Clara ve Greywolf: Küçük Bir Kızın Büyük Mücadelesi
.
.
Clara ve Greywolf: Küçük Bir Kızın Büyük Mücadelesi
1878 yılının ilkbaharının başlarıydı. Dry Creek, New Mexico’nun tozlu sokaklarında güneş henüz binaların üzerindeki ince toz tabakasını aydınlatmaya başlamıştı. Clara Wind, elinde sırtındaki bohçası, yıpranmış botları ve şapkasının altında saklanan küçük boyuyla genel mağazanın kapısını iterek içeri girdi. Boyu sadece 1.40 metreydi; hatta bazıları 1.42 derdi. Dükkanın tezgahına zar zor ulaşabiliyordu ama gözlerindeki kararlılık hiç sarsılmamıştı.
Dükkanın sahibi Baybar Barlo, Clara’nın getirdiği çuval mısır tohumu, kanvas parçası, çıra demeti ve sapı kısaltılmış çapayı görünce şaşırdı. “Bahar hekimleri mi? Bu çapayla ne yapacaksın? Serçeleri mi gömmek istiyorsun?” diye alay etti. Clara ise gözlerinin içine bakarak, “Arazime mısır ekeceğim,” dedi.
Baybarlo, kuzeydeki kayalık arazinin kaktüsler bile istemediğini söylediğinde Clara gülümseyerek, “Onların beklemediği bir şey ekeceğim,” dedi. Ama alaycı kahkahalar peşinden geldi. Clara’nın elindeki çapayla epeyce hafifti. Son kuruşunu sayıp para kesesini açtı ve dükkanı terk etti. Arkasında kahkahalar, alaylar vardı ama o dönüp bakmadı.
Dışarıda, taşlı kaldırımı geçerken karşısına Thomas çıktı. Thomas, kasabanın zenginlerinden Hargrov ailesinin oğlu, Clara’yı küçümseyerek, “Küçüksün Clara, seni bırakmadık mı bir yerde? Toprak talep ediyorsun, ama yuvarlanan otlar mı yetiştireceksin yoksa sadece çakallara yem mi olacaksın?” dedi. Clara geçmeye çalıştı ama Thomas elindeki çuvalı çekip aldı, çapayı yere düşürdü ve tohumlar saçıldı. Clara eşyalarını almak için hamle yaptıysa da Thomas onu botunun burnuyla itti.
Tam o anda mağazanın arkasındaki sırttan sessiz, iri bir gri kurt gibi bir adam çıktı. Uzun boylu, zayıf, saçları örgülü, çıplak göğsünde oyulmuş bir kolye vardı. Gözleri karanlık ve hareketsizdi. Thomas dondu kaldı. Adam, Greywolf, tek elle çapayı kaldırıp Clara’ya uzattı. Sonra dikkatlice çömeldi ve mısırları çuvala geri doldurdu. Ayağa kalkınca, “Toprak senin ne kadar küçük olduğunu umursamaz,” dedi alçak ama pürüzsüz sesiyle.
Thomas bir adım geri çekildi. Greywolf, Clara’ya çuvalı verirken parmakları onun nasırlı avucuna değdi. Clara, “Teşekkür ederim,” diye fısıldadı. Greywolf cevap vermedi, sadece diz çöktü ve kemerinden çıkardığı deriden bağlanmış bir kartal tüyünü Clara’nın ayaklarının yanına koydu. Sonra sessizce sırtına döndü ve yürüyüp kayboldu.
Clara, tüyü titreyen elleriyle aldı. Bu sadece bir tüy değildi; onun görüldüğünün, inanıldığının ilk kanıtıydı. Rüzgar kavak ağaçları arasında uğuluyordu. Clara, toprağa kazık çakmaya çalışırken elleri nasırlıydı ama hala küçücük bir çocuk gibiydi. Yıllar önce kasabadan aldığı tohumlar, paslı çapası, sökülmüş tavuk kümesinden kalan odun parçalarıyla yaptığı kulübe, rüzgarın her çatlağından içeri sızdığı soğuk bir barınaktı.

Bir gece şiddetli ama ince bir çöl yağmuru yağdı. Clara yorganının altında kıvrılmış, ailesinin Misuri’de ateşe kurban giden son sıcaklığını saklayan yorganı tutuyordu. Uyuyamadı. Şafak vakti dışarı çıktı ve kapısının önündeki taşta mükemmel detaylarla oyulmuş küçük bir tahta kuş gördü. Kanatları hafifçe açılmış, kuyruğu rüzgarı yakalamak için kıvrılmıştı. Tabanında üç basit kelime vardı: “Seni gördüm.”
Clara nefesi kesildi. Kuşu kutsal bir şey gibi tuttu. Sabahın soğuğuna rağmen tahta sıcaktı. Uzak sırta baktı ama sadece sis vardı. Kuşu barınağına koydu ve işine döndü.
Üç gün sonra gökyüzü karardı. Şiddetli bir fırtına başladı. Clara, kulübesini korumak için kanvas parçasıyla çatıyı güçlendirmeye çalışırken rüzgar kumaşı kaptı ve yere düştü. O anda yağmurda ete kemiğe bürünmüş bir gölge belirdi. Uzun boylu, geniş omuzlu, siyah saçları kırmızı deri şeritlerle örülü adam sessizce yanına geldi. Brandayı tek hareketle sabitledi, arka duvarı odunlarla güçlendirdi.
Clara, “Neden buradasın?” diye sordu. Adam cevap vermedi, sadece gözlerine baktı ve “Toprağı dinle,” dedi. “Onunla savaşmazsın. Bu korunmaya değer bir şey.” Yağmur damlaları yüzünden ıslanan adam, “Kuşu sen mi oydu?” diye sordu Clara. Adam başını salladı. Adı Tikata, yani Gri Kurt’tu.
Tikata, kulübesine girip matarasını aldı. Clara ona su verdi. Gri Kurt, “Benim adım Greywolf,” dedi. Clara da adını söyledi. Sonra yağmurda kaybolmadan önce, “Köklerini derinlere sal,” dedi. “Clara Sparrow.”
Ertesi sabah güneş soluk bulutların arasından süzülürken Clara, kulübesinin bahçesinde çalışıyordu. Elleri ağrıyor, yaralanmıştı ama vazgeçmiyordu. Yanına Greywolf geldi, omzunda kesilmiş çam kütükleri taşıyordu. Çitin sağlam olmadığını söyledi. İkisi birlikte çalışarak çiti tamamladılar. Greywolf hassas ve emin hareketlerle kirişleri yerleştirdi, oydu ve sabitledi. Güneş yükselirken Clara nefes nefese kalmıştı.
Bir keresinde Greywolf, kaçırıldığını anlattı. Misyoner okulunda saçını kestiler, ona numara verdiler, dilini ve yaşam tarzını reddettiler. Clara onun yüzündeki sakinliği ve gücü gördü. “Bazen onlara inanırdım,” dedi Clara. Greywolf ise, “Sen öyle değilsin. Küçük olmak zayıf olmak anlamına gelmez. Serçe diğerleri batarken uçar,” dedi.
Greywolf, Clara’ya yumuşak geyik derisinden yapılmış eldivenler verdi. “Odunun kıymıkları vardır, gurur da öyle. Ellerini koru,” dedi. Clara eldivenleri aldı ve duygulandı. “Kimse bana böyle bir şey vermemişti,” dedi. Greywolf, “Sen bunu hak ettin,” diye cevap verdi.
Çit tamamlandıktan sonra ikisi, bahçeyi, ahırı ve kulübeyi inceledi. Greywolf, “Bu kış uzun sürecek,” dedi. Clara boğazı düğümlendi ama kararlıydı. Greywolf, “Sana bir kulübe yapmama izin ver,” dedi. “Orada sağlam çam ağaçları var. Onları keserim, gerçek duvarlar, ağır bir çatı yaparım. Sadece saklanmak için değil, hayatta kalmak için bir ev.”
Clara kalbinin hızla çarpışını hissetti. “Bana bir ev mi inşa etmek istiyorsun?” diye sordu. Greywolf başını salladı. “Kasabadaki insanlar öğrenirse onlara sormam. Sana soruyorum.”
Gözleri buluştu. Clara zor yutkundu. “Düşüneceğim,” dedi. Greywolf, “Ay yeni doğduğunda geleceğim. Evet dersen aletleri getiririm,” dedi ve yürüyüp gitti.
Sonraki günler boyunca kulübe yükseldi. Greywolf, kirişlerin nasıl çentikleneceğini, birbirine geçeceğini, çivi kullanılmadan nasıl sağlam duracağını gösterdi. Clara yoruldu, ağrılar içinde devam etti. Bir parmaklık şeklinde oyulmuş serçe kirişe yerleştirildi. “Sen serçesin,” dedi Greywolf. “Küçük olmak zayıf olmak demek değil.”
Bir sabah kulübenin kenarında altı atlı ve şerif Beck belirdi. Yanında kin kardeşler ve Amos Lang vardı. Atların çalındığı söyleniyordu ve tanıklar uzun boylu bir Kızılderili görmüşlerdi. Clara sakin bir şekilde, “O buradaydı. Her gün evimi inşa ediyor,” dedi. Şerif, “Onun için kefil misin?” diye sordu. Clara, “Evet. O benim arazimde. Kulübe benim iznimle yapılıyor,” dedi.
Matilda Everdine, kasabanın saygın dul kadını gelip olaya müdahale etti. Jenkins çiftliği atlarını geri aldı ve hırsızlık izine rastlanmadı. Matilda, “Burada suç yok, sadece inşaat var,” dedi. Şerif Beck, “Pekala, yolumuza devam edelim,” diyerek ayrıldı.
Clara, kulübesinde bileziğini takarken, Greywolf yanındaydı. Bilezik, onun için önemliydi; turkuaz taşı ve üzerinde bulut, rüzgar ve uçan bir kuşun kazındığı sembollerle doluydu. Greywolf, “Bu karıma aitti,” dedi. Clara bileziği taktı ve bu onun yeni hayatının, gücünün simgesiydi.
Günler geçti, kasaba halkı yardımlarını getirdi. Ev tamamlandı, sıcak ve gerçek bir yuva olmuştu. Clara ve Greywolf, birbirlerine sevgi ve saygıyla bağlıydılar. Kasabanın zorluklarına, alaylarına rağmen, birlikte güçlüydüler.
Bir gün Greywolf, Clara’ya Komançi törenini anlattı. Yanağına kırmızı ve siyah çizgiler çizdi. Bunlar yaşam ve koruma anlamına geliyordu. İkisi alınlarını birbirine değdirip sessizce yemin ettiler.
Clara, “Garip ama samimi,” dedi. Greywolf, “Tüm ruhlar şahit olsun,” diye ekledi. İkisi kol kola kasabaya dönerken, insanlar saygıyla onları izliyordu.
Clara, “Bir zamanlar küçüktüm. Çok küçüktüm. Ama şimdi o küçüklüğümde güç gören biri tarafından inşa edilmiş bir evim var,” dedi. Greywolf, “Artık küçük değilsin. Benim eşim, ailemsin,” dedi.
Fırtınalar gelecek, zorluklar yaşanacaktı ama Clara ve Greywolf, sevgi ve dayanıklılıkla birbirlerine bağlı kalacaklardı. Bu hikaye, en küçük olanın bile en büyük gücü taşıyabileceğini, aşkın ve direncin sınır tanımadığını anlatıyordu.
.