Amerikan Poligonunda Kimse Hedefi Vuramadı — Ta Ki Bir Bordo Bereli Tüfeği Eline Alana Kadar

Dağların Hayaleti: Yıldız Rüzgar Doktrini
Amerika’daki bir askeri atış poligonunun üzerindeki sabah güneşi, New Mexico çölünün kızıl tozunu aydınlatıyordu. Sabah 08:30’du ve güneş, 1800 metredeki çelik hedefi bir iğne ucu kadar parlatıyordu. Bu küçük parlak nokta, saatlerdir ABD Ordusu’nun en yetenekli genç nişancılarını yenilgiye uğratıyordu. Son teknoloji ürünü, karbon fiber dipçikli tüfekler ve balistik bilgisayarlar art arda ateşleniyor, ancak her atış, rüzgarın görünmez eliyle hedefin soluna veya sağına sürükleniyordu. Hiçbiri hedefi bulamıyordu. Modern teknoloji, doğanın karmaşıklığı karşısında diz çökmüştü.
Tam o anda, poligona giden tozlu giriş yolunda yaşlı bir adam belirdi. Yıpranmış kot pantolonu ve güneşten rengi solmuş eski bir iş gömleği vardı. 84 yaşındaydı, yorgun bir gölge gibi sessizce ilerliyordu. Adı Ahmet Yıldız’dı. Kimse farkında değildi ama o, yıllar önce Türk Özel Kuvvetlerinden emekli olmuş, efsanevi bir Bordo Bereli’ydi. Hayatını dağlarda geçirmiş, rüzgarı okumayı en gelişmiş makinelerden çok daha iyi öğrenmişti. Ve bugün, Amerikan topraklarında o rüzgar, yeniden onun dilinden konuşacaktı.
Poligonda görevli Başçavuş Mike Anderson, kalın, bıçak gibi bir sesle sessizliği böldü. Bakışları, kendi başarısız askerlerinden ziyade, ateş hattının gerisinde duran yaşlı adama kilitlenmişti. Modern savaşçının kusursuz tanımıydı; güçlü, kendinden emin ve en yeni teknolojiyle donatılmıştı. Bileğindeki balistik bilgisayar, Ahmet’in kullandığı arabadan bile daha pahalıydı.
“Burası nereye geldiğini biliyor musun, dede?” diye sordu Anderson, küçümseyici bir tonla. Ahmet sakindi. Elinde, beze sarılı uzun bir nesne tutuyordu. Duruşunda bir acele yoktu, ama keskin gözleri hiçbir detayı kaçırmıyordu. Ateş hattına yakın bayraklara baktı; her biri farklı bir açıyı, farklı bir hikayeyi anlatıyordu. Genç askerlerin yüksek teknolojili cihazlarının çözemediği bir kaos senfonisi.
Anderson sert bir sesle, “Burası aktif atış poligonu,” dedi. “Sivil varlığı kesinlikle yasak. Hemen gitmeniz gerekiyor.”
Ahmet’in bakışları, rüzgarla dans eden bayraklardan Başçavuş’un donuk mavi gözlerine kaydı. Anderson’ın öfkesini bir sünger gibi içine çekiyordu. Gözlerinde kış gökyüzü gibi derin bir hüzün vardı.
“Rüzgar bugün çok karışık,” dedi Ahmet, sesi alçak ama sarsılmaz bir tondaydı. “Sadece bir rüzgar yok. Üç farklı rüzgar var.”
Anderson kısa, alaycı bir kahkaha attı. Genç askerler huzursuzca kıpırdandı. Balistik hesaplayıcılar sabahtan beri tutarsız veriler gösteriyordu. Cihazlar ne hesaplarsa hesaplasın, 1800 metre ötedeki hedefe ulaşan mermi yoktu.
“Üç rüzgar mı?” diye alay etti Anderson, kollarını kavuşturarak. “Dinle amca. Bu iş parmakla rüzgar ölçmek kadar basit değil. Biz burada mermi dönüşü, atmosferik basınç ve sıcaklık değişimleriyle uğraşıyoruz. Bu bilim.”
Ahmet sadece hafifçe omuz silkti. “Bileğindeki o cihaz,” dedi, yavaşça ilerleyerek, “1000 metre ötedeki kayalıklardan yükselen termal akımı göremez. Soldaki vadiden gelen aşağı akımı hissedemez. Hedef tarafındaki bayrak seni yanıltıyor. Soldan sağa rüzgar gösteriyor, ama vadi hedefin önünde ters yönde bir akım oluşturuyor. Mermi, üç farklı hava katmanından geçmek zorunda.”
Genç askerlerden Onbaşı Davis, dürbününü indirdi. Yaşlı adamın sözleri kulağına garip, ama gözlemlerine göre mantıklı geliyordu. Sabahtan beri izlediği serap dalgaları, farklı mesafelerde farklı yönlere dalgalanıyordu. Ama bunu Başçavuş Anderson’a söylemeye cesaret edemedi.
Anderson’ın yüzü gerildi. Profesyonel gururu incinmişti. “Sanırım sen daha iyisini yapabilirsin, öyle mi?” diye meydan okudu. Sesi artık alaydan çok öfke taşıyordu. Ahmet’in elindeki bez sarılı nesneyi işaret etti. “O nedir? Dedenin sincap tüfeği mi?”
Ahmet sessizce bezi açmaya başladı. İçinden ne karbon fiber dipçikli modern bir tüfek ne de lazerli optiklerle donatılmış bir ekipman çıktı. Ahşap ve çelikten, yıllanmış bir silahtı. Ceviz dipçik yılların izleriyle çizilmişti, sayısız çentikle doluydu. Üzerindeki dürbün basitti, karmaşık ayarları yoktu. Eski bir Sovyet Dragunov keskin nişancı tüfeğiydi. Askerler nefeslerini tuttu. Çoğu onu sadece tarihi fotoğraflarda görmüştü.
Anderson alaycı bir kahkaha attı. “Ciddi olamazsın. O antika hedefe ulaşamaz. Namlusu çürümüştür. Kendini yaralayacaksın.”
Tam o anda, Anderson’ın parmağı tüfeğin dipçiğindeki derin bir oyuğa dokundu. Poligonun sıcağı, Ahmet’in zihninde bir anda eriyip gitti. Dünya değişti. Artık 84 yaşında değildi. 19 yaşındaydı. Tozlu poligon yerine Doğu Anadolu’nun sisli dağlarındaydı. Çamur ve yağmurun kokusu ciğerlerini doldurdu. Karnının üzerinde yatıyordu, nefesi sabit, kalbi sakin. Aynı tüfek elindeydi. Ceviz dipçik ıslanmış, üzerinde taze bir çentik vardı—dakikalar önce çok yakına düşen bir havan mermisinin şarapnelinden kalma. Yarım mil ötedeki açıklıkta düşman makineli tüfeği, tüm bir taburun ilerleyişini durduruyordu. Tetiği çekti. Susturucunun boğuk sesi dağlara karıştı ve o an, dünya sessizliğe gömüldü.
Gözlerini açtığında tekrar poligonun güneşli sıcağındaydı. Anderson’ın yüzündeki ifade değişmemişti, ama Ahmet’in etrafındaki hava değişmişti. Tüfek müze parçası değildi. Onun bir parçasıydı.
Başçavuş Anderson sabrının sonundaydı. Sabahki başarısızlığı öfkeye dönüşmüştü. “Son kez söylüyorum!” diye bağırdı. “Burası yasak bölge. Silahı bırakın ve ateş hattından uzaklaşın.”
Anderson sert bir adımla yaklaşıp Ahmet’in omzuna dokundu. Eli yaşlı adamın ceketine değdiği anda, gerilim doruğa çıktı. Ahmet kıpırdamadı. Yavaşça Anderson’a baktı. Gözlerindeki ifade öfke ya da korku değildi. Sadece derin, yorgun bir üzüntü ve biraz da merhamet vardı.
Tam o sırada, uzaktan ilk siren sesi duyuldu. Önce cılız, sonra göğüs kafesinde hissedilecek kadar yakındı. Poligondaki herkes durdu. Bu ses, sıradan bir denetim sireni değildi. Tepeyi dönen üç siyah askeri araç, toz bulutu içinde poligona girdi. Kapıları aynı anda açıldı.
İlk çıkan Albay James Carter’dı, yüzünde kararlı bir ifade vardı. Ama arka kapı açıldığında ortam tamamen değişti. İçeriden uzun boylu bir adam indi. Omuzlarında gümüş yıldızlar parlıyordu. Bir Tuğgeneral’di.
Tüm poligon sessizleşti. Rüzgar bile esmez olmuştu. Askerler farkında olmadan dikkat pozisyonuna geçti. Anderson’ın eli, Ahmet’in omzundan yavaşça indi. Tuğgeneral, hiçbir şey söylemeden yürüdü ve doğrudan Ahmet Yıldız’ın karşısında durdu. Aralarında sadece birkaç adım mesafe vardı.
Sonra bir anda, sağ elini alnına götürdü. Hayatında attığı en net, en keskin selamı verdi. Sanki bütün dünya o hareketle durdu.
“Sayın Yıldız,” dedi General, sesi titremezken saygıyla doluydu. “Bir onur, efendim.”
Anderson’ın yüzü bembeyaz kesilmişti. “Komutanım,” dedi, sesi titreyerek. “Bu adam izinsiz girdi. Sahte bir kimlikle…”
Tuğgeneral yavaşça başını Anderson’a çevirdi. Selamını indirmedi. Bakışı, fiziksel bir darbe kadar sertti. “Bu toprakta, onun benden veya senden daha fazla yetkisi var.” Sonra askerlerin tamamına döndü. “Bu adamın kim olduğunu biliyor musunuz?”
Hiçbir cevap gelmedi. Tuğgeneral devam etti. “Bu Ahmet Yıldız. Türk Özel Kuvvetlerinin efsanesi, Dağların Hayaleti. Bu adam haritalarda bile işaretlenmemiş yerlere gitti. Kaybolan askerleri geri getirdi. Kendisine verilen her madalyayı reddetti ve 1970 yılında tek başına 12 Bordo Bereli’yi düşman hattının arkasından kurtardı. Bugün topraklarımızda huzur içinde yatan komutanlardan biri, o operasyonun içindeydi.”
General sustu. Sonra Ahmet’in yakasındaki küçük metal parçaya dokundu. “Bu bir madalya değil,” dedi. “Bu, o kurtarma sırasında aldığı yaradan kalan şarapnel. Ve bu, onun gibi bir adamın verebileceği en yüksek onurdur.”
Poligonda sessizlik ağırlaştı. Tuğgeneral, tüm dikkatini Başçavuş’a çevirdi. “Davetiyesini sordunuz,” dedi, buz gibi bir sakinlikle. “Size net olayım: O tepedeki her mezar taşı, onun davetiyesidir. Madalyalarını görmek istediniz. Bu adamın vücudundaki yaralar, hiçbir kural kitabının ölçemeyeceği bir cesaret göstergesidir.”
“Yaşayan tarihin önünde durdunuz ama bir problemden başka bir şey görmediniz. Yarın sabah saat 6’da ofisimde olacaksınız. Gerçek saygının ne anlama geldiğini konuşacağız.”
General arkasını dönmek üzereyken Ahmet Yıldız, elini uzatıp koluna hafifçe dokundu. “James,” dedi yumuşak bir sesle, generalin adını kullanarak. “Sadece işlerini bildikleri tek şekilde yapan çocuklardı. Bırak gitsin.”
Generalin sert ifadesi yavaşça yumuşadı. Sonra Ahmet döndü ve doğrudan Anderson’a baktı. “Oğlum,” dedi sakin ama derin bir tonla. “Giydiğin o üniforma sana otomatik olarak saygı kazandırmaz. Saygı, her gün davranışlarınla kazandığın bir şeydir. Ve bazen en önemli insanlar, hiç üniforma giymeyenlerdir.”
Tuğgeneral, şahsen Ahmet Yıldız’a ateş hattına kadar eşlik etti. “Bay Yıldız,” dedi, “Bu askerlerimize nasıl yapıldığını gösterme onurunu bize verir misiniz?”
Ahmet sessizce başını salladı. Boş hedef hattına doğru yürüdü. Yere yattı ve eski Dragunov’un arkasına yerleşti.
“Bilgisayarlarınız veri arıyor,” dedi. “Ama asıl bakmanız gereken işaretlerdir. 1000 metredeki kayaların üzerindeki o parıltıyı görüyor musunuz? Sağdan sola hareket ediyor. Bu bir termal akım. Ama 1500 metredeki o çimenlere bakın. Neredeyse kıpırdamıyorlar. Rüzgar orada kendine dönüyor. Hedef tarafındaki bayrak tamamen yanıltıcı. Gerçek pencere, o iki rüzgar arasındaki boşlukta.”
Dürbünde birkaç küçük ayar yaptı. Her hareketi net ve emindi. Yanağını tüfeğin yıpranmış dipçiğine yasladı. Derin bir nefes aldı. Yarısını bıraktı. Poligon sessizleşti. Tüm gözler ona çevrilmişti.
Eski Dragunov ateş etti. Ses diğer tüfeklerden farklıydı; daha tok, daha anlamlıydı. Bir an boyunca kimse nefes almadı. Sonra duyuldu: 1800 metreden gelen net bir çınnn sesi. Bakır kaplı mermi, hedefin tam merkezine çarpmıştı.
Genç askerlerden alkış ve tezahüratlar yükseldi. Başçavuş Anderson’ın yüzünde utançla karışık bir hayranlık vardı.
Takip eden haftalarda, o poligondaki atmosfer tamamen değişti. Her sabah, artık alçakgönüllü hale gelmiş Başçavuş Anderson da dahil olmak üzere tüm keskin nişancı ekibi, tozlu zemine oturuyordu. Ellerinde modern tüfekler yoktu. Dinliyorlardı. Dairenin ortasında Ahmet Yıldız vardı. Elinde sadece bir çimen yaprağı tutuyordu. Rüzgarı nasıl okuyacağını o yaprağın titreşiminden anlatıyordu ve anlattıkları, 10.000 dolarlık cihazların veremediği kadar netti.
Kısa bir süre sonra, eğitim merkezinin resmi doktrinlerine yeni bir madde eklendi. Adı Yıldız Rüzgar Doktrini. Rüzgarı hissetmeden nişan almak, artık eksik bir eğitim sayılıyordu.
Bir ay sonra, Anderson bir cumartesi günü sivil kıyafetleriyle küçük bir hırdavatçıdaydı. Rafların arasında tanıdık bir yüz gördü. Ahmet Yıldız’a yaklaştı, gülümseyerek elini uzattı. “Bay Yıldız, size teşekkür etmek istiyorum. O hafta bana bütün kariyerim boyunca öğrendiklerimden daha fazlasını öğrettiniz.”
Ahmet başını salladı. Gülümsemesi sıcak ve sakindi. Elini Anderson’ın omzuna koydu. “İyi bir askersin evlat. Sadece kitabı okuyordun ama havayı okumayı unutmuştun.”
Ahmet dönüp gitmek üzereyken bir an durdu. “Dinlemeye devam et evlat,” dedi. “Sadece dinlemeyi.”
Anderson, onun uzaklaşan siluetine baktı. O sessiz adam, bütün bir nesle tek bir gerçeği hatırlatmıştı: En güçlü silah elindeki değil, kafandaki bilgidir.