Ailesi ‘Çocuk Yapamaz’ Deyip Sattı Onu – 3 Yetim Çocuk Ona ‘Anne’ Demeye Başladı!

Hacer’in Hikayesi: Çölde Yeşeren Umut
Konya’nın Ereğli ilçesinin tozlu topraklarında, güneşin acımasızca vurduğu ve umutların çöl çiçekleri gibi solduğu bir yerde, 22 yaşında bir kadın olan Hacer Yılmaz yaşıyordu. Adı Nahuatl dilinde yıldız anlamına gelse de, ışığı onu yıllarca aşağılayan ve reddeden kısırlık suçlamasının ağırlığıyla sönmüştü. Beline kadar inen siyah saçları ve bal rengi gözleri, ruhuna kök salmış gibi görünen derin bir hüznü taşıyordu.
Menderes çiftliği, acımasız gökyüzünün altında topraktaki açık bir yara gibi uzanıyordu. Yıl 1965’ti ve Hacer, kerpiç evin koridorlarında, altı yıllık evliliğin yükünü taşıyarak başı eğik yürüyordu. Hüseyin Yılmaz’la geçen bu altı yıl, kırık umutlar, suçlayıcı bakışlar ve gölgeler gibi onu takip eden zehirli fısıltılarla doluydu.
“Yine hiçbir şey yok,” diye mırıldandı köyün ebesi, o ekim sabahı Hacer’i muayene ettikten sonra. Kelimeler, Hacer’in üzerine taş gibi düştü. Yaşlı kadın ona acıma ve küçümseme karışımı bir bakışla baktı. Bu bakışı çok iyi tanıyordu. “Altı yıl, kızım. Eğer altı yılda meyve vermediysen, artık asla vermeyeceksin.”
Hüseyin, avluda bir kafesteki hayvan gibi bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Ebe en çok korktuğu şeyin teyidiyle dışarı çıktığında, adam yumruğuyla duvara vurdu ve kerpiç duvar yıkılmış umutlar gibi parçalandı. “Çocuk doğuramayan kadın, kadın değildir!” diye bağırdı. Sesi tüm çiftlikte yankılandı. “Kötü ot bile bitmeyen çorak bir tarla gibidir!”
Hacer her kelimeyi bir kamçı gibi hissetti. Eşiğin girişinde hareketsiz kaldı ve kocasının uzun adımlarla ahırlara doğru yürüyüşünü izledi. O gece dönmeyeceğini biliyordu, daha nice geceler gibi. Hüseyin, kâhyanın kızı 17 yaşındaki Gülsüm’ün kollarında teselli bulmuştu; Hacer’in asla sunamayacağı doğurganlığı vadeden genç bir kız.
Takip eden günler sessiz bir işkenceydi. Hüseyin’in ailesi ona görünmezmiş gibi davranıyordu. Kayınvalidesi Fadime Hanım, 60 yaşında hayattan küsmüş bir kadın, boşanma hakkında açıkça konuşmaya başlamıştı. “Oğlum mirasçılara ihtiyaç duyuyor,” diyordu büyük salonda kahve içerken, Hacer’in kahvaltıyı servis etmesini umursamadan. “En iyi yıllarını kusurlu bir kadınla harcayamaz.”
Fakat en acımasız darbe, en az beklendiği yerden geldi. Hacer’in kendi ailesi, Bayram ve Ayten Yılmaz, çarşamba sabahı çiftliğe eski bir arabayla geldiler. Hacer onları karşılamak için koştu, kalbi, en zor anında onu desteklemeye geldiklerini düşünerek umutla doluydu.
“Kızım,” dedi babası gözlerine bakmadan. “Konuşmamız lazım.” Bir meşe ağacının gölgesinde, meraklı kulaklardan uzakta oturdular. Bayram, tüm hayatı boyunca yoksullukla mücadele etmiş, çalışkan bir adamdı ve yüzündeki derin kırışıklar, kaybedilmiş her hasadın, çekilmiş her kuraklığın hikayesini anlatıyordu.
“Hacer,” diye başladı annesi titrek bir sesle, “Seni sevdiğimizi biliyorsun ama çiftlikteki işler çok zor. Bu yılki kuraklık tüm hasadı mahvetti ve patrona üç aylık kira borçluyuz.”
Hacer vücudunda garip bir soğukluk hissetmeye başladı. “Ne söylemeye çalışıyorsunuz?” Babası sonunda başını kaldırdı ve gözlerinde onu dehşete düşüren bir utanç gördü. “Bir adamla tanıştık. Adana’dan zengin bir tacir. Adı Veli Çavuşoğlu ve evini idare edecek birine ihtiyacı var.”
“Anlamıyorum,” diye fısıldadı Hacer, ama kalbinin derinliklerinde korkunç gerçeği anlamaya başlamıştı. “Bize 200 lira teklif etti,” diye devam etti annesi, yaşlı yanaklarından gözyaşları süzülerek. “O parayla borçlarımızı ödeyebilir ve yeniden başlayabiliriz. Sen de yeniden başlayabilirsin kızım, buradan uzakta, kimsenin senin problemini bilmediği bir yerde.”
Hacer yavaşça ayağa kalktı. Dünyanın ayaklarının altında sallandığını hissederek, “Beni satıyorsunuz,” dedi tanımadığı bir sesle. “Kendi anne babanız beni sığır gibi satıyor, değil mi?”
“Fırsat bu,” diye itiraz etti babası, ama sözleri boş çıktı. “Saygın bir ev hanımı olacaksın. Veli Çavuşoğlu iyi bir adam, dul, çocuksuz. Sana iyi davranacak.”
Ama Hacer artık dinlemiyordu. Onlardan uzaklaştı, sanki uyurgezer gibi eve doğru yürüdü. İhanetten gelen ağırlık bir dağ gibi eziyordu onu. Kendi ailesi, dünyada onu en çok seven insanlar, acısına fiyat biçmişlerdi.
O öğleden sonra Veli Çavuşoğlu geldi. 50 yaşlarında, şişman, gri bıyıklı ve her şeyi mal gibi değerlendiren küçük gözlü bir adamdı. Sıcağa rağmen koyu renk bir takım elbise giymişti ve yere vurduğu gümüş saplı bastonuyla konuşuyordu.
“Demek kız bu,” dedi, Hacer’i pazardaki bir kısrak gibi inceleyerek. “Güçlü görünüyor, sağlıklı. Elleri çok sert değil. Biraz okuma yazması var mı?”
“Evet efendim,” diye cevap verdi Bayram onun yerine, sanki Hacer kendisi konuşamıyormuş gibi.
“İyi, iyi. Evimdekiler hesaplarını tutması gerekecek.” Veli Hacer’in etrafında dolandı. “Ve çocuk yapamadığı kesin mi?” Soru havayı bıçak gibi kesti.
“Evet efendim,” diye mırıldandı annesi. “Doktor onayladı. Ama çok çalışkan, çok itaatkâr.”
“Daha iyi,” diye homurdandı Veli. “Doğurgan kadınlar sorun getirir. Talep, skandal… Bu ihtiyacım için mükemmel olacak.”
Deri cüzdanını ceketinden çıkardı ve masaya yavaşça 200 lira saydı. Madeni paraların metalik sesi, sessizlikte cenaze çanları gibi yankılandı. Bayram ve Ayten paraya rahatlamış ve utanmış bir karışımla baktılar. Bu, Hacer’in kalbini paramparça etti.
“Anlaşma tamam,” diye ilan etti Veli, hazırladığı kâğıtları saklarken. “Kız yarın şafakta benimle geliyor. Sadece gereklileri getirsin. Evimde ihtiyacı olan her şey olacak.”
O gece Hacer eşyalarını hasır bir çantaya koydu. İki elbisesini, yün şalını ve büyükannesinin ona miras bıraktığı birkaç mücevheri katladı. Annesi önceden haber vermeden girdi, ağlamaktan gözleri şişmişti.
“Hacer kızım, anlamalısın.”
“Anlaşılacak bir şey yok anne,” diye kesti Hacer ona bakmadan. “Beni sattınız. Bu kadar basit.”
“Bir gün bizi affedeceksin,” diye fısıldadı Ayten. “Bir gün bunu sevgiyle yaptığımızı anlayacaksın.”
Hacer o zaman döndü ve annesinin gözlerindeki soğukluğu gördü. “Sevgi satılmaz, anne. Bugün yaptığınızın adı yok.”
Ertesi sabah şafakta Hacer, Veli Çavuşoğlu’nun arabasına bindi, arkasına bakmadan. Ailesi çiftlik girişinde duruyordu, ama başını o tarafa çevirmedi. Gözlerini, alın yazısının onu götürdüğü bilinmeyene doğru, ölümden daha fazla korktuğu bir geleceğe dikti.
Kaçış ve Çölde Karşılaşma
Adana’ya üç günlük yolculuk sırasında Veli, Hacer’e görevlerini açıkladı. Şafaktan önce uyanıp kahvaltı hazırlayacak, evi baştan aşağı temizleyecek, çamaşır yıkayacak, tüm yemekleri pişirecek, ziyaretçilere hizmet edecek ve o uygun gördüğünde ona geceleri eşlik edecekti. Son kelimeleri, soğuk ürperten bir gülümsemeyle söyledi. Hacer o zaman durumunun gerçek doğasını anladı. Ev hanımı değildi. Köleydi. Ona ait olan, onun her kaprisini tatmin etmek için satın alınan bir kadındı.
Veli’nin çiftliğine vardıklarının ilk gecesi, mutfak nöbetine verildiği dar sedirde yatarken Hacer, küçük pencereden aya baktı ve kendine sessiz bir söz verdi: Ne kadar katlanması gerekse de, ne kadar beklemesi gerekse de bir kaçış yolu bulacaktı. Köle olarak bir evde yaşamaktansa, çölde özgür ölmeyi tercih ederdi.
Veli, korktuğundan da kötü çıkmıştı. Gündüzleri ona görünmez bir hizmetçi gibi davranıyor, en önemsiz detay için bağırıyor, yemek mükemmel olmadığında vuruyordu. Geceler ise gerçek cehennemdi. Sürekli ona satın alındığını, kimsenin onu aramayacağını hatırlatırdı. “Unutma, kaybolsan kimse seni aramaz,” diye fısıldardı nefes nefese. “Kendi ailen seni sattı. Bu dünyada kimse seni istemiyor benden başka ve sadece bana hizmet ettiğin için.”
Ama o aralık sabahı Hacer’in içinde bir şey değişti. Veli’nin salonda bir ziyaretçiyle, bu “eskimiş” kadının yerine daha genç bir kız bulma planlarından bahsettiğini duydu. Kelimeler ona şimşek gibi çarptı. Kalırsa, bu evde yavaş yavaş ölecekti. Ama kaçarsa, en azından özgür ölecekti. O anda, ölümdeki özgürlük, yaşamdaki kölelikten sonsuz kat daha iyi görünüyordu.
Veli’nin kasabaya yeni kızları görmek için ziyaretçisiyle gitmesini bekledi. Titreyen ama kararlı ellerle, şalına biraz bayat ekmek, kurutulmuş et ve bir matara su sardı. Mutfak bıçağını ve gizlice biriktirdiği birkaç lirayı aldı. Güneş ufukta yeni belirmeye başlarken, Hacer çiftliğin arka kapısından son kez geçti. Çıplak ayakları şafağın soğuk kumuna gömüldü.
Doğan güneşin altında saatlerce yürüdü. Konya bozkırı zayıflara merhametli değildir ve Hacer bu vahşiliğe hazır değildi. Öğleye kadar suyunun yarısını içmişti ve sıcak zihnine oyunlar oynamaya başlamıştı. Matarası saatler önce boşalmıştı ve şimdi sadece ileri gitmek için kör bir kararlılık kalmıştı.
Güneş batmaya başladığında, gökyüzünü altın ve kızıl renklerle boyarken Hacer sonunda çöktü. Bedeni daha fazla dayanamıyordu ve zihni hallüsinasyonlar içinde kaybolmaya başlamıştı. “Affet beni büyükanne,” diye fısıldadı yanan havaya. “Senin istediğin güçlü kadın olamadım.”
Ve sonra, başka bir halüsinasyon gördüğüne inandığında, ufukta atlı bir siluet belirdi. Uzun boylu, bronz tenli, omuzlarına düşen siyah saçlı bir adam. Savaş izleriyle işaretlenmiş güçlü kollar. Ama dikkatini en çok çeken, onunla birlikte gelen üç küçüktü: Osman ve çocukları.
Yeni Bir Aile
Osman, geyik izini takip ederken kumda insan ayak izlerini gördü. Sağa sola sendeleyerek amaçsızca yürüyen ayak izleriydi.
“Baba, bak,” dedi 9 yaşındaki kızı Ayşe, uzaktaki koyu lekeyi işaret ederek, “Orada biri mi var?”
Osman gözlerini kıstı. Figür bir kadındı ve güneşin altında hareketsiz yatış şekline bakılırsa ciddi sorunlardaydı. İnsan tarafı, hayatta kalma içgüdüsüyle savaştı. Bir Türk kadınına yardım etmek ailesine sorun getirebilirdi ama birini çölde ölüme terk etmek, yaşlılarının öğrettiği her şeye aykırıydı.
“Zeynep, Ali geride kalın,” diye emretti 6 ve 4 yaşındaki diğer iki çocuğuna. “Ayşe, benimle gel ama dikkatli ol.”
Dikkatle düşmüş figüre yaklaştılar. Hacer bilinçsizdi. Teni güneşten kızarmış, dudakları çatlamış ve kanıyordu. Kollarında morluklar görünüyordu. “Çok hasta baba,” diye mırıldandı Ayşe, genç kalbi hemen acıdı. “Bak dudaklarına. Ölecek yardım etmezsek.”
Osman atından indi. Elini Hacer’in alnına koydu ve ateşli olduğunu hissetti. “Çok az zamanımız var.”
“Ama bir kadın, baba,” diye yanıtladı Ayşe, çocukların masum bilgeliğiyle. “Ve anne hep kadınların sorunlarda yardım edilmeyi hak ettiğini söylerdi, nereden olurlarsa olsunlar.”
İki yıl önce hastalığın onu almasından önce ölen karısı Hatice’nin anısı, Osman’ın kalbinde derin bir şeye dokundu. Hacer’i kollarına aldı. Ne kadar hafif olduğuna şaşırarak onu atına dikkatlice bindirdi.
Saklandıkları yere, kayalık bir kanyonda gizlenmiş doğal mağaralar serisine vardıklarında Osman, Hacer’i ailevi yuvasını kurduğu en büyük mağaraya götürdü. Onu geyik derisinin üzerine yatırdı ve Ayşe taze su ve şifalı otlar getirmek için koştu. Çocuklar, karısının ölümünden sonra hayatta kalmak için gereken her şeyde yardım etmeyi öğrendikleri iyi koordine edilmiş bir ekip gibi çalıştılar.
Hacer o gece gözlerini açtığında, kendini ateşin duvarlarda dans ettiği ışığıyla, dört çift endişeli gözle çevrili buldu.
“Neredeyim?” diye sormaya başladı sesi boğuk.
“Güvendesin,” dedi Osman basit Türkçesiyle. “Çölde ölüyordun. Seni buraya getirdik. Ben Osman’ım. O Ayşe, o Zeynep, o Ali, çocuklarım!”
Hacer taze su dolu kaseyi aldı ve içti. Hayatında tattığı en iyi şeydi. Kaseden ayrıldığında, üç çocuğun yüzünü gördü. Masum, merakla onu izliyorlardı.
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandı, gözyaşları yanaklarından akmaya başladı. “Çölde yalnız ölmeyi bekliyordum.”
“Kimse biz engelleyebildiğimizde yalnız ölmez,” dedi Osman, ona sıcak et suyu dolu bir kâse sunarak.
Hacer çorbayı içerken, içinde yıllardır hissetmediği bir şey hissetti: Gerçek şefkat. Bu yabancılar, ona ailesinin asla göstermediği şekilde hayatını kurtarmışlardı. Ve 4 yaşındaki Ali masum bakışlarıyla yanına gelip küçük eliyle onun elini tuttuğunda, bir şey Hacer’in kalbinde hareket etti. Kaybettiğini sandığı bir şey: Umut.
Yeni Bir Başlangıç
Gece, yorgunluktan bile ağır, Hacer’in üzerine çöktü. Osman karşısına oturdu, üç çocuk uyumuştu. “Bize anlatmak ister misin ne olduğunu?” diye sordu Osman, sesi yumuşak ama kararlıydı.
Hacer her şeyi anlattı: 6 yıllık çocuksuz evliliğini, ailesinin ihanetini, Veli’ye satılmasını, çiftlikteki korkunç ayları ve kaçışını. Osman sessizce dinledi.
“Ailen seni sattı,” dedi sonunda. “Kendi kanın seni mal gibi sattı.”
“Evet,” diye onayladı Hacer. “Çocuk yapamıyorum. Bu beni değersiz yapıyor.”
Osman’ın gözlerinde bir şey parladı. “Değersiz mi? Sen hayatın için savaşan bir kadınsın. Özgür olmak için her şeyi riske eden bir kadınsın. Bu seni güçlü yapar. Değersiz değil.” Sözler Hacer’in kalbine dokundu. Hayatında ilk kez biri onu değerli görmüştü, doğurganlığından bağımsız olarak.
Ertesi günler bir ritme yerleşti. Hacer güçlendikçe işlere yardım etmeye başladı. Çocuklarla bağı özellikle güçlü gelişti. Bir öğleden sonra Ali, Hacer’in dizine tırmandı. “Anne,” dedi masumca.
Hacer’in kalbi durdu. “Ben senin annen değilim, tatlım,” dedi yumuşakça.
“Ama anne gibisin,” diye ısrar etti Ali. “Bize yemek yapıyorsun. Bize hikaye anlatıyorsun. Bizi seviyorsun.”
Gözyaşları Hacer’in gözlerini doldurdu. İlk kez hayatında biri ona anne demişti. Bu üç çocuk, kendi çocuğu olmasa da kalbine yerleşmeye başlamıştı.
Osman, akşam çocuklar uyuduktan sonra konuştu. “Çocukların seni seviyor. Karım Hatice’yi kaybettikten sonra bir annenin sevgisinden yoksundular. Hacer, onlara benim veremediğim bir şey veriyorsun.”
“Ben de onları,” diye itiraf etti Hacer. “Hiç düşünmemiştim anne olabileceğimi. Ama onlarla birlikte, ilk kez o duyguyu hissediyorum.”
“Burada kalmak istiyorsan,” diye devam etti Osman. “Sadece misafir olarak değil, ailemizin bir parçası olarak… Bunu memnuniyetle karşılarım.”
“Ne demek istiyorsun?”
Osman ona döndü. Gözleri samimiyetle doluydu. “Çocuklarıma bir anneye ihtiyaçları var. Sen zaten onlara anne gibisin. Belki… belki birlikte bir aile olabiliriz.”
“Ama sen beni tanımıyorsun bile,” diye itiraz etti Hacer.
“Bilmem gereken her şeyi biliyorum,” dedi Osman. “Sen güçlü bir kadınsın. Merhametlisin. Çocuklarımı seviyorsun. Başka ne önemli ki?”
“Çocuk yapamam,” diye hatırlattı. “Bu sorun olur mu?”
Osman başını salladı. “Üç çocuğum zaten var. Daha fazlasına ihtiyacım yok. Ama onların bir anneye ihtiyacı var ve ben de yalnızım.”
Hacer, Osman’ın gözlerine baktı. Orada doğruluk gördü. Manipülasyon yoktu. Sadece dürüst bir teklif. Kalbinde bir şey yumuşadı. “Tamam,” dedi yumuşakça. “Deneyelim.”
O gece yıldızların altında Osman ve Hacer birbirlerine söz verdiler. Resmi bir tören değildi ama kalpleri gerçekti. Birlikte bir aile olacaklardı. Sadece çocuklar için değil, birbirleri için. Ertesi sabah, Ayşe, Zeynep ve Ali’ye söylediler.
Ayşe en büyüğü ciddiyetle sordu: “Bu senin gerçek annemiz olduğun anlamına mı geliyor?”
Hacer çömeldi. “Kan bağı olmasak da, sizi kendi çocuklarım gibi seviyorum. Eğer bana anne demek isterseniz, bu benim için dünyadaki en büyük onur olur.”
Ayşe ona sarıldı. “Anne!” dedi. Ve o kelime, Hacer’in hayatını değiştirdi.
Kurtuluş ve Mucize
Aylar geçti ve Hacer giderek daha çok Osman ve çocuklarının hayatının merkezine yerleşti. Artık güçlü, kendinden emin bir anneydi. Bir bahar sabahı, Osman avdan dönerken yaklaşan atlı sesler duydu. Üç süvari göründü: Jandarma.
“Osman,” diye seslendi komutan. “Devlet seni arıyor. Geleceksin bizimle.”
Osman yavaşça çıktı, bıçağı hazır. Suçunun ne olduğunu sorduğunda, komutan yeni bir programdan bahsetti: “Eğer işbirliği yaparsan özgür olabilirsin. Göç etmiş ailelerin yerleşmesine yardım edeceksin.”
Osman düşündü. “Bir şartım var. Benimle birlikte bir kadın ve üç çocuk var. Onlar ailem. Onları koruma altına alacaksınız.”
Hacer mağaradan çıktı, çocukları arkasında. Jandarma onu görünce şaşırdı.
“Siz kimsiniz?” diye sordu komutan.
“Hacer Yılmaz,” dedi kararlı bir sesle. “Bu adamın karısıyım. Bu çocukların annesiyim.”
Komutan, “Tamam. Ama hepiniz kasabaya geleceksiniz. Sorular sorulacak.”
Karakolda komiser, Hacer’i ayrı bir odaya aldı. “Hanım, bize hakikati söyleyin. Bu adam sizi kaçırdı mı?”
“Hayır,” dedi Hacer. “O beni kurtardı. Çölde ölüyordum.” Sonra her şeyi anlattı: Kısır olduğu için satılmasını, Veli’nin işkencesini, kaçışını ve Osman’ın ailesiyle nasıl gerçek sevgiyi bulduğunu.
Komiserin yüzü değişti. “Bu Veli Çavuşoğlu hakkında şikayetler var. İstismar, yasa dışı satışlar. İfadeniz çok değerli olabilir.”
Hacer Veli hakkında ifade verdi. Komiser, “O zaman resmi evlilik yapmanızı öneririm,” dedi. “Hem sizin hem de çocukların yasal koruması için.”
Bir hafta sonra, küçük kasaba salonunda basit bir törenle Osman ve Hacer resmi olarak evlendiler. Çocuklar yanlarındaydı. Ali Hacer’in bacaklarına sarıldı. “Artık gerçekten annemsin.”
“Evet tatlım,” dedi Hacer gözyaşlarıyla. “Sonsuza kadar senin annenim.”
5 Yıl Sonra
Aylar geçti. Osman devletle çalışmaya başladı. Hacer yerel kadınlara şifalı otlar ve okuma yazma öğretmeye başladı. Çocuklar okulda başarılıydı.
Bir gün, Hacer hamile olduğunu fark etti. İlk başta şok oldu. Doktorlar çocuk yapamayacağını söylemişti ama mucize gerçekleşmişti. Osman’a söylediğinde adam şaşkınlıktan dona kaldı. “Gerçekten mi? Dördüncü çocuğumuz!”
9 ay sonra küçük bir kız dünyaya geldi. Ona, Osman’ın ilk karısının anısına Hatice adını verdiler. Hacer bebeği kucağına aldı. Gözyaşları yanaklarından süzüldü. “Bir zamanlar bana çocuk yapamaz dediler. Ama şimdi dört çocuğum var. Üçü kalbimden, biri karnımdan.”
Osman ona baktı. “Sen mucize kadınsın, Hacer. Sadece benim için değil, hepimiz için.”
Beş yıl geçmişti o kaderlerini değiştiren günden beri. Osman ve Hacer’in kurdukları ev artık sadece bir yuva değil, bir umut merkeziydi. Hacer, kasabada tanınan bir şifacıydı. Ama en önemlisi, kısır olduğu söylenen kadınlara umut verirdi.
O, sığır gibi satılan bir kadından, dört çocuğun sevgi dolu annesine, kocasının saygı duyduğu eşine ve topluluğunun güvendiği bir şifacıya dönüşmüştü. Hacer’in hikayesi, sevginin ve gerçek ailenin, kan bağından daha güçlü olduğunu fısıldayan bir destan haline gelmişti.