Ertesi gün kasaba huzursuz uyandı. Belki de Baybars yeni gözlerle uyandı. Ortak kuyunun vanası açılmış, o değerli su kuru toprağa boşa akmıştı. En zengin çiftçi Timur Ağa, muhtarlık ofisine öfkeyle geldi: “Biri ahırımın kapısını açmış! Yirmi hayvan kaybettim, vadiye daldılar!”
Baybars araştırdı. Kapılar açıktı ama kırık değildi. Kim açtıysa mekanizmayı biliyordu. Şiddet izi yoktu, sadece hassasiyet vardı. Öğleye doğru telgraf memuru daha kötü bir haberle geldi: Telgraf kablosu kasabadan birkaç kilometre uzakta kesilmişti. Kasaba tecrit edilmişti. Yardım isteme yolları kesilmişti.
Söylenti ateş gibi yayıldı: Göçebe geri dönmüştü, intikam için. Herkes Baybars’a bakıyordu. Bir şey yapmasını bekliyorlardı. Ama Baybars emin değildi. Bir şey uymuyordu. İntikam isteyen insan saldırır, kan dökerdi. Bu adam ise yapı bozuyordu. Başka bir amacı vardı. Baybars henüz anlamıyordu.
Hafız Kılıç, o Cuma minbere çıktı. Sesi kükürt ve korku kokuyordu. Kasabayı tehdit eden tehlikeden, aileleri koruma zorunluluğundan konuştu. Sözleri, kasabada tehlikeli bir şey tutuşturdu: Güvenlik adına yapılan her şey meşruydu. Baybars, kasabanın sertleştiğini, taş gibi olduğunu hissetti. Çocuklar, “yabancı kovma” oyunları oynuyordu.
Bu sırada, birkaç kilometre uzakta, ardıçların ve kırmızı kayaların arasında Hatun yaşıyordu. Annesi Türk, babası göçebeydi. Kenarda büyümüştü, yarı kabul edilmiş, tamamen reddedilmişti. Hayatta kalmayı öğrenmişti, geçici işlerle. Aylar önce Vural Ağa’nın dükkânını süpürmeyi kabul etti. Az para veriyordu, ama paraydı. Hatun, görünmez olmaya çalışarak temizledi.
Ama kulaklar kapanmazdı. Fısıltıları duydu. Vural Ağa’nın sakladığı haritaları gördü. “İmtiyaz”, “boş toprak”, “federal temsilci” kelimelerini anladı.
Sonra humma geldi. Yardıma ihtiyacı vardı, ama kasabada kimse, iki dünyanın lanetini taşıyan kadına yaklaşmak istemedi. Vural Ağa, Baybars’ı kovmaya ikna etti. “Halk sağlığı için tehlike Muhtar Bey.” Baybars emri imzaladı, zulüm değil, ihtiyat dedi kendine.
Hatun, azıcık eşyayla kasaba dışına çıkarıldı. Geri gelirse hapsedileceği söylendi. Tepelere yürüdü. Humma gözlerini bulandırdı. Yere yığıldı, ölmeyi bekledi.
Ama ölmedi. Biri onu buldu.
Selçuk, su izi takip ederken onu gördü. Tanıdı onu. Annesi, yıllar önce askerler kovalarken Selçuk’un annesine sığınak vermişti. Borç ödendi. Selçuk düşünmedi. Hatun’u korunaklı yere taşıdı, su verdi, üç gün baktı. Kök çorbası hazırladı, ateş yükseldiğinde soğuk kompres değiştirdi. Minnet beklemedi.
Hatun sonunda aklı açık uyandığında, ilk gördüğü Selçuk’tu. “Kimsin sen? Neden yardım ediyorsun?”
Selçuk, çorbayı tattı, tuz ekledi. Sonunda ona bakmadan, “Annen anneme yardım etti. Borç ödendi,” dedi.
Sonraki günler sessizdi. Selçuk erkenden avlanmaya çıkıyor, gerekli şeylerle dönüyordu. Hatun yavaş yavaş iyileşti. O birliktelikte Hatun, Selçuk’u anlamaya başladı. Gençken askerlere izci olmuş, izleri okumayı öğrenmişti. Ama başka bir şey de öğrenmişti: Adamları okumayı, korkularını, hırslarını.
“Neden gittin o gün kasabaya?” diye sordu Hatun bir öğleden sonra.
Selçuk tahta yontuyordu. “Merhem, iplik, kemik suyu lazımdı. Senin için. Hastayken gittim. Biliyordum.”
“Beni mi arıyordun?”
“Hayır, seni değil. Yardım lazım olanı. Annem öğretti. Borç varsa ödenir.”
Hatun’un göğsünde bir şey kıpırdadı. Minnetten daha derindi. Bu göçebe adam, ihtiyacı olan şeyi almak için onurunu riske atmıştı. Meydanda aşağılandığında ise şiddetle intikam almadı, sadece yoluna devam etti.
“Sen miydin?” Hatun aniden sordu. “Kuyu, kapılar, telgraf?”
Selçuk yontmayı kesmedi. “Zaman lazımdı. Buraya yakın aramayı bırakmalıydılar.”
“Neden saldırmadın?”
“Saldırmak kolay,” diye cevap verdi Selçuk. “Karıştırmak daha iyi. Saldırırsan öfkeyle ararlar. Karıştırırsan korkuyla. Korku hata yaptırır.”
Hatun o zaman anladı. Selçuk sadece hayatta kalan değil, bir stratejistti. Her hareketin hesaplı bir amacı vardı. Selçuk’un öğrenip de Hatun’a söylemediği başka bir sebep daha vardı: Vural Ağa sadece açgözlü bir tüccar değildi, kasabayı değiştirecek bir komplo kuruyordu.
Vural Ağa’nın hükümet temsilcileriyle bağlantısı vardı. Dere yakınındaki toprakları boş ilan ettirmek istiyordu. Bu, kuşaklar boyu o toprakları kullanan göçebe ailelerin kovulması demekti. Karşılığında Vural Ağa, yeni ulak durağı için tedarik sözleşmesi alacaktı. Telgrafın kesilmesi intikam değildi, stratejiydi. Vural Ağa’nın temsilcilerin gelişini onaylamasını engelliyordu. Selçuk’a kanıt bulma zamanı veriyordu.
“Kağıtlar var,” dedi Selçuk o gece Hatun’a. “Vural Ağa’nın dükkanında, haritalar, mektuplar, planını gösteren şeyler.”
“O zaman bulmalıyız. Muhtara göstermeliyiz.”
Selçuk, Muhtar kelimesini yaktı gibi tükürdü. “Beni dizlerimin üstüne çöktürdü. Kasabası güvende hissetsin diye.”
“Biliyorum,” dedi Hatun. “Ama Baybars kötü değil, zayıf. Bazen zayıflar güçlenebilir. Sebep verilirse.”
Selçuk uzun süre ona baktı. Sonra başını salladı. “O zaman sebep vermeliyiz.”
Baybars o akşamdan sonra uyuyamadı. Diz çöken göçebeyi görüyordu. O acıma dolu bakış, nefretten daha kötüydü.
Sabah uyandığında Vural Ağa’nın dükkânı duvarında bir işaret gördü. Küçük, tahtaya oyulmuş bir daire, içinden çizgi geçen bir göçebe işareti. Tehdit değil, mesajdı. Baybars bu işareti askerlik günlerinden tanıyordu. İşareti bırakan, Baybars’ın tanıyacağını biliyordu. Bu bir göz dağı değil, bir davetti.
O gece Baybars karar verdi. Şafaktan önce kasabadan çıktı. Sabotajların yönü hep doğuya, ardıçların sık büyüdüğü tepelere işaret ediyordu. Saatlerce yürüdü. Ne aradığından emin değildi, sadece oturup bekleyemeyeceğini biliyordu.
Öğlene doğru ardıçları buldu. Yamaçtan indiğinde küçük bir ateşin dumanını gördü. Ateşin yanında oturan Hatun’u gördü. Baybars hemen tanıdı. Kovma emrini o imzalamıştı. Utanç hissetti ama yuttu.
“Muhtar Baybars,” dedi Hatun başını kaldırarak. İrkilmedi. “Burada ne işin var?”
“Seni güvenliğin için kovduk.”
“Beni kolaylık için kovdunuz,” diye düzeltti Hatun, saldırganlık olmadan. “Şimdi buradayım, çünkü biri yaşamaya değer gördü.”
Selçuk kayaların arkasından çıktı. Sessizdi. Baybars’ın eli içgüdüsel tabancasına gitti, ama Selçuk silahsızdı. Sadece boş eller ve o sonsuz sabırlı bakış.
“Tutuklamaya gelmedim,” dedi Baybars, kendisi de şaşırdı.
“Öyleyse neden geldin?” diye sordu Hatun.
Baybars şapkasını çıkardı. “Anlamam gerek. Kasabada inanılanlar doğru mu? Bize saldırıyor musun?”
“Saldırmıyorum,” diye cevap verdi Selçuk. “Koruyorum.”
“Neyi koruyorsun?”
“Onu,” Selçuk, Hatun’u gösterdi. “Ve bildiğini.”
Hatun ayağa kalktı. “Muhtar Bey, Vural Ağa bir şey planlıyor. Deredeki toprakları bitirecek bir şey. Federal temsilciden mektupları var, haritaları var. Göçebeleri kovmak için.”
Baybars, dünyanın hafifçe eğildiğini hissetti. “Vural Ağa kasabayı mı satıyor diyorsun?”
“Hayır,” diye düzeltti Hatun. “Kendisine ait olmayan toprakları satıyor. Karşılığında yeni ulak durağı tedarik sözleşmesi alacak. Bunu yaparken kendini, kasabayı güvende tutan kahraman gösterecek.”
“Kanıtın var mı?”
Hatun, katlanmış bir kâğıt çıkardı. Baybars açtı. Vural Ağa’nın yazısını tanıdı. Kısa bir nottu: “Çavuş İbrahim, sabah derenin yanını kolla, göçebe görürsen uzaklaştır. Temsilci gelmeden sorun istemiyoruz. Ekstra ödeme yapacağım.”
“Bunu nasıl buldun?”
“Vural Ağa’nın çöpünde. Buruşturmuştu. Kimse okur düşünmemişti, ama ben okuyorum.”
Baybars, inandığı her şeyin kuru kerpiç gibi yağmur altında kırıldığını hissetti. Göçebe hakkındaki her şey yalandı. Tek bir adamın çıkarına hizmet eden manipüle edilmiş bir gerçekti.
Selçuk konuştu. “Kuyuyu kötülükten açmadım. Vural Ağa’nın adamları yakındaydı. Kasabaya rapor vermelerini istedim, dikkati dağıtmak için. Kapılar da öyle. Hayvan kaybolmadı, sadece dağıldı. Hepsi geri gelir.”
“Telgraf,” diye ekledi Hatun. “Onaylama olmadan temsilci hazırlıksız gelir. Planını sergileyemez.”
Baybars kayaya oturdu. “Bu doğruysa Vural Ağa sadece açgözlü değil.”
“Hayır,” dedi Hatun. “Bir komplo.”
“Temsilci geldiğinde,” diye ekledi Selçuk, “kasaba topraktan fazlasını kaybeder, ruhunu kaybeder.”
Baybars, Selçuk’a baktı. “Meydanda fırsat varken neden öldürmedin beni?”
“Öldürmek kolay,” diye cevap verdi Selçuk. “Ama hiçbir şeyi çözmez. Senin gibi adamların uyanması gerek. Ölmesi değil.”
Baybars o geceyi ardıçlıkta geçirdi. Şafakta yıllardır hissetmediği bir berraklıkla uyandı. “O belgelere ihtiyacımız var,” dedi. “Onlar olmadan Vural Ağa’nın sözü, benim sözümden değerli.”
“Alabilirim,” dedi Selçuk.
“Yakalanırsan, öldürürler. Öldürürlerse bu, onların istediği hikaye olur. Tehlikeli göçebe, ölmeyi hak eden.” Baybars ayağa kalktı. “O zaman ne öneriyorsun?” diye sordu Hatun.
“Birlikte gireriz.” Baybars şapkasını taktı. “Sen belgelerin yerini biliyorsun. Selçuk görülmeden hareket etmesini bilir. Ben de insanları istemediğini duymaya nasıl zorlarım bilirim.”
O gece kasaba huzursuzdu. Karanlıkta üç figür gölgeler arasında hareket etti. Selçuk yol gösteriyordu. Hatun dükkana giden yolu gösteriyordu. Baybars, uzun zamandır ilk kez doğru şey yaptığını hissediyordu. Yan pencereye geldiler. Selçuk, Hatun’un söylediği yerde anahtarı buldu. Dükkânın kapısı sessizce açıldı.
Hatun, masanın arkasındaki sandığı işaret etti. Üçü birlikte sessizce sandığı kaydırdılar. Altında deri klasör vardı. Baybars açtı. Hatun’un anlattığı her şeyi gördü: İşaretli haritalar, resmi mühürlerle mektuplar, tutulan çiftçilerin isim listeleri. Tam kanıt. Baybars dikkatle seçti: Ana harita, iki mektup, ödeme listesi. Komployu kanıtlamaya yeterliydi. Gerisini yerinde bıraktı.
Çıkmak üzereyken dışarıdan ayak sesleri duydular. Timuçin ve başka biri. “Işık gördüğüne eminim.”
Selçuk, kandili söndürdü. Karanlık onları yuttu. Üçü hareketsiz kaldı. Adımlar kapıya yaklaştı. Baybars, Timuçin’in nefesini duyabiliyordu. Bir saniye, iki, üç… Sonra adımlar uzaklaştı. “Yarın kontrol edeyim. Şimdi uyumam gerek.”
Bir saat beklediler. Sonra hareket ettiler. Dükkândan çıktıklarında kasaba hala uyuyordu. Kimse, gömülmek istenen gerçeğin çalındığını görmedi.
Ertesi gün meydan doluydu. Toplantı öğlen olacaktı. Vural Ağa dükkân önüne küçük bir platform kurmuştu. Timuçin tüfekle yanındaydı. Hafız Kılıç, Kuran’ı bir silah gibi açıyordu. Kasaba heyecanlıydı, adalet kisvesine bürünmüş kan istiyordu.
Vural Ağa platforma çıktı. Sesi yumuşak ve ikna ediciydi. “Dostlar, komşular. Tehditle karşı karşıyayız. Ama iyi haberler var. Hükümet temsilcileriyle bağlantı kurdum. Yakında gelecekler. Topraklarımızı değerlendirmek için, ilerleme getirmek için…”
“Yalanlar.”
Baybars’ın sesi konuşmayı bir bıçak gibi kesti. Herkes döndü. Muhtar platforma yürüyordu. Elinde klasör tutuyordu.
Vural Ağa şaşırdı ama sakinliğini korudu. “Muhtar Baybars. Bu ne demek?”
Baybars izinsiz platforma çıktı. Klasörü açtı. Haritayı çıkardı. “Bunu kim tanıyor?” Dere haritası. “Ama sıradan harita değil. Toprakları bölen çizgiler. Fiyatları gösteren rakamlar.” Kalabalık hareketlendi.
Baybars devam etti. “Bunlar Vural Ağa ile federal temsilci arasındaki yazışmalar. Boş topraklardan bahsediyorlar. Satılabilir topraklardan. Ödeme, tedarik sözleşmesi. Hepsi o toprakların sahibi yokmuş gibi ilan etmek karşılığında.”
“Yalanlar!” diye bağırdı Vural Ağa. “Muhtar aklını kaybetti! Bu belgeler özel!”
“Özel mi?” Baybars isim listesini çıkardı. “İşte tuttuğun çiftçilerin isimleri. Göçebe uzaklaştıran adamlar. Neden yaparsın bunu Vural Ağa? Neden toprak terk edilmiş görünmeli?”
Kalabalık anlamaya başladı. Karışıklık şüpheye dönüyordu.
Son vuruş: Baybars, Hatun’un bulduğu buruşmuş notu çıkardı. “Kendi elin, kendi imzan. Çavuşa göçebe uzaklaştırma talimatı. Neden Vural Ağa? Neden tehdit gibi görünmeleri gerek?”
Vural Ağa belgeleri kapmaya çalıştı ama Baybars erişemeyeceği yerde tuttu. Tüccar soğukkanlılığını kaybetti. “O belgeler özel! Hakkın yoktu!”
“Özeldi,” diye düzeltti Baybars. “Kasabanın güvenliğini bahane ederek açgözlülüğe kadar. Herkes için güvenlikten bahsediyorsun ama sadece kendini zenginleştirmek için pazarlık yapıyorsun.”
Tam o sırada, kötü bağlanmış bir tekerlekli araç rüzgârla çözüldü ve meydanın eğiminden aşağı yuvarlandı. İnsanlar çığlık attı. Baybars belgelerle meşguldü. Geleni görmedi.
Selçuk kalabalıktan çıktı. Eli Baybars’ın omzunu yakaladı, yana çekti. Tam araç yanlarından geçerken, itiş Selçuk’u dükkân duvarına fırlattı. Kuru bir ses. Kan. Selçuk, koluna dokundu, eli kırmızı çıktı.
Meydan sessizleşti. Baybars, yavaşça acıya rağmen ayağa kalkan Selçuk’a bakıyordu. Göçebe bir şey söylemedi. Az önce onu aşağılayan adamı kurtarmıştı. Af için değil, minnet için değil. Sadece doğru olduğu için.
Hatun o zaman ortaya çıktı. Elinde daha fazla kağıt tutuyordu. Kalabalığa uzattı. “Yazıyı tanıyın, imzaları tanıyın. Her şey gerçek.”
Timur Ağa, çiftçi, ileri çıktı. Belgeleri inceledi. Sert adamdı ama aptal değildi. Okumayı biliyordu. “Bu doğru,” dedi sonunda. “Vural Ağa bizi satmayı planlıyordu. Hepimizi.”
Kalabalık patladı. Vural Ağa kaçmaya çalıştı, ama kalabalık onu çevirdi.
Baybars elini kaldırdı. “Kimse dokunmaz. Yargılanacak. Olması gerektiği gibi.” Kelepçeyi çıkardı, Vural Ağa’nın bileklerine taktı. Her zaman güçlü olan tüccar, şimdi küçük görünüyordu.
“Hücreye götür,” Baybars, Timuçin’e emretti. Yardımcısı itiraz etmeden uydu.
Meydan boşaldığında, güneş batmaya başladığında, Baybars göğsünden mührü çıkardı. Tuttu, ağırlığını hissetti. Sonra Timuçin’e uzattı.
“Ne yapıyorsun Muhtar Bey?”
“Artık muhtar değilim,” Baybars cevap verdi. “Muhtar hukuku korur. Ben sadece korkumu korudum. Benden daha iyi biri gerek.”
“Senden iyi değilim.”
“O zaman iyi biri ol. Bundan öğren. Vicdansız yetki, şiddetin başka şeklidir. Öğren.”
Hatun ve Selçuk ayrılmaya hazırlanıyordu. Baybars onlara yaklaştı. “Hatun, bu senin.” Masaya para koydu. “Ödenmemiş maaş ve sana yaptıklarımız için telafi.”
Hatun aldı, sessizce. Baybars Selçuk’a döndü. “Nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
“Teşekkür etme,” diye cevap verdi Selçuk. “Sadece öğren.”
İkisi, dere yoluyla ayrıldı. Batmakta olan güneş altında parlayan su çizgisini takip ettiler. Kasaba geride kaldı. Çölden daha küçük ama belki öncesinden biraz daha dürüst.
Baybars kasabada kaldı, ama muhtar olarak değil. Kuyunun bakımını üstlendi, çitleri tamir etti. Hizmet eden, yetki gerektirmeyen işler yaptı. Keşfetti ki, dürüst çalışma bastırılmış suçtan daha iyi iyileştirir.
Hükümet temsilcileri geç geldi. Beklediklerinden farklı bir hikâye buldular. Satış olmadı, sözleşme olmadı. Sadece yanlışı çoktan öğrenmiş bir kasaba.
Toz çöktüğünde, geride basit bir görüntü kaldı. Dere kenarında iki yolcu, su çizgisini takip ediyorlardı.
