Hiçbir Çocuk Yağmurda Kalmayacak

Hiçbir Çocuk Yağmurda Kalmayacak

Sabahın erken saatlerinde eski bir minibüs, Ankara’nın zengin semtlerinden birinin kenarında durdu. Toz bulutunun içinde, el ele tutuşmuş on iki çocuk indi. Üzerlerinde ikinci el kıyafetler, yüzlerinde hem merak hem korku vardı. Onları getiren kadın, “Umut Çocuk Evi”nin yöneticisi Zeynep Hanım’dı; titreyen bir gülümsemeyle etrafına bakındı.
Karşılarında duran bina, “Gülistan Koleji”nin görkemli kapısıydı: fıskiyeli bahçeler, pırıl pırıl camlar, ve beyaz üniformalı öğrenciler. Okulun tabelesinde altın harflerle şu yazıyordu:
“Her çocuk bir fırsattır.”
Ama o gün, bu cümlenin ne kadar boş olduğunu herkes öğrenecekti.

Aralarında on yaşındaki Leyla ve sekiz yaşındaki kardeşi Ece de vardı. Leyla sessizdi; elini sıkıca Ece’nin omzuna koymuştu. Ece ise merakla etrafa bakıyordu — henüz kimsenin kötülüğüne inanmayacak kadar küçüktü.

Kolejin müdüresi Vildan Selçuk, ellili yaşlarında, düzgün topuzlu, inci kolyeli bir kadındı. Basın kameraları karşısında konuşuyordu:
“Gülistan Koleji, toplumun her kesiminden çocuğa eğitim fırsatı tanır. Bizim için eşitlik sadece bir kelime değil, bir yaşam biçimidir.”
Alkışlar, flaşlar, hazır gülümsemeler…
Ama arka tarafta, “misafir çocuklar” duvarın dibinde sıkışmış, kimseye görünmeden bekliyordu.

Öğleden sonra ani bir yağmur bastırdı. Program karıştı, herkes binaya koştu. Zeynep Hanım çocukları tek tek sayarken otobüsün motoru çalıştı. Gürültü, yağmur ve hoparlörden gelen anonslar arasında Leyla ve Ece’nin isimleri duyulmadı.
Otobüs uzaklaştı, demir kapılar kapandı.
Yağmur şiddetini artırdı. İki küçük kız, duvarın dibinde ıslanarak kaldı.

Tam o sırada okulun siyah makam aracı geldi. Arka koltukta Vildan Selçuk telefonla konuşuyordu. Şoför, “Hanımefendi, şu çocuklar?” diye sordu. Vildan başını çevirdi.
Leyla gözlerini kaldırdı, dudakları titredi.
Vildan’ın sesi buz gibiydi:

“Çekil yoldan kızım… Git, tozunu yut hayatın.”

Şoför gaza bastı. Araba geçerken çamurlu su dalga gibi iki kızın üzerine sıçradı.
Ece ağlamaya başladı. Leyla onu sarmaladı, gözyaşları yağmurla karıştı.
Bir okulun duvarının dibinde, iki çocuk soğukta titriyordu.

Karşı caddede, gümüş rengi bir kamyonetin içinde Elias Mertcan durumu gördü.
Elias altmışına yaklaşmış, emekli bir bilişim girişimcisiydi. Yalnız yaşıyor, vaktini gönüllü projelere ayırıyordu. Gözlerine inanamamıştı.
Kamyonetini kenara çekip hızla indi.
“Evladım, korkmayın,” dedi diz çökerek. “Üşümeyin, hadi gelin.”
Kendi montunu çıkarıp Ece’ye sardı, onları aracına aldı.
Sonra “Umut Çocuk Evi”ni aradı. O gün iki çocuğun otobüste unutulduğunu, artık güvende olduklarını bildirdi.

Ama o gece Elias uyuyamadı. Yağmurun sesi kulağında yankılandı; o sesin içinde Vildan Selçuk’un kibirli sesi vardı.
Sabah gazeteyi açtığında, başlık şöyleydi:
“Eğitimde Eşitliğin Simgesi: Müdüre Vildan Selçuk.”
Elias’ın eli titredi. Fotoğraftaki kadını hemen tanıdı.

Günler geçti. Umut Çocuk Evi, olayın üstünü kapatmak istemedi. Zeynep Hanım, okulu arayıp “çocuklarınız yağmur altında unutuldu” dediğinde telefondaki ses soğuktu:

“Bizde öyle bir kayıt yok. Lütfen yanlış bilgi yaymayın.”

Bir hafta sonra kurumun sponsorları anlaşmaları iptal etti. “Sorumluluk eksikliği” gerekçesiyle yardımlar kesildi.
Gazeteler ise tam tersini yazdı:
“Gülistan Koleji: Yoksul Çocuklara İlham Veren Gün.”
Fotoğrafta Vildan, sahte bir tebessümle kameraya bakıyordu.
Altında slogan: “Eşitlik eğitimle başlar.”

Elias artık susmadı.
Eski bağlantılarını kullanarak güvenlik kamerası kayıtlarını buldu.
Yağmurun altında iki kız ve geçen siyah araç açıkça görünüyordu. Plaka okulun servis filosuna aitti.
Bir USB belleğe kaydetti.
O gece bilgisayarında yeni bir dosya açtı:
“Gülistan Davası.”

Haftalar süren araştırmalar sonunda okulun verilerini elde etti. Belgelerde düşük gelirli öğrencilerin oranı %2 görünüyordu; oysa gerçek rakam %30’du.
Elias her şeyi dosyaladı. Ardından hukukçu bir dostunu aradı:
“Bu sadece bir hata değil,” dedi. “Bu, sistemli bir yalan.”

Avukat Selin Yaman belgeleri inceleyince uzun süre sustu.
“Elias, bu kadın güçlüdür. Bunu yayınlarsan seni karalamaya kalkarlar.”
Elias cevap verdi:

“Ben iki çocuğu çamur içinde gördüm. Onlara ‘tozunu ye’ diyen birini sessizce izleyemem.”

Aylar sonra dosya Eğitim Bakanlığı’na ulaştı.
Ve sonunda o büyük gün geldi.
Ankara’daki Milli Eğitim Denetim Kurulu’nda halka açık bir duruşma düzenlendi.
Salonda basın vardı. Vildan Selçuk gülümseyerek içeri girdi, inci kolyesi boynundaydı.
Başkan konuştu:
“Bugün Gülistan Koleji’nin idari uygulamalarıyla ilgili şikâyetleri inceliyoruz.”

Ekranda bir video oynatıldı.
Yağmur, iki çocuk, siyah araç, çamur sıçraması.
Salondan mırıltılar yükseldi.
Başkan sordu:

“Bu araç okulunuza mı ait?”
Vildan’ın sesi çatladı: “Evet… ama bu video net değil, ben olduğum kanıtlanamaz.”

Ekrandaki görüntü yakınlaştırıldı.
Vildan’ın yüzü camın ardından netleşti. Dudakları “tozunu ye” derken kıpırdıyordu.
Salon buz kesildi.

O anda Elias ayağa kalktı. Elinde belgeler vardı.
“Ben Elias Mertcan,” dedi. “Bu okulun sahte raporlarını hazırladım. Gerçek veriler burada.”
Belgeleri gösterdi: çocukların listeleri, e-postalar, toplantı tutanakları.
“Yoksul öğrenciler özellikle reddedildi. Çünkü ‘okulun prestijine zarar vereceklerdi’. İşte kendi imzası.”

Vildan’ın yüzü bembeyaz oldu.
“Yalan! Ben sadece disiplin istedim!” diye bağırdı.
Elias’ın sesi alçaldı:

“Siz disiplin değil, ayrımcılık yaptınız. Ve iki kız çocuğunu yağmurda bıraktınız.”

Karar açıklandığında salon sessizdi:
Vildan Selçuk görevden alındı, hakkında etik ihlal soruşturması başlatıldı.
Basın manşet attı:
“Tozunu Ye Skandalı: Gülistan Koleji’nde Yoksul Düşmanlığı.”

Vildan’ın kariyeri bir gecede bitti.
Sponsorlar çekildi, okul iflasın eşiğine geldi.
Ama Elias’ın aklında hâlâ o iki küçük kız vardı.
Onları yeniden gördü — şimdi büyümüşlerdi.
Leyla resim yapıyordu, Ece matematikte birincilik kazanmıştı.
Elias onlara kitap hediye etti: kapağında altın harflerle “Açık Kapılar”.

“Bir kapı, yardım gördüğünde açılır,” dedi. “Bir diğeri, sen başkasına yardım ettiğinde.”
Leyla gülümsedi. “Büyüyünce öğretmen olacağım.”
“Ol,” dedi Elias, “ama kimseyi geride bırakmadan.”

Bir yıl sonra, Gülistan Koleji kapandı.
Elias, okulun arazisini satın aldı ve kendi parasıyla bir vakıf kurdu:
Açık Kapılar Eğitim Vakfı.
Yeni tabelede şu sözler yazıyordu:

“Hiçbir çocuk yağmurda kalmayacak.”

Açılış gününde çocuklar ellerinde balonlarla bahçedeydi.
Elias yanlarında duruyor, gözleri doluyordu.
Yanında artık yaşlanmış, ama yüzü huzurlu bir Vildan vardı.
O da törende sessizce bekliyordu; davet edilmişti ama konuşma yapmayacaktı.

Elias mikrofonu eline aldı:
“Bazı kapılar kibirle kapanır. Bizim işimiz o kapıları yeniden açmak.
Bir çocuğun değeri, ailesinin servetiyle ölçülmez.”
Kalabalık alkışladı.

Vildan gözyaşlarını gizlemeye çalıştı.
Yıllar önce gururla yönettiği okulun duvarlarında şimdi kendi sözlerinin tersini okuyordu.
Törenden sonra Elias ona yaklaştı.
“Bu yer artık senin utancın değil,” dedi, “dilersen emeğin olur.”
Vildan başını eğdi. “Beni kim kabul eder?”
“Çocuklar,” dedi Elias. “Onlar affetmeyi herkesten iyi bilir.”

Aradan aylar geçti. Vildan küçük bir taşra okulunda öğretmen yardımcısı olarak göreve başladı.
Artık ne kamera ne inci kolye vardı.
Sınıfında on üç çocuk vardı; duvarlar boyasız, sıralar yamuktu.
Ama çocukların gözlerindeki ışık, yıllardır görmediği kadar gerçekti.
Bir gün küçük bir kız geldi:
“Öğretmenim,” dedi, “defterim yok ama resim çizmek istiyorum.”
Vildan çantasını açtı, kendi defterinden sayfalar kopardı.
“Al tatlım,” dedi, “her çizgi bir hayal demektir.”

Aylar geçti. O sınıfın başarı oranı hızla arttı.
Veliler ilk kez okula teşekkür mektubu yolladı.
“Çocuğum artık okulu seviyor,” diye yazmışlardı.
Vildan o mektupları her akşam çekmecesine koydu.
Eskiden ödüller sakladığı çekmecede artık çocukların çizimleri vardı.

O yılın sonunda Elias ağır hastalandı.
Ama her gün “Açık Kapılar” okuluna uğramaktan vazgeçmedi.
Leyla ve Ece artık liseliydi.
Onlara baktığında içinden hep aynı cümle geçiyordu:

“Yağmurun altında titreyen o iki çocuk, bugün başkalarına şemsiye olabiliyor.”

Bir sonbahar sabahı Elias vefat etti.
Vasiyetinde şunlar yazılıydı:

“Okullar büyüyebilir, binalar yıkılabilir. Ama bir kalp açıldı mı, o kapı bir daha kapanmaz.”

Cenazede yüzlerce öğrenci vardı.
Leyla ve Ece ön sıradaydı.
Ve arka köşede, sessizce ağlayan biri daha — Vildan Selçuk.
Kimse onu tanımadı, ama o, gözyaşlarıyla kendi affını yaşıyordu.

Aylar sonra “Açık Kapılar” okulları üç şehirde daha açıldı.
Giriş kapısına bronz bir plaka yerleştirildi:
“Elias Mertcan – Kalbiyle Öğreten Adam.”

Bir akşam dersinden sonra Vildan, masasına bir fotoğraf koydu:
Elias, Leyla, Ece ve kendisi — gülümserken.
Altına küçük harflerle şu cümleyi yazdı:

“Bazen en büyük ders, hatalarımızdan öğrenilir.”

Rüzgâr camdan içeri süzüldü, sınıftaki kâğıtlar uçuştu.
Bir tanesi yere düştü, üstünde bir çocuk eliyle yazılmıştı:
“Hiçbir çocuk yağmurda kalmayacak.”

Ve o cümle, artık bir okulun değil, bir vicdanın parolasıydı.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News