General, şaka olsun diye öldürdüğü kişi sayısını sordu… Cevabı tüm Donanmayı şok etti.

⚓ KUZey YILDIZI’NIN GÖLGESİ
(Tam Uzun Hikâye)
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın yüksek şura salonu, sadece stratejik kararların alındığı bir oda değildi; aynı zamanda kaderlerin mühürlendiği bir mahkeme salonuydu. Duvarları yüzyıllık maun panellerle kaplıydı ve bu koyu ahşap, içerideki havayı olduğundan daha ağır, daha kasvetli kılıyordu. Tavandan sarkan devasa kristal avize loş ışığını masanın etrafında oturan on iki adamın omuzlarındaki altın sırmalı apoletlere düşürüyor, her harekette metalik parıltılar yaratıyordu.
Duvarda Preveze’den Çanakkale’ye uzanan deniz zaferlerinin yağlı boya tabloları asılıydı. Resimlerdeki gemiler, mavi bir denizde gururla ilerliyor; komutanlar dümende, şehitler ufukta birer isim olmaktan çıkıp birer efsaneye dönüşüyordu. Fakat o tabloların içinden bir gün ses yükselse, bugün bu odada konuşulanları duysalar, şehitlerin ruhları muhtemelen utançtan mezarlarında ters dönerdi.
Masanın başında General Hüsrev oturuyordu. Roma imparatoru edasıyla… Altmışına yaklaşmıştı ama gövdesi hâlâ diri, omuzları genişti. Yüzü yılların emir verme alışkanlığıyla sertleşmiş; dudak kenarındaki çizgiler kalıcı bir memnuniyetsizlik ifadesiyle aşağı kıvrılmıştı. Önündeki kristal kül tablasında Küba’dan özel getirtilmiş kalın bir puro tütüyordu. Duman, Hüsrev’in başının üzerinde gri bir hale gibi dolanıyor; ona mistik ama tekinsiz bir hava veriyordu.
Hüsrev sadece bir komutan değildi. O, donanmanın fiili sahibi; kariyerlerin mimarı ve celladıydı.
Masanın etrafındaki kurmaylar, generaller, amiraller—Hüsrev’in her jestini, her mimiğini takip eden gölgeler gibiydi. Hiçbiri masanın karşısında, kapının önünde tek başına dimdik ayakta duran yüzbaşıya doğrudan bakmaya cesaret edemiyordu. Baksalar bile o bakışta saygıdan çok, avına bakan bir sırtlanın sinsi merakı vardı.
Yüzbaşı Vera otuz iki yaşındaydı. Üzerindeki beyaz denizci üniforması vücuduna kusursuz bir terzilikle oturmuştu. Şapkası kolunun altındaydı. Saçları sıkı bir topuzla toplanmış, yüzünün o asil, ifadesiz güzelliğini ortaya çıkarmıştı. Gözleri… fırtınalı bir okyanusun en derin, en karanlık mavisini taşıyordu. Ne korku vardı o gözlerde, ne heyecan, ne de öfke. Sadece mutlak bir sessizlik.
Dumas’ın tasvir edeceği türden, giyotine giderken bile başını eğmeyen bir kraliçenin vakur duruşuna sahipti.
Hüsrev elindeki dosyayı masanın üzerine bıraktı.
Pat.
Ses, odaya tabanca patlaması gibi yayıldı. General, purosunu dudaklarına götürüp derin bir nefes çekti. Dumanı sanki Vera’nın yüzüne üflüyormuşçasına havaya savurdu.
“Yüzbaşı Vera,” dedi Hüsrev. Sesi kalın, gür ve alaycıydı. “Dosyanı inceliyordum. Etkileyici… kâğıt üzerinde tabii.”
Yanındaki korgenerale dönüp sırıttı. “Bakın beyler,” dedi, “personel dairesi bize ne göndermiş? Özel operasyonlar uzmanı… bir kadın.”
Odadaki erkeklerden boğuk, itaatkâr gülüşmeler yükseldi. Bu gülüşmeler takdirin değil, korkunun sesiydi.
Vera kirpiğini bile kıpırdatmadı. Bakışlarını Hüsrev’in arkasındaki Barbaros Hayrettin Paşa tablosuna sabitlemişti. Tablo, denizin üstünde bir yelkenliyle duruyor; yüzünde sert bir vakar taşıyordu. Vera sanki o bakıştan güç alıyordu.
“Komutanım,” dedi Vera. Sesi o kadar sakindi ki bu sakinlik, odadaki gerilimi daha da artırdı. “Emredildiği üzere buradayım. Atamamın onaylanması için.”
Hüsrev geriye yaslandı. Gözlerini kısarak Vera’yı süzdü. Bu, bir askerin astını değerlendirmesi değildi; bir erkeğin bir kadını küçümsemesi, onu bulunduğu yere yakıştıramamasıydı.
“Atama mı?” dedi Hüsrev alaycı bir şaşkınlıkla. “Seni istihbarat dairesine benim yanıma analist olarak atamışlar. Yani masa başı. Kahve taşıyacaksın, raporları dosyalayacaksın. Belki arada sırada bize güzel yüzünle moral vereceksin.”
Bir kurmay kıkırdadı. Vera’nın yüzü değişmedi.
“Çünkü…” Hüsrev sesini sertleştirdi. “Burası donanma, küçük hanım. Burası anaokulu değil. Biz burada savaş yönetiyoruz. Kan ve barut kokuyoruz. Senin gibi kota doldurmak için alınmış süs bitkileriyle uğraşacak vaktimiz yok.”
Vera hâlâ tepki vermiyordu. Bu tepkisizlik Hüsrev’i içten içe rahatsız ediyordu. O, karşısındakini ezmekten, utandırmaktan zevk alan bir sadistti. Ama Vera ezilmiyordu. Granit gibi…
Hüsrev dosyayı hışımla karıştırdı. “Dosyanda,” dedi, “gizli görev ibareleri var. Tarihler, yerler sansürlenmiş. Simsiyah mürekkeple kapatılmış. Ne yaptın bu tarihlerde? Kantinde tost mu sattın? Yoksa bir paşanın yeğeni olduğun için sana hayali görevler mi yazdılar?”
Vera derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan hava puro dumanı ve ağır erkek parfümüyle kirlenmişti ama o kendi içindeki temiz havayı soluyordu.
“Görevlerim devlet sırrıdır, general,” dedi. “İçeriğini sorma yetkiniz yok.”
Oda buz kesti.
Bir yüzbaşı… Hüsrev gibi bir generale “yetkiniz yok” demişti.
Masanın köşesinde oturan Amiral Cevat başını kaldırdı. Gözlerinde ilk kez bir ilgi kıvılcımı belirdi. Bu kadın ya deliydi… ya da arkasında Hüsrev’in tahmin edemeyeceği kadar büyük bir güç vardı.
Hüsrev’in yüzü kızardı. Boyun damarları şişti.
“Yetkim mi yok?” diye gürledi. “Ben bu donanmanın sahibiyim. Benim yetkim, senin nefes alıp almayacağına karar verir!”
Ayağa kalktı. Masanın etrafında ağır adımlarla yürüyüp Vera’nın yanına geldi. Aralarında bir metre vardı.
Hüsrev, köpekbalığı gibi dönmeye başladı. Sonra tam karşısına geçti; gözlerini Vera’nın gözlerine dikti.
“Söyle bakalım,” dedi sesini alçaltarak, daha tehlikeli bir tona bürünerek. “Madem bu kadar gizlisin, madem bu kadar özelsin… hiç eline gerçek bir silah aldın mı? Poligondaki kâğıt hedeflerden bahsetmiyorum. Canlı, nefes alan, sana bakan bir insanı hedef aldın mı?”
Vera generalin gözlerinin içine baktı. O gözlerdeki kibri, o çiğliği, o sığlığı gördü. Hüsrev gücünü rütbesinden alıyordu; Vera gücünü yaşadığı cehennemden.
“Aldım,” dedi.
Hüsrev güldü. Aşağılayıcı, tiz bir kahkaha. “Öyle mi? Titremişsindir tetik çekerken. Ya da bayılmışsındır barut kokusundan.”
Kurmaylarına döndü. “Beyler,” dedi, “yüzbaşımız silah kullanmış. Alkışlayalım.”
Kimse alkışlamadı ama sırıtmalar genişledi.
Hüsrev tekrar Vera’ya döndü, o soruyu sordu—kaderini mühürleyen, kendi düşüşünü hazırlayan soruyu:
“Peki yüzbaşı,” dedi, purosundan bir nefes daha çekerek. “Şaka bir yana… hayatında kaç kişiyi öldürdüğünü sorsam parmaklarını kullanmaya gerek kalır mı? Yoksa bir elin parmakları senin o büyük savaş geçmişin için fazla mı gelir?”
Odadaki hava buz kesti. Bu soru, bir askere sorulabilecek en mahrem, en ağır soruydu. Hüsrev ise bunu bir eğlenceye çevirmişti.
Vera generalin yüzündeki o kendinden emin sırıtışa baktı.
Zihninde yedi yıl önceki gece canlandı: çamur, yağmur, kan… ve ihanet. “İletişim koptu” denilen, aslında iletişimin isteyerek kapatıldığı o gece.
Vera’nın dudaklarında belli belirsiz, Mona Lisa’yı andıran ama çok daha ölümcül bir tebessüm belirdi. Fırtına öncesi sessizlik bitti. Artık gök gürleme vaktiydi.
General Hüsrev’in kahkahası sönüp puro cızırtısına dönüştüğünde Vera dudaklarını araladı.
“General,” dedi. Sesi maun panelleri yarıp geçen bir keman yayı gibi pürüzsüzdü. “Bana matematik sordunuz. Bir muhasebeci gibi sayı tutmamı istediniz. Ama sanırım unuttunuz… ölüm bir aritmetik problemi değildir.”
Hüsrev kaşlarını çattı. “Ne saçmalıyorsun sen? Felsefe yapma bana.”
“Cevap basit, general,” dedi Vera masaya doğru bir adım atarak. “Ama cevabım midenizi kaldırabilir. Çünkü ben sayılarla ilgilenmem. Sayılar istatistiktir. Sizin gibi generallerin haritalar üzerinde piyonları hareket ettirirken kullandığı soğuk veriler.”
Vera duraksadı. Gözlerini Hüsrev’in gözlerinin en derinine dikti.
“Ben isimleri tutarım, general,” dedi. “Ben tetik çektiğimde namlunun ucundaki kişinin adını değilse bile… son nefesini, gözündeki ışığın sönüşünü tutarım. Ve daha önemlisi… intikamını aldığım kardeşlerimin adını tutarım.”
Odadaki atmosfer değişti. Alay dağıldı. Elektrik yüklü, tehlikeli bir gerilim doldu.
Amiral Cevat elindeki kalemi masaya bıraktı. Gözleri Vera’dan ayrılmıyordu.
“Öldürdüğüm kişi sayısı…” Vera kelimeleri ağzında tarttı. “Merakınızı gidereyim. Size bir sayı vermeyeceğim. Size bir hikâye vereceğim. Çünkü her ceset bir hikâyedir.”
Vera, bakışlarını Hüsrev’den ayırmadan masadakilere de hitap edercesine konuştu:
“Yedi yıl önce… Kuzey Irak sınırı. Koordinat 34-42. Kod adı: Kuzey Yıldızı.”
Bu iki kelime Hüsrev’in yüzüne fiziksel tokat gibi çarptı. Puro parmaklarının arasından kaydı; kül, dosyanın üstüne gri bir leke gibi yayıldı. Hüsrev’in yüzündeki kan çekildi. Bronz teni bir anda balmumu gibi sarardı.
Kuzey Yıldızı, arşivlerde “başarılı geri çekilme” olarak geçiyordu. Ama Hüsrev’in içinde o isim, kariyerinin temeline gömülmüş çürük bir cesetti.
“Sen…” dedi Hüsrev. Sesi hırıltılı bir fısıltıya dönmüştü. “Sen o operasyonu nereden biliyorsun? O dosya gizlidir. O dosya kapandı.”
“Dosyalar kapanır, general,” dedi Vera. “Ama mezarlar konuşur. Eğer dinlemeyi bilirseniz.”
Vera masanın üzerine eğildi. “Teğmen Ali’yi hatırlıyor musunuz? Yirmi dört yaşındaydı. Nişanlıydı. Sizin verdiğiniz hatalı koordinatla sızma yaptığında telsizden yalvardı: ‘Bizi buradan alın. Pusuya düştük.’ Siz ne dediniz, hatırlıyor musunuz?”
Hüsrev cevap veremedi. O geceyi beyninin en karanlık odasına kilitlemişti. Vera o kilidin anahtarıydı.
“‘Konumunuzu koruyun, destek geliyor,’ dediniz,” diye devam etti Vera, Hüsrev’in ses tonunu taklit ederek. “Ama destek hiç gelmedi. Çünkü destek gönderseydiniz… yanlış koordinat verdiğiniz ortaya çıkacaktı. Terfiniz yanacaktı. O yüzden telsizi kapattınız.”
Odadaki kurmaylar birbirine baktı; dehşetle, inkârla, “bu kadarını duymamalıydık” bakışıyla.
“Ali’nin, Mehmet’in, Selim’in… on iki vatan evladının parçalanışını, güvenli karargâhınızdan kahvenizi yudumlayarak izlediniz,” dedi Vera.
Hüsrev masaya yumruğunu vurdu. “YETER!” diye bağırdı. Sesi titriyordu. “Bu bir iftira. Bu kadın deli! Nöbetçiler!”
Kapıdaki iki deniz piyadesi içeri girmek üzereyken Amiral Cevat elini kaldırdı.
“Bekleyin,” dedi Cevat. Sesi sakindi ama itiraz kabul etmezdi. “Devam et, yüzbaşı.”
Hüsrev’in gözleri alev aldı. “Cevat… sen ne yapıyorsun?”
Cevat, Vera’ya döndü. “Çok ağır suçlamalar,” dedi. “Kanıtın var mı?”
Vera kısa, saygılı bir baş selamı verdi. Sonra tekrar Hüsrev’e döndü.
“Kanıt benim, general,” dedi. “Ben o gece oradaydım.”
Hüsrev’in dudakları aralandı. “İmkânsız…” diye fısıldadı. “Kuzey Yıldızı timinden kimse sağ çıkmadı. Hepsi şehit oldu. Raporu ben yazdım.”
“Evet,” dedi Vera. “Raporu siz yazdınız. ‘Hepsi öldü’ dediniz. Böylece kimse o geceyi sorgulamadı. Ama ben ölmedim.”
Vera şapkasını masanın üstüne bıraktı. Saçlarını geriye attı. Alnının sol tarafında, saç diplerinde saklanan uzun, ince bir yara izi ortaya çıktı.
“Bu izi görüyor musunuz?” dedi. “Bu şarapnel izi değil. Bu sizin ihanetinizin imzası.”
Oda, bir mezarlık kadar sessizdi.
Vera’nın sesi, artık bir itiraf değil, bir yargı cümlesi gibiydi:
“Ben yüzbaşı Vera değilim, general. Siz beni bu isimle tanıyorsunuz. Ama asıl adım… o kapattığınız dosyada ‘kayıp şehit’ listesinin en başında yazıyor.”
Vera bir nefes aldı, sanki yıllardır tuttuğu bir cümleyi nihayet serbest bırakıyordu.
“Ben Teğmen Elif’im. Ve ben… kendi cenaze namazımı kılıp beni gömen adamdan hesabımı sormaya geldim.”
Kurmayların yüzü bembeyaz kesildi. Hüsrev, iri gövdesine rağmen o deri koltukta küçülmüş gibiydi. Bir imparator gibi oturduğu yerde şimdi devrilmiş bir adam vardı.
Vera çantasını açtı. Kimse silah beklemiyordu artık; çünkü Vera’nın en ölümcül silahı bir tabanca değildi. Gerçekti.
İçinden eski, deri kaplı, kenarları yanmış bir defter çıkardı.
“Bu,” dedi Vera defteri havaya kaldırarak, “Teğmen Ali’nin seyir defteri. O gece titreyen elleriyle yazdığı koordinatlar, saatler, emir kodları… hepsi burada. Kanıyla imzaladı.”
Defteri masanın ortasına, Hüsrev’in önüne fırlattı.
Güm!
Defter kaydı, kül tablasının kenarına çarpıp durdu.
“Okuyun, general,” dedi Vera. “Kendi el yazınız olmasa bile… kendi emrinizle yazılmış ölüm fermanını okuyun.”
Hüsrev deftere bakıyordu. O defter, geçmişten kalkıp gelmiş bir hortlak gibiydi. Yedi yıl önce dağda yok olması gereken bir nesne… şimdi maun masanın üstünde, kâğıt gibi değil, taş gibi ağır duruyordu.
Hüsrev ani bir panikle masaya vurdu. “Bu bir sahtekârlık!” diye gürledi. “Bu kadın ajan! Provokatör! Muhafızlar—”
Amiral Cevat’ın sesi bıçak gibi araya girdi. “Dışarı,” dedi kapıya. “Ben çağırmadan kimse girmeyecek.”
Askerler tereddüt etti, sonra geri çekildi. Kapı kapandı.
Hüsrev Cevat’a döndü. “Sen… bir vatan hainini mi koruyorsun? Devletin gizli operasyonları ifşa ediliyor!”
Vera acı bir tebessümle Hüsrev’i izledi. “Vatan,” dedi. “Ne kadar kullanışlı bir kelime değil mi? Köşeye sıkışınca hemen arkasına saklanırsınız.”
Vera defterin kapağını açtı, sayfaları çevirdi. Parmağıyla bir satırı işaret etti.
“Bakın,” dedi. “Saat 03.45. Emir kodu Z77. ‘Konumunuzu koruyun. Destek yolda.’”
Odadaki subaylara baktı. “Bu odadaki herkes bilir,” dedi, “Z77 kodu sadece bölge komutanının şahsi telsizinden verilebilir. O gece bölge komutanı Albay Hüsrev’di. Şifre her 24 saatte değişir. Uydurulamaz.”
Hüsrev’in yüzü taş kesildi. Dudakları titredi.
“Olmaz…” diye fısıldadı. “O defterin yanmış olması lazımdı. O tepe… o tepe napalm ile vuruldu.”
Cümle ağzından kaçtığında Vera’nın gözlerinde zafer parlamadı. Sadece soğuk bir tiksinti belirdi.
Odadaki bir tümamiral şaşkınlıkla sordu: “Napalm mı? Raporda ‘düşman topçu ateşi’ yazıyordu.”
Vera, Hüsrev’e döndü. “Duydunuz mu, beyler?” dedi. “General kendi suçunu itiraf etti. Evet, tepe vuruldu ama düşman tarafından değil. Bizim uçaklarımız tarafından. Çünkü delilleri yok etmek istedi.”
Vera defterin yanmış kenarını gösterdi. “Ali bu defteri göğsünde sakladı. Kendi bedeniyle korudu. Ali yandı… ama gerçek yanmadı.”
Hüsrev masaya tutundu. Bacakları titriyordu. “Yalan,” dedi, ama sesi artık gür değildi. Cılız, inandırıcı olmayan bir çığlık.
Amiral Cevat ayağa kalktı. Masanın başından yürüyüp Hüsrev’in karşısına dikildi. “Hüsrev,” dedi. “Yıllardır omuz omuza görev yaptık. Sert olduğunu biliyordum. Hırslı olduğunu biliyordum. Ama… kardeş katili olduğunu bilmiyordum.”
Hüsrev, sanki son dayanağı da kırılmış gibi Cevat’a baktı. “Sen de mi?” dedi.
Vera araya girdi; sesi sakin, keskin ve bitiriciydi. “Otuz yıl,” dedi. “Otuz yıl boyunca kaç Ali’yi feda ettiniz? Kaç anneye mezar yolu yaptınız?”
Sonra çantasından kırmızı mühürlü bir zarf çıkardı. “Bu,” dedi, “askeri savcılıktan aldığım yetki belgesi değil. Bu… sizin dijital çöplüğünüzden çıkardığım kayıtların dosyası. Radar kayıtları. Kalkış emri. Ve o emrin altında… sizin dijital imzanız.”
Zarfı Amiral Cevat’a uzattı.
Cevat zarfı açtı, baktı. Yüzü taşlaştı. Sonra Hüsrev’e döndü.
“Bitti,” dedi.
İki kelime… ama odanın ortasında bir giyotin gibi indi.
Hüsrev koltuğuna yığıldı. Sanki görünmez bir darbe yemiş gibiydi. O devasa ego, o dokunulmazlık zırhı kâğıt bir kule gibi çöktü.
Masanın etrafındaki subaylar, gözlerini Hüsrev’den kaçırdı. Sanki bakmak bile suça ortak olmak demekti.
Vera bu yıkılışı izledi. İçinde neşe yoktu. Tatmin bile yoktu. Sadece derin bir boşalma vardı. Adalet yerini bulmuştu—ama ölenleri geri getirmemişti.
Vera bir adım öne çıktı. Ceketinin iç cebine uzandı. Odadaki herkes nefesini tuttu: silah mı?
Hayır.
Avucunda küçük, kararmış, deforme olmuş bir metal parçası vardı. Parlamıyordu. Ucu ezilmişti.
Vera avucunu açtı, Hüsrev’e gösterdi.
“Bunu tanıyor musunuz, general?” diye sordu.
Hüsrev metal parçasına baktı; anlam veremedi.
“Bu,” dedi Vera, sesi bir ağıt gibi yumuşak ama kederli, “7.62 milimetrelik bir piyade tüfeği mermisi. Standart NATO mühimmatı değil. Sizin o gece anlaşarak oraya sürdüğünüz yerel milislerin kullandığı silahtan çıkan mermi.”
Mermiyi parmaklarının arasında çevirdi.
“Bu mermi benim kaburgamın iki santim altına saplandı,” dedi. “Kalbimi ıskaladı… ama ruhumu ıskalamadı. Yıllarca vücudumda taşıdım. Çıkarıldığında ‘atmayın’ dedim. ‘Bana verin.’ O benim pusulam olacak.”
Mermiyi yavaşça masanın üzerine, Hüsrev’in titreyen elinin hemen yanına bıraktı.
Tık.
Ses, odada bir top patlaması kadar güçlü bir etki yarattı.
“Bu mermi size ait, general,” dedi Vera. “Çünkü tetiği çeken parmak başkasının olsa da… namluyu bize doğrultan irade sizdiniz. Emanetinizi iade ediyorum.”
Hüsrev mermiye bakıyordu. O küçük kurşun parçası sanki on iki şehidin, yedi yılın ve kaybedilen onurun toplam ağırlığına sahipti.
Hüsrev’in gözleri doldu. Bu gözyaşı pişmanlık değildi. Çaresizlikti.
“Ben…” dedi Hüsrev titreyerek. “Ben sadece en iyisini yapmaya çalıştım. Bazen… büyük zaferler için kurbanlar gerekir.”
Vera yüzüne eğildi. “Zafer mi?” diye fısıldadı. “Hangi zafer, general? O gece kazanılan tek zafer… sizin terfinizdi.”
Doğruldu. Sesini yükseltmedi; buna gerek yoktu.
“Ben düşmanlarımı öldürdüm,” dedi. “Görevim gereği. Ama siz… kardeşlerinizi öldürdünüz. Hırsınız gereği.”
Hüsrev cevap veremedi. Başını ellerinin arasına aldı. Omuzları sarsılmaya başladı. O sarsıntı bir adamın ağlaması değil, bir imparatorluğun yıkılışıydı.
Amiral Cevat kapıya işaret etti. “Girin,” dedi.
İki inzibat eri içeri girdi. Sert adımlarla masanın başına geldiler.
“General Hüsrev,” dedi Cevat resmî bir tonla. “Hakkınızdaki vatana ihanet, evrakta sahtecilik ve kasten adam öldürmeye sebebiyet verme suçlamaları nedeniyle gözaltındasınız. Kılıcınızı ve beylik tabancanızı teslim edin.”
Hüsrev titreyen elleriyle tabancasını çıkardı, masaya koydu. Tabanca, merminin yanına düştü. Suç aleti ve kanıt yan yana…
Apoletlerine uzandı ama yapamadı. Elleri yana düştü. İnzibatlar koluna girdi. “Yürü” denmedi; sadece hafifçe çektiler. Hüsrev kukla gibi ayağa kalktı.
Odadan çıkarken duvardaki Barbaros tablosuna baktı. Tablodaki gözler sanki ona lanet okuyordu.
Kapı kapandı.
Oda sessizleşti.
Masada yarım kalmış puro, silah, yanık defter ve Vera’nın mermisi kaldı.
Vera derin bir nefes aldı. Yedi yıldır tuttuğu nefesi sonunda verdi. Ciğerlerine dolan hava artık puro ve entrika kokmuyordu. Temizdi.
Amiral Cevat Vera’ya döndü. “Teğmen Elif,” dedi, sonra duraksadı. “Ya da Yüzbaşı Vera… hangisini tercih edersen.”
“Vera,” dedi genç kadın. “Elif o dağda kaldı, komutanım. Onu orada huzur içinde bırakalım.”
Cevat başını salladı. “Haklısın,” dedi. “Sen bugün bu odaya… hakikati getirdin.”
Masadaki mermiyi aldı, sonra Vera’ya geri uzattı. “Bunu delil dosyasına koymam lazım,” dedi; ama eli havada kaldı. “Ama… bu senin madalyan. Bunu sen sakla. Bizde yeterince delil var.”
Vera mermiyi aldı. Avucunda sıktı. Metalin soğukluğu ona güç verdi—güçten çok, bir tür denge.
Düşüş tamamlanmıştı. Kale yıkılmıştı.
Ama hikâye bitmemişti.
Çünkü her büyük intikamın sonunda, kahramanın kendi ruhuyla baş başa kaldığı o sessiz, hüzünlü perde başlardı.
🌊 Son Perde: İntikamın Ardından Kalan Sessizlik
Yüksek Şura’nın ağır kapıları Vera’nın arkasından kapandığında içerideki fırtına, koridorların mermer sessizliğine dönüştü. Binanın içinde bir deprem olmuştu ama yüzeyde hayat her zamanki gibiydi: nöbetçiler put gibi duruyor, yaverler dosyalarla koşturuyor, telefonlar çalıyordu.
Vera yürürken ona bakan gözlerdeki değişimi hissediyordu. Artık “masa başı subayı” ya da “güzel bir süs” değildi. O, devleri deviren kadındı. Bu bakışlarda korku, hayranlık ve saygı karışımı tuhaf bir ifade vardı—insanı hem güçlendirir hem yalnızlaştırır.
Merdivenlerin başında Amiral Cevat onu bekliyordu. Şapkasını elinde tutuyordu; bu, bir üstün astına göstermeyeceği türden bir nezaketti.
“Gidiyor musun?” diye sordu.
Vera durdu. Üniformasını düzeltti.
“İşim bitti, amiralim,” dedi. “Dosya kapandı. Hesap ödendi.”
Cevat bir adım attı. “Kalabilirsin,” dedi. “Hüsrev gitti. Onun kurduğu çürük düzen temizlenecek. Senin gibi subaylara ihtiyacımız var.”
Bir an durdu; gözlerinde, askerî hiyerarşinin soğukluğunu aşan insani bir şey vardı.
“İade-i itibar… terfi… hak ettiğin madalyalar… Kuzey Yıldızı timinin komutanı olarak yeniden başlayabilirsin.”
Vera’nın dudaklarında acı bir tebessüm belirdi. Başını iki yana salladı.
“Madalyalar,” dedi, “ölülerin üzerini örtmek için kullanılan parlak metallerdir, amiralim. Benim göğsümde zaten en ağır madalya var: o kurşun ve o yara izi.”
Binanın yüksek tavanına, kasvetli mimarisine baktı.
“Ben artık asker değilim,” dedi. “Ben askerliği yedi yıl önce o dağda bıraktım. O günden beri sadece bir intikam memuruydum. Görevim bittiğine göre… istifam da kabul olmuş sayılır.”
Cevat onun kararındaki kesinliği gördü. Onu ikna etmeye çalışmak denizin gelgitlerini durdurmak gibiydi.
“Peki,” dedi. “Nereye gideceksin?”
Vera omuz silkti. Hareketinde, roman kahramanlarına özgü hafif bir özgürlük vardı.
“Rüzgâr nereye eserse,” dedi. “Belki bir sahil kasabasına. Belki hiç bilmediğim bir ülkeye. Sadece… emir almayacağım ve emir vermeyeceğim bir yere.”
Cevat elini uzattı. “Yolun açık olsun, yüzbaşı.”
Vera elini sıktı. “Vatan sağ olsun,” dedi. Sonra ekledi, daha yumuşak: “Ama vatanı koruyanlar da sağ olsun.”
Büyük döner kapıdan dışarı çıktı.
İstanbul’un serin, tuzlu havası yüzüne çarptı. İçerideki küf, puro ve entrika kokusundan sonra bu hava bir hayat iksiri gibiydi. Güneş batmak üzereydi. Boğazın suları turuncudan laciverte dönen büyülü renge bürünmüştü. Martılar vapurların peşinde bağırıyordu.
Hayat, tüm karmaşasıyla devam ediyordu; içeride bir generalin hayatı bitmiş gibi değil, sanki hiçbir şey olmamış gibi. Bu umursamazlık, adaletin zaferinden bile daha gerçekti. Çünkü dünya dönmeye devam ederdi; insanın yüreği dönmese bile.
Vera sahile yürüdü, tırabzanlara yaslandı. Üniformasının ceketini çıkardı; katladı, kolunun altına aldı. Artık o beyaz zırhı taşımak zorunda değildi.
Elini cebine attı; mermiyi çıkardı.
Metal parmaklarının arasında ısınmıştı. Hüsrev’e göstermiş, sonra geri almıştı. Artık bir delil değil, bir hatıraydı: acının, direnişin ve yeniden doğuşun hatırası.
Denize baktı. Dalgalar kıyıya vurup geri çekiliyordu. Tıpkı hayat gibi: geliyor, alacağını alıyor, gidiyordu.
İçindeki boşluğu hissetti. İntikam, insanı bir amaca kilitlerdi. O amaç gerçekleştiğinde geriye devasa bir sessizlik kalırdı.
“Şimdi ne olacak?” diye sordu kendi kendine.
Düşmanı yoktu. Savaşı yoktu. Ali yoktu.
Sadece Vera vardı.
Bir an, mermiyi denize fırlatmayı düşündü. O metal parçasını Boğaz’ın karanlık sularına gömmek; her şeyi unutmak… Ama yapmadı. Avucunu kapattı.
Mermiyi tekrar cebine koydu.
Unutmak ihanetti.
Onu saklayacaktı; acı çekmek için değil… yaşadığını, hayatta kaldığını ve bedel ödediğini hatırlamak için. O mermi onun Kuzey Yıldızı olacaktı: kaybolduğunda yönünü bulduran bir pusula.
Arkasından geçen bir vapurun düdüğü öttü. Uzun, hüzünlü bir veda sesi…
Vera arkasına döndü. Deniz Kuvvetleri binası gri bir kale gibi yükseliyordu; pencerelerindeki ışıklar birer birer yanıyordu. Hüsrev’in odası karanlıktı.
“Elveda, general,” dedi fısıldayarak.
Sonra daha da alçak sesle: “Elveda, Teğmen Elif… huzur içinde uyu.”
Saçındaki tokayı çıkardı. Siyah saçları rüzgârda özgürce dalgalandı. Yüzündeki sert, askerî ifade yumuşadı. Dudaklarına yıllardır unuttuğu gerçek bir gülümseme yerleşti. Bu gülümseme bir zaferin değil, bir başlangıcın habercisiydi.
Kalabalığa karıştı: işten eve dönenlerin, sevgilisini bekleyenlerin, simit alanların arasına.
Kimse onun az önce bir devri kapattığını bilmiyordu.
Kimse çantasındaki yanık defteri, cebindeki mermiyi bilmiyordu.
O artık sadece kalabalıkta bir yüzdü.
İsimsiz… rütbesiz… ama özgür.
Ve o özgürlüğün içinde, ilk kez, intikamın değil hayatın çağrısını duydu: ağır değil, sessiz değil—yaşayan bir çağrı.
Vera, güneşe doğru değil; güneşin doğacağı yere, kendi ufuk çizgisine doğru yürümeye başladı.
Adımları hafifti.
Çünkü omuzlarında artık dünyanın yükü yoktu.
Sadece kendi hayatının ağırlığı vardı.
Ve bu… taşınmaya değer bir ağırlıktı.