“Mezarın Ardındaki Sır: Bir Babanın Gerçekle Yüzleşmesi”

Kemal Demir o sabah yine mezarlığın taş basamaklarından ağır adımlarla indi. Kasım rüzgârı iliklerine kadar işlerken ellerindeki beyaz zambak demetini daha sıkı kavradı. Ayakkabılarının altındaki kuru yapraklar hışırdarken yüzüne çarpan soğuk hava değil, kalbindeki acı onu titretiyordu. Üzerinden bir yıl geçmişti ama her gün aynı saatte, aynı patikadan yürüyüp kızının mezarına geliyordu. Elif’in. O gencecik kızın, bir yıl önce bir araba kazasında “öldüğü” söylenen, ama babasının yüreğinde hâlâ yaşadığını hissettiren o kızın. Polis raporu açıktı: aşırı hız, ölümcül çarpışma, kimliği teşhis edilemeyecek kadar yanmış bir beden. Herkes dosyanın kapandığını, Kemal’in hayatına devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Ama Kemal edemiyordu. Ne yemeğin tadı vardı, ne uykunun sıcaklığı. Evindeki her şey Elif’in gülüşüyle, sesiyle, hatta kokusuyla doluydu. Ve o gülüş, kaza gününden beri bir daha duyulmamıştı. Eşi Sevil o dönemde gözyaşları içinde görünmüştü ama Kemal hiçbir zaman o gözyaşlarına tam olarak inanamamıştı. Çünkü Elif, o gece Sevil’in evinden dönüyordu. Üvey annesiyle aralarında hep sessiz bir gerilim olmuştu. Kemal bu düşünceyi yıllarca bastırmaya çalışmış, “aklım bana oyun oynuyor” diye kendini avutmuştu. Fakat mezarın başına geldiği son haftalarda bir şey değişmişti. Her defasında, kendi bıraktığı beyaz zambakların yanında başka çiçekler buluyordu. Menekşeler, papatyalar, hatta küçük notlar. Önce bunun kötü bir şaka olduğunu sandı. Ta ki bir gün, o notlardan birinde şu cümleyi okuyana kadar: “Baba, ağlama artık. Her şey söylendiği gibi değil.” Kemal’in elleri titredi. Yazı… o kıvrımlı harfler, o yuvarlak noktalama, hepsi Elif’indi. Bunu binlerce kez görmüştü, doğum günü kartlarında, okul defterlerinde, hatta mutfağa bıraktığı küçük “seni seviyorum” notlarında. Notu alıp doğruca karakola gitti. Komiser Arda kaşlarını çattı, dosyayı açtı. “Demir Bey, bunlar tehlikeli oyunlar. Biri sizin acınızı kullanıyor.” Kemal öfkeyle masaya vurdu. “Bu, kızımın yazısı! Biri onun gibi yazamaz!” Komiser yorgun bir iç çekti. “Bazen yas insanın gözünü yanıltır. Gerçeği görmek istemez.” Ama Kemal emin gibiydi. O gece eve döndüğünde Sevil onu karşıladı. “Yine mi mezarlıktaydın?” dedi buz gibi bir sesle. “Kemal, bir yıldır her gün oradasın. Artık kendine gelmelisin.” Adamın sesi çatladı. “Ya o ölmediyse?” Sevil durdu, kaşları çatıldı. “Ne saçmalıyorsun?” Kemal gözlerinin içine baktı. “O gece seninleydi. Bana yalan mı söyledin?” Sevil’in yüzünde bir anlık bir şey belirdi. Korku muydu, suçluluk mu, emin olamadı. “Ben… o gece arabayla bıraktım onu. Eve dönerken oldu her şey.” Ama sesi kararlı değildi. Kemal o gece gözüne uyku girmedi. Elif’in notundaki cümle beyninde dönüp durdu. “Her şey söylendiği gibi değil.” Ertesi sabah gün doğmadan mezarlığa gitti. Hava pusluydu, toprak nemliydi. Mezarın çevresinde taze ayak izleri vardı. Biri ondan önce gelmişti. Çiçeklerin arasında ince bir koku duydu: lavanta. Elif’in yıllar boyu kullandığı parfüm. Kalbi göğsünde çarpmaya başladı. Diz çöküp toprağı düzeltirken yeni bir not buldu. Üzerinde sadece şu yazıyordu: “Baba, yakındayım. Ama ona güvenme.” Kemal’in eli buz kesti. Gözleri mezarlığın etrafını taradı. Sessizlik. Sadece rüzgâr ve uzaklardan gelen bir karga sesi. “Kim var orada!” diye bağırdı. “Kimsin sen?!” Arkasından bir gölge geçti. Hızla döndü ama kimse yoktu. Sonra, göz ucuyla bir kumaş parçası gördü. Yere düşmüş bir atkı. Kızının en sevdiği renk: açık mavi. Elif’in doğum gününde hediye ettiği, adının baş harfini işlediği o atkıydı. Kemal dizlerinin üzerine çöktü. Atkı sıcaktı. Sanki birkaç dakika önce birisi takmış da çıkarmış gibiydi. “Tanrım…” dedi fısıltıyla. Tam o anda, birkaç metre ötede bir siluet belirdi. İnce yapılı, uzun saçlı bir genç kadın, sisin içinden onu izliyordu. Kemal ayağa kalktı, gözleri doldu. “Elif…” diye inledi. Kadın geriye adım attı. Sonra sisin içinde kayboldu. Kemal koştu ama mezar taşlarının arasında kayboldu. Soluksuz kaldığında geri döndü, mezarın başındaki çiçeklere baktı: sabah bıraktığı zambaklar solmuştu, ama yerlerinde taze zambaklar vardı. Dizlerinin bağı çözüldü. Başını göğe kaldırıp ağlamaya başladı. “Bu nasıl mümkün olabilir?” diye hıçkırdı. Rüzgâr uğuldadı. Ama o uğultunun içinde bu kez bir ses duydu. Gerçek, net, tanıdık bir ses: “Baba.” Kemal irkildi. Nefesi kesildi. “Elif?” dedi fısıltıyla. Ses bu kez daha yakından geldi. “Baba, korkma.” Geriye döndü. Gözleri sisin içini taradı. Ve oradaydı. Elif. Yüzü solgun ama canlı, elleri titrek ama gerçekti. Üzerinde o mavi atkı, gözlerinde hem acı hem huzur vardı. “Sen… sen ölmüştün.” Elif başını iki yana salladı. “Hayır baba. Beni bulmadılar çünkü bulmak istemediler.” Kemal’in dudakları titredi. “Kim istemedi?” “Sevil. Her şeyi o planladı.” Dünya bir anda dönmeyi bıraktı. “Ne diyorsun sen?” Elif’in sesi kırıldı. “O gece beni arabasına aldı. Bir şey içirdim bana. Uyandığımda araç yanıyordu. O kaçtı. Sonra herkes kaza sanıp kapattı dosyayı.” Kemal’in içi buz kesildi. “Peki sonra?” “Bir kulübede sakladı beni. ‘Baban öğrenirse onu öldürürüm’ dedi. Aylarca sustum. Ama artık susmayacağım.” Tam o anda arkadan bir dal kırılma sesi duyuldu. İkisi birden döndü. Karanlık ağaçların arasından biri geliyordu. Elinde metal bir parıltı: silah. Sevil. Üzerinde siyah bir palto, gözleri delice parlıyordu. “Sana söylemiştim, Elif,” dedi soğuk bir sesle. “Keşke susmayı öğrenseydin.” Kemal kızının önüne geçti. “Ne yaptın sen?” diye haykırdı. “Nasıl bir canavar oldun?” Kadın dişlerini sıktı. “Senin yüzünden! Senin işin, paran, her şeyin benden önemliydi. Elif… seni senden almak istedim.” “Beni yok ederek mi?!” diye bağırdı Kemal. “Ben üç yüz altmış beş gün o mezarın başında ağladım!” Sevil’in eli titredi. Bir anlık sessizlik oldu. Sonra uzaktan bir siren sesi duyuldu. Elif gizlice telefonundaki acil çağrıyı aktif etmişti. Sevil’in yüzü kireç gibi oldu. “Polis geliyor…” dedi hırıltıyla. Geriye adım atarken Kemal atıldı, bileğini tuttu. Silah elinden düştü. Bir boğuşma başladı. Karanlıkta bir el tetikteydi. Bir patlama. Sonra sessizlik. Sevil yere yığıldı, elinden kan sızıyordu. Kemal nefes nefese kızına döndü. Elif ağlıyordu. “Ben seni bir daha kaybedemem baba,” dedi. Kemal onu sarıldı, titreyen elleriyle saçlarını okşadı. “Artık bitti. Kimse seni benden alamaz.” Dakikalar sonra mezarlığa giren polis arabalarının ışıkları sisin içini boyadı. Komiser Arda tabancasını kılıfına koydu. “Bu kabus nihayet bitti, Demir Bey.” Kemal başını salladı. “Kabus değil komiserim,” dedi. “Bu ikinci bir doğuştu.” Sevil ambulansa bindirilirken Kemal kızının elini tuttu. Elif o elin sıcaklığını üç yıl aradan sonra ilk kez hissediyordu. “Affet beni,” dedi kız. “Seni inandıramadım.” “Sen beni hiç bırakmadın ki,” diye fısıldadı adam. “Sadece sessiz kaldın.” Haftalar geçti. Gazeteler “İş adamının ölü sanılan kızı geri döndü” başlıklarını atıyor, televizyonlar skandalı konuşuyordu. Sevil ağır hapse mahkûm edildi. Elif psikolojik tedavi görmeye başladı, ama asıl iyileşme babasının kollarında gerçekleşti. Artık mezarlığa sadece bir kez daha gittiler. Kemal o gün yanına yeni bir taş getirtti. Üzerinde sadece şu yazıyordu: “Burada yalanlar yatar. Gerçek yeniden doğdu.” Güneş batarken Elif termosla kahve getirdi, yanına oturdu. “Neden hâlâ buraya geliyorsun baba?” diye sordu. Kemal gülümsedi. “Çünkü burada öğrendim. En karanlık gecede bile, hakikat toprağın altından çıkar.” Elif başını babasının omzuna koydu. Rüzgâr yaprakları savurdu, mezar taşları arasında sessizlik çöktü ama bu kez o sessizlik yas değil huzurdu. Yıllar sonra bile Kemal Demir’in sözleri gazetelerde alıntılanacaktı: “Görünüşler aldatabilir. Ama vicdan ve hakikat asla pazarlık edilmez.” Ve o gün, mezarlıktan çıkarken rüzgâr son defa esti; sonbaharın son yaprakları gökyüzüne savruldu. Sanki geçmiş, sonunda onları serbest bırakıyordu.