Ağlama Amca, Annem Yardım Edecek” – Çocuk Ağaca Bağlı Yörüğ’ü Gördüğünde Hayat Değişti!

Ağlama Amca, Annem Yardım Edecek” – Çocuk Ağaca Bağlı Yörüğ’ü Gördüğünde Hayat Değişti!

Üç Kalpli Ev

Karadeniz dağlarının kuzey yamacı sonsuz bir battaniye gibi uzanıyordu. Çam ormanları yeşillikle kaplıydı, rüzgar esiyor, dağ otları sallanıyordu. Hava serin, nemli kokuyordu. Toprak karanlık ve verimliydi. Otuz yaşında bir kadın, Şükriye Hanım, kerpiç kulübesinin yakınında yürüyordu. Başı örtülü, elleri toprakla kirli, ayakları çıplaktı. Bozkırdaki çalılıklar arasında sessizce ilerliyordu. Şükriye yalnızca sağır değildi; sesini de kaybetmişti. Ruh kırılmıştı, kelimeler yol bulamıyordu.

Kerpiç evi bozkırın ortasında yalnız duruyordu. Duvarlar çatlamış, çatı kiremitleri kırıktı. İçeri altın ışık sızıyordu. Orada kocası Mehmet Efendi ile yaşamış, ateşli hastalık onu almıştı. İki bebeğini kaybetmişti, yürümeyi öğrenmeden ölmüşlerdi. Orada öğretmenliği bırakmış, sağırlık gece gibi gelmişti. Sadece sesleri değil, köyün güvenini de alıp götürmüştü. Artık “dilsiz öğretmen” diyorlardı ona. Sanki sessizlik onu insan olmaktan çıkarmıştı. Oysa ruhla dinlemeyi öğrenmişti.

Şükriye’nin gönüllü sürgününde, bir gün hayatına küçük İlyas girdi. Kasabadaki genel evde çalışan genç bir kız, Martı, kapıya bırakmıştı çocuğu. Bir bez çantayla ve geri gelme vaadiyle. “Sadece yarına kadar bakın,” demişti ama gözleri veda ediyordu. Şükriye sorgulamadan çocuğu kucağına aldı. İlyas o zaman üç yaşındaydı; bal rengi gözleri umut doluydu. Şükriye’nin tükenmiş umudunu taşıyordu sanki. Üç yıl geçti, İlyas altı yaşındaydı. Şükriye’nin dili, kulağı olmuştu; ikisi için konuşuyordu. Köy halkı unutmuştu Şükriye’nin cevap veremediğini; çocuk jestlerle konuşmuş, toprakta çizimlerle anlatmıştı. Görünmez bağla bağlanmışlardı.

Her şeyi değiştirecek sabah sıradan başlamıştı. Şükriye şafaktan önce uyandı, hava serindi. İlyas yanında kıvrılmış uyuyordu, yumruğu sıkı, eski öğretmen elbisesinden yapılmış bez bebeği tutuyordu. Şükriye kalktı, bahçeye çıktı, sebze bahçesini suladı, yağmur suyu topladığı testileri kullandı. İlyas uyandığında Şükriye mısır ekmeği yapıyordu. Çocuk belinden sarıldı, “Günaydın anne,” dedi. Kahvaltıdan sonra İlyas taşlarla oynadı, Şükriye odun zamanı olduğunu düşündü. Kış yaklaşıyordu, hasır sepet ve bıçak aldı. Yalnız çıkmak istedi ama İlyas inat etti, “Ben de geliyorum,” dedi.

Birlikte alçak dağlara doğru yürüdüler. En iyi dalların olduğu yere geldiklerinde İlyas önden koşuyordu, çubuklar topluyordu. Gördüğü her şeyi anlatıyordu. Sonra birden durdu, başını yana eğdi. “Anne!” diye bağırdı. Şükriye bıçağı bıraktı, koştu. Genç bir adam ağaca dikenli telle bağlanmıştı. Sol bacağında derin kesik vardı, kan kurumuştu. Yörük’tü bu; birileri ölsün diye bırakmıştı. İlyas korkmadan yaklaştı, “Beyefendi, adınız ne?” dedi. Yörük susuzluktan konuşamıyordu. Şükriye ne anlama geldiğini biliyordu. Yardım etmek tehlikeliydi. Ama İlyas çoktan düğümleri çözmeye başlamıştı.

Şükriye dikenli teli dikkatle kesti, adamı serbest bıraktı. İlyas göletten su getirdi. Adam küçük yudumlarla içti. Eve götürmek yavaştı, acılıydı. Yörük ancak Şükriye’ye dayanarak yürüyebildi. Hasır yatağa uzandı, derin bir iç çekti. İlyas yanına oturdu, sorular sordu. “Anneme güvenebilirsin, duyamaz ama dinler.” Şükriye bahçeden bitkiler topladı, papatya, arnika, söğüt kabuğu. Yaraları temizledi, macun yaptı, sardı. Oğuz adını söyledi adam. Kuru yapraklar arasında rüzgar gibi. Oğuz diye tekrarladı İlyas, “Hoşuma gitti, su sesi gibi.”

Günler geçti. Oğuz yavaşça iyileşti. Küçük ev doldu yeni bir enerjiyle. İlyas tercüman oldu aralarında. Oğuz hızla Türkçe öğrendi, Şükriye jestleri öğretti. Bir sabah Oğuz omzuna dokundu, yemek pişirme jesti yaptı. Oğuz mısır hamuru aldı, yufkalar yaptı, ayçiçeği tohumu ekledi. Büyükannem öğretti, dedi. İlk kez ailesinden bahsetti. Kuzeyden gelmişti, kardeşini arıyordu. Köle tüccarları kardeşini satmıştı bir çiftliğe. Aylarca aramıştı, iz bulamamıştı.

Bir öğleden sonra üç atlı evin önüne geldi. Hamdi Ağa, Vedat ve Kazım Çavuş. “Hey dilsiz, biliyoruz sana ait olmayan bir şeyi saklıyorsun!” dediler. İlyas öne çıktı, “Oğuz kötü değil!” dedi. Oğuz arka odadan çıktı, saklanmadı. “Hırsız değilim, katil değilim, kardeşimi arıyorum. Bu kadın ve çocuk hayatımı kurtardı.” dedi. Üç adam gerildi, ama İlyas kendini araya attı, “O bizim ailemizin parçası!” dedi. Küçük çocuğun cesareti yetişkinleri şaşırttı. Hamdi Ağa, “Bu böyle kalmayacak,” dedi. Şükriye biliyordu, işler karmaşıklaşacaktı.

O gece Şükriye uyuyamadı. Oğuz da arka bahçede oturuyordu. “Yarın gideceğim,” dedi Oğuz. “Size sorun getirmek istemiyorum.” Şükriye gitmesini istemediğini jestlerle anlattı. Oğuz anladı ama endişesi geçmedi. Ertesi gün sekiz atlıyla jandarma geldi. Kemal Çavuş, “Yörükü teslim et,” dedi. İlyas öne çıktı, “Oğuz bizim ailemiz, aileler birbirini korur!” dedi. Oğuz evden çıktı, “Yüzden kimsenin zarar görmesini istemiyorum,” dedi. İlyas ona sarıldı, “Gitme!” dedi. Oğuz diz çöktü, “Bazen büyük adamlar yapmak istemedikleri şeyleri yapmalı sevdiklerini korumak için,” dedi.

Oğuz teslim olmaya hazırlanırken Şükriye’nin içinde bir şey kırıldı. Yıllarca sakladığı kelimeler, boğazından çıktı: “Hayır!” dedi. Sert ve yırtıcı bir çığlıkla. Herkes döndü, dilsiz kadının ses bulduğuna şaşırdı. “Bu adam hiçbir suç işlemedi. Buradaki tek suçlular onu hayvan gibi bağlayanlar. Tutuklayacaksanız beni tutuklayın!” dedi. Kemal Çavuş şaşkınlıkla baktı. “Hangi kanun yaralıya yardım etmeyi suç sayar?” dedi Şükriye. Kemal Çavuş, Oğuz’a üç gün verdi kardeşini bulması için.

Sonraki üç gün hayatlarının en yoğun günleriydi. Oğuz, Şükriye ve İlyas birlikte çiftlikleri dolaştı. İkinci çiftlikte İlyas, ağılda çalışan bir Yörük çocuğu gördü. Oğuz’un kardeşi Kele’ydi. Doğrudan çatışma imkansızdı, plan lazımdı. Şükriye biriktirdiği parayı kullandı, usta başıdan çocuğu “satın aldı”. Arabayla uzaklaştıklarında Kele’ye, “A beyin Oğuz seni arıyor,” dedi. Çocuk koştu Oğuz’a; iki kardeşin buluşması unutulmazdı.

O gece birlikte yemeği paylaştılar. Kele, korkunç ayları ve umudunu anlattı. Şafak vakti ayrılık zamanı geldi. Oğuz ve Kele gitmeliydi. Ayrılmadan önce Oğuz, Şükriye’ye “Bizimle gel,” dedi. “Halkım seni kabul eder, şifacısın, öğretmensin, annesin.” Şükriye kabul etmedi. “Bu bizim toprağımız,” dedi. “Burada sesimi buldum.” Oğuz mavi beyaz boncuk kolyeyi verdi. Kele, İlyas’a kemikten oyulmuş flüt verdi. “Bunu çaldığında bil ki bir yerlerde iki kardeş seni düşünüyor.”

Kardeşler uzaklaştı. Şükriye ve İlyas eve döndü. Her şey aynıydı ama farklıydı. Masada üç tabak vardı. Gecelerde yeni hikayeler vardı. İlyas her akşam kemik flütü çalıyordu, bozkırın sessizliğini umut melodileriyle dolduruyordu. Şükriye kolyeyi takıyordu, seçimle kurulan ailelerin hatırası olarak.

Üç ay sonra genç bir kadın, Zehra, bebeğiyle kapıya geldi. Dul, ailesiz, köyünden kovulmuştu. Şükriye onu evine aldı. “En önemli şeye sahipsin,” dedi. “İyileşmeye ihtiyacı olan bir kalbe, sevgiye ihtiyacı olan bebeğe.” O gece dört kişi uyuyordu evde. Tesadüf bulmuş, sevgi seçmişti.

Yıllar geçti. Şükriye’nin sesi güçlendi. İlyas büyüdü. Zehra ve bebeği Hasan aileye katıldı. Köy halkı değişti. Şükriye bilgisini paylaştı, çocukları iyileştirdi. Hamdi Ağa özür diledi. Affetmek özgürleştiriyordu. Bir ilkbahar günü Oğuz ve Kele döndü. İlyas sevinçle koştu onlara. Oğuz, “Benimle evlenir misin Şükriye?” dedi. “Evet,” dedi Şükriye, “ama şartlarım var.” Herkes birlikte olacaktı. Düğün köy meydanında yapıldı. Köylüler şahit oldu, tebrik etti.

Bir hafta sonra yeni hayata yola çıktılar: Şükriye, Oğuz, İlyas, Kele, Zehra ve Hasan. Oğuz’un halkının yaşadığı yeşil vadiye vardılar. Topluluk kabul etti. Şükriye hastaları tedavi etti, çocuklara okuma yazma öğretti. Zehra yardım etti. İlyas ve Kele kardeş gibi oldular. Her yıl köye döndüler, hastaları gördüler, hikayeler anlattılar. Kerpiç ev artık bir sembol olmuştu. Umut, merhamet, aile sembolü.

On yıl geçti. İlyas ve Kele genç adamlar oldu, birlikte yolculuğa çıktılar. “Döneceğiz,” dediler. Şükriye ve Oğuz kaldılar. Hayat devam etti. Şükriye yaşlandığında bile şifa veriyordu, hikaye anlatıyordu. “Bir zamanlar sağır ve dilsiz bir kadındım,” derdi. “Dünya beni terk etmişti sandım. Ama kayıp diye bir şey yokmuş. Asıl zenginlik kan bağı değil, seçtiğin insanlarla kurduğun bağmış.”

Oğuz da yaşlandı. Hala her sabah çay yapıyor, her akşam yanında oturuyordu. “Teşekkür ederim hayatıma girdiğin için,” diyordu bazen. “Hayır,” diye düzeltiyordu Şükriye, “teşekkür ederim sen girdiğin için.”

İlyas ve Kele döndüler, kendi aileleriyle. “Sen benim gerçek annemsin,” dedi İlyas. Aile büyüdü, hikaye nesilden nesile anlatıldı. Kerpiç ev yıkılmadı, kutsal yer oldu. Her nesilden birileri ziyaret etti, dua etti. Altında bir cümle yazılıydı: “Sevgi sınır tanımaz. Merhamet ırk tanımaz. Aile sadece kan değildir.”

Şükriye ve Oğuz birlikte öldüler. Son nefeslerine kadar elleri tutuşmuştu. Topluluk, köylüler, çocuklar ağladı ama gülümsediler de. Çünkü biliyorlardı, huzur bulmuşlardı. Mezarları yan yana, çınar ağacının altında. Hikaye hiç unutulmadı. Kerpiç ev umut olarak kaldı. En karanlık anlarda bile ışık vardı. Sevgi seçildiğinde nefret yenilebilirdi. Merhamet gösterildiğinde intikam unutulabilirdi. Aileler kan bağıyla değil, kalp bağıyla kurulabilirdi. Ve rüzgar estiğinde insanlar kemik flütün sesini duyardı. Nesiller geçse de melodi aynıydı: Sevgi melodisi, aile melodisi, umut melodisi.

Küçük kerpiç ev üç kalpli ev olarak başlamıştı: Şükriye, Oğuz ve İlyas. Ama sonunda yüz, bin kalpli ev olmuştu. Barınağa ihtiyacı olan herkesi kucaklayan ev. Şükriye Hanım, her şeyini kaybettiğine inandığı kadın, gerçekte en önemli şeyi keşfetmişti: Sevgi, çöl bitkisi gibi büyüyordu. En imkansız yerlerde, en uzun kuraklıklardan sonra en tatlı meyveleri veriyordu. Bir kez kök saldı mı, hiçbir fırtına söküp atamazdı.

SON

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News