Ailesi Kilolu Diye Utanıyordu – Dağlara Sürgün Ettiler Ama Gerçek Aşkı Buldu!

Dağdaki Şifacı Kadın: Emel’in İkinci Hayatı
Nafiz Ağa’nın görkemiyle Bursa’nın en şık semtinde yükselen konağında, İstanbul’dan getirtilen kristal avizeler her akşam pırıl pırıl parlıyordu. Salon, şehrin geleceğini belirleyen konuklarla dolup taşarken, Emel hep bir köşede otururdu. 23 yaşındaki bu genç kadının varlığı, ailesinin taşıdığı en ağır yük haline gelmişti. Zira yuvarlak yüzü ve dolgun vücudu, toplumun kabul ettiği zarafet ve güzellik standartlarına bir türlü uymuyordu. Annesi Feride Hanım, ne kadar pahalı kumaşlar getirtse de, ne kadar usta terziler çalıştırsa da Emel’i zarif bir hanımefendi gibi göstermeyi başaramıyordu.
58 yaşındaki Nafiz Ağa’nın gümüş saçları, ipek ticaretinden ve büyük arazilerden kazandığı serveti yansıtıyordu. Ailesini Bursa’nın en nüfuzlu hanedanlarından biri yapmıştı. Dört oğlu da beklentilerini karşılamış, avantajlı evlilikler yapmış, işleri büyütmüş ve torunlar vermişti. Ancak tek kızı Emel, ailenin başarı tablosunda kara bir leke gibi duruyordu ve bu leke her geçen yıl daha da büyüyordu. Feride Hanım, çay toplantılarında arkadaşlarına fısıldıyordu: “Bir bakın, nasıl da bir tatlı daha alıyor! Bizim gibi bir ailenin kızı kendini kontrol etmeyi bilmeli. Artık ne yapacağımı şaşırdım.” Bu sözler, bahçede oturan Emel’in duyabileceği bir sesle söylenir, genç kadının kalbine her gün damla damla zehir gibi akarak özgüvenini kemirirdi.
Şehrin en zengin ailesi tarafından düzenlenen büyük hayır balosu, son bir umuttu. Feride Hanım, Emel için krem rengi ipekten, üzerinde altın işlemeler olan bir elbise diktirmişti. Belki bu zarafet, Emel’in dolgun yapısından dikkatleri dağıtabilirdi. Emel, mermer merdivenleri inerken ailesinin gözlerinde hem umut hem de çaresizlik gördü. Balo salonu, kristal avizelerin altında parlıyordu; pastel renkli elbiseler giyen genç kızlar çiçekler gibi hafif adımlarla dans ediyor, etraflarında beylerin oğulları kibarca ilgi gösteriyordu. Ancak Emel, tüm gece yaşlı hanımların yanında oturdu ve yelpazesini titrek ellerinde tutarak diğer kızların dansını izledi. Genç Reşit Bey’in fısıltısı kulaklarına ulaştı: “Kim o koca kadınla dans etmek ister ki? Nafiz Ağa onu topluma getirmemeli bari.” Sözler Emel’in içinde bir şeyleri parçaladı, ama yıllarca aldığı nezaket eğitimi sayesinde dış görünüşünü korudu; içinde ise her şey dağılıyordu. Balo bittiğinde eve dönerken altın yaldızlı arabada hiç konuşmadılar. Artık teselli sözü kalmamıştı, herkes umudu kaybetmişti.
Ertesi gün Nafiz Ağa, kızını çalışma odasına çağırdı. Hukuk kitapları ve arazi haritalarıyla dolu bu oda, tüm aile kararlarının verildiği yerdi. Nafiz Ağa, bastonuyla yere vurarak sinirini belli ediyor, Emel’e doğrudan bakmadan konuşmaya başlıyordu. “Emel, 23 yaşına geldin,” dedi, sesinde soğuk bir ton vardı. “Senin yaşındaki kızlar çoktan evlenip ailelerine fayda sağladılar. Ama sen…” Eli havada kaldı. “Sen bir yatırım gibisin, ama hiçbir getirisi yok. Aksine, her geçen yıl daha çok külfet oluyorsun.” Sözler Emel’i çekiçle vurulmuş gibi sarstı. Bu hayal kırıklığını yıllardır hissediyordu, ama bu kadar açıkça hiç söylenmemişti.
“Bir karar aldım,” dedi Nafiz Ağa, masasından resmi evraklar alarak. “Devlet, dağlardaki göçebe toplulukları yerleşik hayata geçirmek istiyor. Bunun için şehirli ailelerin kızlarını onlara eş olarak veriyor. Böylece hem onları şehir hayatına alıştıracaklar hem de iki toplumu yakınlaştıracaklar. Yarın sen, Uludağ eteğindeki bir köye gönderileceksin.” Emel’in dünyası sallandı. “Babacığım, cidden mi söylüyorsunuz?” diye fısıldadı. “Gayet ciddiyim,” dedi Nafiz Ağa buz gibi bir sesle. “Artık sana daha fazla kaynak harcayamam. En azından bu şekilde varlığın bir amaca hizmet etmiş olur. Osman adında bir adama verileceksin. Bunu, senin seviyene uygun biriyle ayarlanmış bir evlilik olarak düşün.”
Askeri araba gıcırdayarak durduğunda, tekerlekler toprak yola çarptı ve etrafta bir toz bulutu oluştu. Emel’in önünde hayal bile edemediği bir manzara açıldı. Burası Bursa’nın merkezinden çok uzaktaydı, Uludağ’ın etekleriydi. Hava, yabani otlar ve toprak kokuyordu. Emel’in seyahat elbisesi şehrin salonları için uygundu, ama burada komik duruyordu. Etrafta sadece doğa, toprak evler vardı; her şey sade ama sağlamdı. Kerpiç ev tek başına duruyor, kalın duvarlarıyla sağlamlığını gösteriyordu. Bir tarafta bakımlı bir bahçe vardı, Emel tanımadığı bitkiler gördü ama hepsi iyi büyüyordu. Her şey süslü değil, işlevseldi.
Osman gölgeden çıktı ve Emel’in nefesi kesildi. Adam 30 yaşlarındaydı, uzun boyluydu, güçlü yapılıydı. Güneşte esmerleşmiş teni, kısa kesilmiş siyah saçları ve sakalı vardı. Gözleri derindi ve sanki çok şey görmüştü. Emel’e baktığında, genç kadın kendisini değerlendirildiğini hissetti.
“Bu kadın mı bana gönderilen?” diye sordu Osman, Türkçe konuşuyordu ama aksanı vardı. Askeri yüzbaşıya döndü, sesinde inanılmazlık vardı. “Beni hayvan gibi mi görüyorlar ki önüme yemek atıyorlar?” Yüzbaşı Hasan, sertleşmiş bir ifadeyle yanıtladı: “Seçme hakkın yok. Bu hanım anlaşmanın parçası ve ona saygıyla davranacaksın. Yoksa eski tutuklu haline dönersin.”
Emel ilk kez konuştu: “Ben de buraya gelmek istemedim. Ama işte buradayız. İkimiz de istenmeyen insanlarız ve bir şekilde bu durumu halletmeliyiz.” Sözleri herkesi şaşırttı. Osman, kadına yeniden baktı, sanki onu ilk kez gerçekten görüyordu. Yüzbaşı Hasan ve atların sesi uzaklaştı. Emel ile Osman tek başlarına kaldılar. Sessizlik ağırdı.
“Ben bunu gerçek bir evlilik gibi görmüyorum,” dedi Osman, kollarını göğsünde kavuşturarak. “Sen bana yetkililer tarafından dayatılan bir şeysin. Beni alçaltmak için başka bir yolsun. Önce özgürlüğümü aldılar, şimdi de böyle bir eş veriyorlar.”
“Anlıyorum,” dedi Emel, sakinliğini koruyordu. “Ben de seçmedim bunu. Ailem beni buraya gönderdi çünkü benden utanıyorlar, beni çözemediler. Sanırım ikimiz de farklı sebeplerle mahpusuz.”
İlk günler dikkatli bir danstı. Osman sabah erkenden çıkıyor, avlanıyor ve küçük tarlasında çalışıyordu. Emel evde kalıyor, yeni ortamını keşfediyordu. Ev basitti ama ustalıkla yapılmıştı; iki oda, mutfakta taş bir ocak vardı. Mobilyalar el yapımıydı ve her şeyin bir amacı vardı, süs için hiçbir şey yoktu.
Üçüncü günün öğleden sonrasıydı ki Emel mutfakta kuruyan şifalı otları fark etti. Hemen tanıdı. Büyükannesi ona gizlice öğretmişti: Papatya sinirleri sakinleştirmek, sarımsık yaralar için, söğüt ağrıları dindirmek içindi. Emel düşünmeden otları özelliklerine göre düzenlemeye başladı. Osman akşam döndüğünde, odun ve avladığı iki tavşanla, Emel’in yaptığını görünce dondu. “Şifalı otları nereden biliyorsun?” diye sordu şaşkınlıkla.
“Büyükannem şifacıydı,” dedi Emel, otlara dokunarak. “Benimle gizlice paylaştı. Annem böyle bilgilerin bir hanım için uygunsuz olduğunu düşünüyordu. Ama ben her zaman insanlara yardım etmeyi sevdim.” Osman yaklaştı ve düzenlemeyi inceledi. “Ben de bunları kullanıyorum,” dedi. “Ama bazılarını nasıl hazırlayacağımı tam bilmiyorum.” Durdu. “Bana öğretir misin?”
Bu basit soru her şeyi değiştirdi. İki insan arasında yeni bir bağ oluşmaya başladı. Takip eden günler, Emel ile Osman arasında yeni bir ritim oluşturdu. Her öğleden sonra şifalı otlarla çalışıyorlardı. Emel büyükannesinden öğrendiği teknikleri paylaşırken, Osman dağların kendine özgü bitkilerini tanıtıyordu. Bazen elleri kazara birbirine değiyordu ve bu anlarda ikisi de ne hissetmeleri gerektiğini bilemiyordu. Ama yavaş yavaş, başlangıçtaki kızgınlık yerini karşılıklı saygıya bırakıyordu.
Emel, hayatında ilk kez gerçekten değerli hissediyordu. Osman ona sorular soruyor, fikirlerini dinliyordu. “Bu karışımı nasıl hazırlıyorsun?” diye merakla öğrenmeye çalışıyor, “Senin yöntemin çok daha etkili,” diye kabul ediyordu. Bu basit sözler, Emel’in içinde yıllardır susturulmuş bir ateşi yeniden yakıyordu.
Aylar geçtikçe Emel’in hayatı tamamen değişti. Artık sabahları erkenden kalkıyor, bahçedeki bitkilerle ilgileniyor, eli toprakla doluyordu. Ama hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Vücudu da değişiyordu. Sürekli hareket ediyor, basit ama sağlıklı yemekler yiyordu. Doğal olarak kilo veriyordu, ama bu sefer kimse onu zorlamıyordu. Cildi güneşten esmerleşmişti, annesinin övündüğü beyazlık yoktu; ama sağlıklı bir parlaklık vardı. Hareketleri daha hafif ve güvenli olmuştu, çünkü kendini sürekli eleştiren gözlerden uzaktı. Asıl değişim içindeydi: Gözlerinde yeni bir ışık vardı. İlk kez hayatında bir amacı vardı, başkaları ona ihtiyaç duyuyor ve değer veriyordu.
Köyden ve dağlardan insanlar gelmeye başladı. Emel’in şifa yetenekleri duyulmuştu. Yaraları iyileştiriyor, hastaları tedavi ediyordu. Osman’ın bilgisiyle kendi bilgisini birleştirerek her iki geleneğin de en iyisini kullanıyordu ve sonuçlar inanılmazdı. Yaşlı bir kadın yıllardır çektiği eklem ağrısından şikayet etti, Emel özel bir merhem hazırladı. İki hafta sonra kadın geri geldiğinde gözlerinde yaşlar vardı: “Yıllardır böyle rahat edemedim. Allah senden razı olsun hanım.” Emel, ilk kez birinin kendisine içtenlikle minnettar olduğunu gördü. Küçük bir çocuk yüksek ateşle getirildi, ailesi çaresizdi. Emel gece boyunca çocuğun başında kaldı. Sabaha karşı çocuğun ateşi düştü. Dağdan bir adam bacağındaki derin yara enfeksiyon kapınca geldi. Emel yarayı temizledi ve özel bir karışım hazırladı. İki hafta sonra yara tamamen iyileşti.
Osman bu değişimleri izliyordu. Başlangıçta zorla kabul ettiği bu kadın, artık hayatının vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Sadece şifa konusunda değil, her konuda ona güvenmeye başlamıştı. Akşamları otlardan çay yapıyorlardı ve konuşuyorlardı. Bu anlar ikisi için de en değerliydi; kalpleri de yakınlaşıyordu.
Bir dolunay gecesiydi. Emel karmaşık bir ilaç hazırlarken Osman iki fincan çay getirdi ve yanına oturdu. “Eski hayatını hiç özlüyor musun?” diye sordu. Emel bitkileri ezmeyi bıraktı ve yıldızlara baktı. “Büyükannemi özlüyorum,” dedi dürüstçe. “O beni gerçekten gören tek kişiydi. Ama geri kalan her şeyi özlemiyorum. Orada her gün kendimi değersiz hissediyordum. Burada ilk kez bir amacım var, yaptığım şeyler önemli ve varlığım değerli.”
Osman, ay ışığının aydınlattığı Emel’in yüzüne baktı ve aylardır fark etmediği bir güzellik gördü. Bu güzellik ruhundan geliyordu. “Ben de eski hayatımı özlüyorum,” dedi Osman. “Dağlarda özgürce dolaşmayı özlüyorum. Ama bir şeyi özlemiyorum artık: Yalnızlığı. İlk eşimi savaşta kaybettikten sonra bir daha asla kimseyle bu kadar yakın olamayacağımı düşünmüştüm. Ama şimdi her sabah uyanıyorum ve seni bahçede çalışırken görmek için sabırsızlanıyorum. Senin şefkatinin insanların hayatını nasıl değiştirdiğini izliyorum ve bunlar bana umut veriyor.”
Sessizlik güzeldi. Emel, gözyaşlarının yanağından süzüldüğünü hissetti, ama bunlar mutluluk gözyaşlarıydı. “Osman,” dedi Emel, cesaretini toplayarak. “Ben de bir şey buldum burada. Seni tanımak. Ve ilk kez bir erkeğin beni gerçek halimle kabul ettiğini görmek. Eksikliklerimle değil, yeteneklerimle değerlendirilmek.”
Osman yavaşça yaklaştı. Emel kaçmadı, aksine ona döndü. Osman, Emel’in yüzünü ellerinin arasına aldı ve fısıldadı: “Sen mükemmelsin. Başkalarının standartlarına göre değil, kendi benzersiz halinle mükemmelsin.” Öpücük yavaştı, nazikti ve saygılıydı.
“Emin misin?” diye fısıldadı Emel. “Ben, toplumun istemediği kadınım. Kiloluyum ve güzel değilim.” “Sen Emel’sin,” dedi Osman. “Kesinlikle diğer kadınlara benzemiyorsun. Ben seni başka biri olmaya zorlamıyorum. Sen benim ruhumu kurtaran kadınsın, bana çöldeki bir vahayı gösteren kadınsın. Seni olduğun gibi seviyorum.” O geceden sonra ilişkileri doğal olarak derinleşti. Karşılıklı saygı ve hayranlık üzerine kuruluydu.
Altı ay boyunca mutlulukları büyüdü. Emel’in şöhreti bölgede yayıldı, artık “Dağdaki Şifacı Kadın” diye anılıyordu. Köylerden insanlar geliyordu. Osman ile Emel mükemmel bir ekipti. Akşamları yıldızların altında oturuyor, geleceği hayal ediyorlardı. Belki bir gün hasta insanları ağırlayacakları daha büyük bir ev yapacaklardı.
Ancak bir sabah ufukta bir toz bulutu gördüler. Atlılar yaklaşıyordu. Osman hemen tetikte oldu; askeri üniformalar görüyordu. Aralarında Emel’in yüreğini donduran bir yüz vardı: Abisi Kemal.
Kemal atından indi. 29 yaşındaki adamın duruşunda kibirli bir hava vardı. Avrupa tarzı takım elbisesi ve özenle kesilmiş bıyığı, zenginliğini belli ediyordu. Ama Emel’i gördüğünde şok oldu. Karşısındaki kadın, hatırladığı kız kardeşi değildi. Emel zayıflamış, güneşte esmerleşmişti. Gözlerinde yeni bir güç, kendine güvenen bir duruş vardı. “Emel,” dedi Kemal, sesini kontrol etmeye çalışarak. “Seni almaya geldim. Bu deney çok uzadı. Baba senin eve dönmeni istiyor.”
“Burası benim evim,” dedi Emel, sakin ama kararlı bir sesle, evin önünde dikilerek. “Başka bir yere gitmek istemiyorum.”
Yüzbaşı Hasan resmi evrakları gösterdi. “Hanımefendi, sizin zorla burada tutulduğunuza dair şikayetler aldık. İyi bir aileden geliyorsunuz ve istediğiniz zaman şehre dönme hakkınız var.”
Osman gerginleşti, ama Emel onun koluna dokundu. “Kimse beni zorla tutmuyor,” dedi Emel yüzbaşıya bakarak. “Burada kendi isteğimle kalıyorum. Bir amacım var, burada değer görüyorum ve seviliyorum.”
“Bak ne hale geldin?” dedi Kemal, yaklaşarak. “Köylü gibi giyinmişsin, kerpiç evde yaşıyorsun, ellerinle çalışıyorsun. Buna mı mutluluk diyorsun?”
“Evet,” dedi Emel, tereddüt etmeden. “Çünkü her sabah bir amaçla uyanıyorum, insanlara yardım ediyorum, becerilerim için saygı görüyorum ve fiziksel görünüşüm için aşağılanmıyorum. Yanımda beni olduğum gibi seven bir adam var.”
Tam o anda uzaktan daha fazla atlı geldi. Osman’ın köyünden insanlar geliyordu, tedavi ettiği hastalar, hatta İmam Hüseyin. Topluluk onları korumak için gelmişti. Yaşlı bir kadın öne çıktı: “Nafiz Ağa’nın oğlu, ben Fatma Nine. Bu hanım benim torunumun hayatını kurtardı. Doktorlar çaresiz demişti, ama o iyileştirdi.” Başka bir adam konuştu: “Benim bacağımı kurtardı, kesilecekti. Onun sayesinde yürüyorum.” Tanıklıklar birbiri ardına geldi.
İmam Hüseyin yaklaştı. “Nafiz Ağa’nın oğlu,” dedi. “Ben ömrümü Allah’a hizmet ederek geçirdim ve gerçek bir kulluk gördüğümü bilirim. Bu kadın şifa verme yeteneğiyle hizmet ediyor. Onu buradan almak günah olur.”
Kemal, kız kardeşinin sadece mutlu olmadığını, aynı zamanda önemli bir iş yaptığını görüyordu. “Aileme ne diyeceğim?” diye sordu Kemal, daha yumuşak bir sesle.
“Gerçeği söyle,” dedi Emel. “Ben mutluyum ve değerliyim. Seviyorum ve seviliyorum. Benim yerim burası.”
Kemal derin bir nefes aldı. “Tamam,” dedi. “Babaya söyleyeceğim, ama kolay olmayacak.”
Yüzbaşı araya girdi: “Ben resmi görevimi yapmak zorundayım. Eğer aile ısrar ederse, bayan Emel’i götürmem gerekir.”
“O zaman,” dedi Osman öne çıkarak, “resmi nikah yapalım. O zaman kimse onu zorlayamaz, çünkü kocasının izni gerekir.” Emel’e döndü. “Benimle evlenir misin? Sadece kağıt üzerinde değil, gerçekten. Herkese gösterelim ki birbirimize bağlıyız.”
Emel’in gözleri doldu. “Evet, evlenirim seninle.”
İmam Hüseyin gülümsedi. “O zaman hemen kıyalım bu nikahı. Şahitler hazır ve ben de buradayım.” Nikah oracıkta kıyıldı. Osman ile Emel artık resmi olarak evliydiler. Kemal itiraz etmedi. Belki de bu, kız kardeşi için en iyisiydi.
Kemal gitmeden önce Emel’e yaklaştı. “Umarım doğru seçim yaptın. Ve umarım gerçekten mutlu olursun.”
“Zaten mutluyum abi,” dedi Emel. “Ve belki bir gün sen de anlarsın.”
O geceden sonra en zor sınavları geçmişlerdi. Beş yıl geçti. Artık küçük kerpiç ev yerine, hasta insanları ağırlayabilecekleri özel odaların olduğu daha büyük bir yapı vardı. Şifa evi olarak ün salmışlardı. Emel 30 yaşındaydı ve üç çocuğu vardı: Annesi gibi şifalı otlarla ilgilenen 7 yaşındaki Ayşe, babasının yanında bahçede çalışmayı seven 5 yaşındaki İbrahim ve herkesi gülümsemeleriyle mutlu eden 3 yaşındaki Zeynep.
Akşam güneşi batarken Emel ve Osman evlerinin önündeki tahta sıraya oturdular. Emel kocasının omzuna yaslandı. “Hiç pişman oldun mu diye düşünür müsün?” diye sordu.
“Asla,” dedi Emel gülümseyerek. “Gerçek yerimi buldum, gerçek amacımı buldum ve seni buldum. Bundan daha değerli ne olabilir ki?”
Bir gün Bursa’dan bir araba geldi. Anneleri Feride Hanım indi. Yüzünde pişmanlık vardı. “Affet beni kızım,” dedi Feride Hanım, gözyaşları içinde. “Yıllarca sana haksızlık ettim. Şimdi görüyorum ki sen hep haklıymışsın, kendi yolunu bulmak için cesaret ettin.” Emel annesini kucakladı. “Sizi affettim. Artık geçmişte kalmadı. Şimdi mutluyum ve bu yeter.” Feride Hanım torunlarını gördü ve Osman’a saygıyla eğildi.
Aylar sonra Nafiz Ağa da geldi. Yaşlı adam, sessizce kızının şifa evini gezdi. Bir hasta kadın ona yaklaştı: “Sizin kızınız melek gibi. Beni ölümden kurtardı.” Nafiz Ağa Emel’in karşısına oturdu. “Yanılmışım,” dedi zor sözcüklerle. “Seni küçümsedim ve değerini görmedim. Şimdi anlıyorum ki, sen ailemizin en değerli ferdisin. Çünkü gerçek bir iz bırakıyorsun dünyada.”
“Teşekkür ederim baba,” dedi Emel. “Ama artık sizin onayınıza ihtiyacım yok. Kendi değerimi biliyorum ve bu bana yeter.” Sözlerinde kızgınlık yoktu, sadece huzur vardı.
Yıllar geçti. Emel ile Osman’ın hikayesi bir efsane oldu. İnsanlar dağdaki şifacı kadın hakkında hikayeler anlattı. Genç kızlara: “Başkalarının standartlarına uymak zorunda değilsiniz. Kendi yolunuzu bulun ve mutlu olun,” dediler.
Bir akşam Emel 60 yaşına gelmişti, torunları olmuştu. Osman hala yanındaydı. Birlikte güneşin batışını izlerken Osman sordu: “Pişman oldun mu hiç?”
“Hayır aşkım,” dedi Emel. “Sen bana gerçek sevgiyi öğrettin, kendimi bulmamı sağladın ve en önemlisi bana değerli olduğumu gösterdin. Bundan daha büyük hediye olamaz.”
Ve böylece, bir zamanlar ailesi tarafından utanılan ve terk edilen kız, en mutlu kadın olmuştu. Bir zamanlar özgürlüğünden mahrum bırakılan adam ise, en huzurlu hayatı yaşamıştı. Çünkü ikisi de birbirinde tamamlanmışlardı. Hikayeleri nesiller boyunca anlatıldı; gerçek mutluluğun başkalarının beklentilerini karşılamakta değil, kendini olduğun gibi seven birini bulmakta olduğunu gösterdi.