Bacağı Çarpık Diye Irmağa Attılar – Adam Onu Kurtarınca Tüm Kasaba Hayatta Kaldı!

Bacağı Çarpık Diye Irmağa Attılar – Adam Onu Kurtarınca Tüm Kasaba Hayatta Kaldı!

FIRTINADAN SONRAKİ GÜL BAHÇESİ

Rüzgâr, Güneydoğu Anadolu’nun kuru topraklarında öfkeyle dolaşıyordu. 1876 yılının yazı, Karacaören köyüne üçüncü kez aynı cezayı kesmişti: kuraklık. Toprak, bir zamanlar arpayı, buğdayı ve mercimeği cömertçe taşıyan o toprak, şimdi çatlak çatlak açılmıştı; sanki suyu değil, umudu yutmuştu. Dicle’nin kolu bile, uzak dağlardan gelen kar sularıyla ayakta kalmaya çalışıyor; ince, soğuk ve inatçı bir akıntıyla köyün kıyısından geçip gidiyordu.

Köyün kenarında, rüzgârın dövdüğü kerpiç bir kulübede Rahime Yılmaz, dördüncü çocuğunu doğurmak üzereydi. Kulübenin içinde, is ve ter kokusu birbirine karışmıştı. Duvardaki eski kilim, rüzgârın her uğultusunda titriyor; toprak damdan arada bir kuru toz dökülüyordu. Rahime’nin boğuk inlemeleri, kulübenin dar içinde yankılanmıyor, aksine sanki duvarlara çarpıp geri dönmeden kayboluyordu; çünkü burada acı sıradan, nefes almak bile masraflıydı.

Köyün ebesi Fatma Ana, sert ama tecrübeli elleriyle Rahime’nin yanındaydı. Bir zamanlar kendi doğurduğu çocukları, açlıktan, hastalıktan, kavgadan, göçten kaybetmiş; sonra başkalarının çocuklarını doğurtarak hayatta kalmayı öğrenmişti. Rahime’nin başucuna eğildi, gözlerindeki merhameti saklamayan ama söze dökmeyen bir tonla konuştu:

“Güç ver kadın. Neredeyse geldi. Nefesini tutma. İt.”

Rahime, yüzünden süzülen teri bile silmeye gücü yetmeden, çarşafı iki eliyle kavradı. Kendi içinden çıkan ses ona yabancıydı; sanki bir başka kadının acısını yaşıyor gibiydi. Kapının dışında ise Mehmet, yarı çürümüş bir saman sapını sinirle çiğniyor, avlunun toprağını ileri geri adımlıyordu. Maden kuyusunda çalışıyordu; kara taşın içinde geçirdiği saatler, onun ciğerlerine olduğu kadar sabrına da kömür tozu bırakmıştı.

Zamanlar zordu. Başka bir ağız, yalnızca bir ağız değildi; bir ömür boyu sürecek bir hesap, bir ekmek kavgası, bir kış daha demekti. Zaten üç çocukları vardı; üçü de açlığın ne demek olduğunu öğrenmişti. Rahime’nin hamileliği boyunca Mehmet’in kafasında bir cümle dönüp durmuştu: “Nasıl bakacağız?”

Sonra o an geldi. Şafağın sessizliğini yırtan bir çığlık… Ardından yeni doğanın zayıf ağlayışı.

Fatma Ana, bebeği temizledi, nefesini dinledi, sonra kapıyı aralayıp dışarı çıktı. Elleri önlüğüne silerken yüzünde doğumların “olağan sevinci” yoktu. Mehmet, ebeden bir şey bekler gibi ona baktı.

“Kız,” dedi Fatma Ana kısaca.

Mehmet’in yüzünde bir gölge geçti. Kız çocuk, zaten bu coğrafyada “zor”du. Ama kapıdan içeri girip Rahime’nin titreyen kollarında küçücük bohçayı gördüğünde, gölgenin rengi koyulaştı.

Rahime sessizce ağlıyordu. Bebeği göğsüne bastırmış, sanki dünyadan saklar gibi sarılmıştı. Mehmet yaklaştı; temkinli, neredeyse korkarak.

“Ne oldu?” diye sordu.

Rahime, bebeği açtı. Küçüğün sol bacağı içe doğru kıvrılmıştı—sanki kötü iyileşmiş kırık bir dal gibi. Mehmet’in midesi bulandı. Bir an gözlerini kaçırdı, sonra tekrar baktı; çünkü gerçek, kaçınca kaybolmazdı.

“Allah bizi cezalandırıyor,” diye mırıldandı, toz ve ter karışımı yüzüne elini sürerek.

Fatma Ana, aletlerini toplarken başını kaldırmadan konuştu:

“Böyle vakalar gördüm. Bazısı zamanla düzelir. Bazısı…” Cümleyi tamamlamadı. Ama eksik kalan kelime, odanın içindeki havaya asılı kaldı: “düzelmez.”

Rahime, üç gün boyunca kızını sevmeye çalıştı. Sevmemek değil—sevememek demek daha doğruydu; çünkü her sevgi, geleceğin yükünü de getirirdi. Yine de onu emzirdi, kokladı, yanağını okşadı. Babaannesinin adını verdi: Elif.

Elif’in ağlayışı inceydi; ama inatçıydı. Sanki “ben buradayım” demenin başka yolunu bilmiyordu. Rahime, kusurun geçici olacağı umuduyla yaşadı üç gün. Dördüncü gece Mehmet, yarı bitmiş bir rakı şişesiyle kulübeye girdi. Rakı, yoksul evlerin en kötü misafiriydi: önce teselli gibi gelir, sonra karar verdirirdi.

“Karar verdim,” dedi boğuk bir sesle. “Onu besleyemeyiz. Hem bize hem kendine yük olacak.”

Rahime, bebeği sıkıca kucakladı. “Ne diyorsun sen?”

Mehmet’in gözleri kayıptı. “Yarın ırmağa götüreceğim,” dedi. “Suyla gitmesi daha merhametli olur. Acı çekmesini görmekten…”

Rahime itiraz etmek istedi. Kelimeler boğazında öldü. İçindeki hain bir ses, Mehmet’in “haklı” olabileceğini fısıldıyordu. O ses, açlığın sesiydi; borcun, soğuğun, ölümü görüp alışmış insanların sesi.

O gece Rahime, Elif’in alnından son kez öptü. Öperken kalbi, kendi bedeninin içinde bir kuş gibi çırpındı. Bir anne, çocuğunu öpmeyi bile vedaya çevirirse, dünya hangi noktada kırılmış olur?

Şafakla birlikte Mehmet, bebeği yıpranmış bir battaniye parçasına sardı. Köyün dışına, çalılıkların arasından yılan gibi kıvrılan Dicle koluna yürüdü. Su zayıf ama kararlı akıyordu; uzak dağlardan gelen kar suları, güneşin altında bile buz gibi kalıyordu.

Mehmet, titreyen ellerle küçük bohçayı suya bıraktı. Arkasını dönüp yürüdü. Irmağın kızını alıp götürmesini izlemeye cesareti olmadı. Bastığı toprak kadar kupkuru bir kalple köye geri döndü.

Ama kader, çöl rüzgârı kadar kaprisliydi. Ve bazen en acı kararların bile planını bozardı.

🌿 Irmağın Emaneti: Kadir’in Bulduğu Ses

Irmak kenarında o sabah başka bir adam daha vardı.

Kadir, kırk yaşlarında bir otacıydı; dağların insanı. Son Osmanlı-Rus çatışmalarının gölgesi, onun hayatını da yakmıştı. Köyü askerler tarafından basıldığında karısını ve ailesini kaybetmiş; o günden beri tek başına dolaşır olmuştu. Şifalı otlar arar, bazen yaralı avcıları, bazen ateşli çocukları, bazen de kendi halkının yaşlılarını iyileştirirdi.

Irmakta su içmek için eğilmişti ki, rüzgârın ve kamışların hışırtısı arasından bir ses çarptı kulağına. Kuş ötüşü değildi. İnsan sesiydi.

Bebek ağlaması.

Kadir doğruldu, etrafa baktı. Ses, ırmağın bir kıvrımından geliyordu. Adımlarını hızlandırdı. Kamışların arasını aralayarak kıvrıma ulaştı.

Orada devrilmiş bir söğüt ağacı vardı; kökleri suyun içinde doğal bir set oluşturmuştu. Köklerin arasına bir bohça sıkışmıştı. Akıntı kumaşı yırtmış; su, battaniyeyi ağırlaştırmıştı. Bohça zayıfça kımıldıyordu.

Kadir, dikkatle bohçayı aldı. Kumaşı açtı.

Karanlık gözleri şaşkınlıkla büyüdü.

Küçücük bir bebek, dudakları soğuktan morarmış halde nefes almaya çalışıyordu. Ama yaşıyordu. Bir mucize gibi—ya da belki, irmağın inadı gibi.

Kadir bebeği sabah güneşine kaldırdı; minicik vücudunu inceledi. Sol bacağın içe kıvrıldığını hemen fark etti. Ve o an anladı: Bu yüzden terk edilmiş.

Kadir’in halkında kusur, “çöp” değildi. Kusur, sabır ve bilgi isteyen bir sınavdı. Masajla, atelle, şifalı merhemlerle… iyileşen çocuklar görmüştü. Bazen tamamen, bazen kısmen; ama yaşamak için her zaman bir yol bulunurdu.

“Küçük savaşçı,” diye mırıldandı, bebeğin yüzündeki suyu silerken. “Irmak seni bir amaç için korumuş.”

Bebek bir an gözlerini açtı. Bal rengi… olağanüstü bir ton. Ve o gözler, Kadir’in içinde çoktan öldü sandığı bir şeyi kıpırdattı. Yıllar önce elinden alınan kendi kızını hatırladı. Onun gözleri de böyle… hayata tutunan, inatçıydı.

“Gülizar,” dedi Kadir kendi kendine. “Fırtınadan sonraki gül bahçesi…”

Bu isim, trajedinin ortasında başlayan bir hayat için umuttu.

Kadir deri hırkasından bir taşıyıcı düzenledi, bebeği göğsüne bağladı ve yürümeye başladı. Yaptığı şeyin iki dünyanın kuralına meydan okuduğunu biliyordu. Kasabalılar için o, “bebeği çalan dağlı” olacaktı. Kendi halkı içinse, kendilerine zarar veren insanların çocuğunu getirmek “ihanet” sayılabilirdi.

Ama Kadir, kaderin önüne koyduğu şeyi sorgulamazdı.

Saatlerce yürüdü. Güneş acımasızdı; ama Kadir göğsündeki bebeği kendi bedeniyle korudu. Arada durup parmağıyla bebeğin dudaklarını suyla ıslattı. Akıldan babasının ve dedesinin bilgilerini taradı: bacak için masaj; büyüme yönünü düzeltmek için atel; şişliği almak için yağ ve ot; ağrı için söğüt kabuğu.

Dağların eteklerinde halkının geçici olarak konakladığı kampa vardığında bakışlar önce merakla, sonra şaşkınlıkla, sonra kuşkuyla ona döndü. Çocuklar annelerinin arkasına saklandı. Yaşlı adamlar içgüdüsel olarak ellerini silahlarına götürdü.

Koca Hasan—grubun başı—sert bir ifadeyle öne çıktı.

“Ne getiriyorsun, Kadir?” dedi.

Kadir, bohçayı hafifçe açıp bebeğin yüzünü gösterdi.

“Irmağın bana emanet ettiği bir hayat,” dedi tereddütsüz.

İnsan halkasının içinde bir mırıltı yayıldı. Bazı kadınlar yaklaştı; merak, kuşkuyu biraz olsun yendi. Yaşlı bir kadın, sesi nefret taşımadan konuştu:

“Kasabalıların bebeği bu.”

Kadir başını salladı. “Onu bunun için terk ettiler,” dedi ve sakat bacağı gösterdi. “Irmağa attılar ki ölsün. Çünkü bizim bildiklerimizi bilmiyorlar.”

Koca Hasan bebeği uzun uzun inceledi. Sadece bebeği değil; bebeğin aralarında kalmasının doğuracağı sonuçları tartıyordu.

“Onun için söz verebilir misin?” diye sordu sonunda. “Bizi takip edenlerin çocuğunu üstlenmeye hazır mısın?”

Kadir, başkanın gözlerinin içine baktı. “Hazırım,” dedi. “Ona Gülizar adını verdim. Takdirin ve halkımızın önünde benim kızım olacak.”

Sessizlik uzadı. Sonra Koca Hasan kısaca başını salladı. Coşkulu bir onay değildi; ama yeterliydi.

O gece kamp uyurken Kadir, küçük Gülizar’ın tedavisine başladı. Dövülmüş otlarla geyik yağını karıştırıp merhem hazırladı. Sakat bacağa dairesel hareketlerle masaj yaptı. Şifa duaları mırıldandı; ama duaların içinde, elinin bilgisi kadar iradesi de vardı.

“Kemikler genç,” dedi karanlıkta fısıldayarak. “Düz ve güçlü büyümeyi öğrenebilirler.”

Yanında genç bir dul olan Ayten oturuyordu. Son kış bebeğini kaybetmişti; sütü gelmiş, kucağı boş kalmıştı. Gülizar’a keçi sütü ve yabani bal getirmişti.

“Bir anneye ihtiyacı var,” dedi alçak sesle.

Kadir, özel sargıyı yerleştirirken Ayten’e baktı. “Bu anneye hazır mısın?”

Ayten, bal rengi gözlü bebeğe baktı. Kendi halkının çocuklarına benzemiyordu. Ama savunmasızlık her yerde aynıydı.

“Hazırım,” dedi kesinlikle. “Onu kendi rahmimden doğmuş gibi büyüteceğim.”

Kadir, içinden bir şeyin yumuşadığını hissetti. Bedenin iyileşmesi için bilgi yetebilirdi. Ama ruhun iyileşmesi için sevgi şarttı.

🪵 Beş Kışın Öğrettiği: Kabul ve Kuşku Arasında

Günler haftalara, haftalar mevsimlere döndü. Her sabah ve her akşam Gülizar’ın bacağı masaj edilir, sarılır, düzgün pozisyonda tutmak için küçük bir tahta yapıya yerleştirilirdi. Ayten onu gündüzleri yanında taşır, kadınlara tanıtır, çocukların korkusunu meraka çevirirdi.

Yavaş yavaş, başlangıçtaki güvensizlik yerini alışkanlığa bıraktı. Bir bebeğin kokusu, en katı yürekleri bile bazen yumuşatırdı.

Ama herkes kabul etmiyordu.

Ailesini askerlerin elinde kaybetmiş sert bakışlı genç Azat, bazen kampa dönüp Gülizar’ı izlerdi. Dudaklarının kenarında hep aynı küçümseme.

“Kasabalıların kızı hâlâ kasabalı,” diye mırıldanırdı. “Büyüyünce kökenini hatırlayacak. Bizim öğrettiklerimizi unutacak.”

Bu sözleri duyan yaşlı Kara Derviş başını sallardı.

“Öfkeyle konuşuyorsun, akılla değil,” derdi. “Nerede doğduğu değil, nasıl yetiştiği önemlidir.”

Dağlardaki zaman farklı akardı. Takvimle değil, karla, göçle, törenle ölçülürdü. Kadir’in ırmaktan bulduğu bebek beş kış büyüdü. Artık kampın içinde neredeyse sağlam adımlarla koşan bir kızdı. Jestleri, dili, dünyayı kavrayışı… her şeyi onlarınki olmuştu. Sadece sol bacağında çok dikkatli bir gözün fark edeceği küçük bir farklılık kalmıştı. Kadir’in azmi meyvesini vermişti.

Bir gün Ayten, iki taş arasında mısır öğütürken seslendi:

“Gülizar! Buraya gel afacan.”

Gülizar koşarak geldi; yüzünde ışık gibi bir gülümseme vardı. O gülümseme, Kadir’in içindeki eski küllerin üstünde yeni bir ateş yakıyordu.

“Ne yapıyorsun anne?” diye sordu.

“Yufka için un hazırlıyorum,” dedi Ayten saçlarını okşayarak. “Bütün sabah neredeydin yaramaz?”

“İyileştiren otları öğreniyordum,” dedi Gülizar gururla.

Beş yaşında, şifaya karşı bitmeyen bir merakı vardı. Kadir’in havanla ezdiği köklere, merhem yaptığı yağlara, ateş düşüren kaynatmalara bakar; sorular sorar; bazen Kadir’den önce doğru bitkiyi bulurdu.

Ama kampın diğer ucunda bazı gözler onu hâlâ yabancı görürdü.

Ve bir öğleden sonra o gözlerin taşıdığı kuşku, gerçek bir tehdide dönüştü.

Koca Hasan’ın oğlu Küçük Kurt, nefes nefese koşarak geldi.

“Çabuk!” diye haykırdı. “Doğu kanyonundan askerler geliyor!”

Kadir doğruldu. “Kaç kişiler?”

“Çok,” dedi Kurt. “Babam kampı toplamayı emretti. Akşam olmadan ayrılmalıyız.”

Gülizar’ın midesi sıkıştı. Zoraki göçler hayatının parçasıydı. Ama bu sefer bir şey farklıydı. Kurt’un gözleri, ona kısa bir an tuhaf bir ifadeyle bakmıştı—sanki “sebep sensin” demek ister gibi.

Kadir, Gülizar’ın omzunu sıktı. “Annene git. Eşyaları toplamaya yardım et.”

Çadıra koşarken Gülizar, gergin konuşmaların parçalarını duydu. İsmi fısıltılarda geçti.

Ayten, derileri, tencereleri, otları aceleyle paketliyordu. Yüzünde endişe çizgileri vardı.

“Anne,” dedi Gülizar, “neden herkes bana öyle bakıyor?”

Ayten durdu. Kızının ellerini kendi ellerine aldı. Sesi titremeden konuşmaya çalıştı:

“İyi dinle beni. Ne olursa olsun sen bizim kızımızsın. Başkaları ne derse desin… sen bizim kanımızsın. Rahmimden doğmamış olsan bile bu fark etmez.”

Gülizar başını salladı; tam anlamasa da bunun “kendisinden kaynaklanan” bir şey olduğunu hissediyordu.

Dışarıda Koca Hasan meclisi toplamıştı. İzci, haberi sertçe söyledi:

“Askerler kasabalı bir kız çocuğu arıyormuş. Yıllar önce kaçırıldığını söylüyorlar. Onun için ödül vadediyorlar.”

Tüm bakışlar Kadir’in çadırına döndü.

Azat öne çıktı; gözleri kinle parlıyordu.

“Bir can, çokları için…” dedi. “Karar açık.”

Kadir bir adım attı; eli bıçağına gitti. “Ona dokun,” dedi, “bu toprakta kanayan senin kanın olur.”

Koca Hasan elini kaldırdı. “Kimse kimseyi teslim etmeyecek,” dedi ağır bir sesle. “Bölüneceğiz. Kadir, sen ve ailen yüksek dağlara çıkın. Gerimiz kuru kanyona gider. Askerler bizi takip ederse aramızda kızı bulamayacaklar.”

Ayten’in sesi kısık çıktı: “Bizi mi kovuyorsun?”

“Sizi koruyorum,” dedi Koca Hasan. “Hem sizi, hem bizi. Güvenli olduğunda geri dönersiniz.”

O gece kamp ikiye ayrıldı. Kadir, Ayten ve Gülizar sadece olmazsa olmaz eşyaları alıp yüksek dağlara yöneldi. Gülizar ilk kez varlığının sevdikleri için bir “tehlike” olarak görülmesinin ağırlığını taşıdı.

🏔️ Dağların Sessizliği: Gerçek, Kimlik ve Bir Yabancı

Yüksek dağlar başka bir dünyaydı: hava daha ince, geceler daha soğuk, yırtıcılar daha açtı. Bir şelalenin arkasında gizlenmiş mağarada barınak buldular. Kadir’in gençliğinde bildiği bir yerdi; vadinin hareketini buradan izleyebilirlerdi.

Üç ay boyunca başka insan yüzü görmediler. Altı yaşına gelen Gülizar, bir yandan macera gibi görse de arkadaşlarını özlüyordu.

“Baba,” dedi bir gün, “ne zaman diğerlerine döneceğiz?”

Kadir, tuzakları kontrol ederken durdu. Gülizar’ın gözleri, sorunun ardına saklanan daha ağır bir şeyi taşıyordu.

“Güvenli olduğunda,” dedi Kadir. “Sular yatağına döndüğünde.”

“Benim yüzümden mi?” diye sordu Gülizar. “Benim gibi olmadığım için…”

Kadir çömeldi, kızının göz hizasına indi. Bal rengi gözler, onun koyu bakışıyla tezat oluşturuyordu.

“İyi dinle beni,” dedi. “Bunların hiçbiri senin suçun değil. Yetişkinler iyi ve kötü kararlar alır. Çocuklar bu kararların ağırlığını taşımamalı. Sen benim kızımsın. Damarında hangi kan akarsa aksın, kalbinde hangi ruh yaşarsa yaşasın… önemli olan o.”

Gülizar başını salladı ama şüphenin gölgesi kolay gitmiyordu.

“Öyleyse askerler neden beni arıyor?” dedi. “Azat… gerçek ailemin beni geri istediğini söyledi.”

Kadir’in gözlerinde öfke kıvılcımı geçti.

“Onlar bir kız aramıyor,” dedi. “Bize saldırmak için bahane arıyor. Bazıları, ailenin her zaman kandan gelmediğini… sevgiyle kurulduğunu anlamıyor.”

Kış geldi. Mağaranın geceleri uzadı. Fırtınalar mağaranın girişinde ulurken, Ayten ateşin başında yemek pişiriyor; Kadir, Gülizar’a şifa bilgisini öğretiyordu. Bazen de Kadir, kemikten küçük bir ney yapıp ona eski melodiler mırıldanıyordu. O melodiler sözsüzdü; ama insanın içine “yuva” duygusu bırakan türdendi.

Bir fırtına gecesi, kader mağaralarının eşiğine yeni bir sınav getirdi.

Kadir tuzakları kontrol etmeye çıkmıştı. Ayten ile Gülizar ateşin yanında kıvrılmış dönüşünü bekliyordu. Rüzgârın uğultusu yaklaşan ayak seslerini neredeyse sakladı; ama Ayten’in içgüdüsü keskinleşti.

“Burada kal,” dedi kızına, bir bıçak alarak girişe yaklaşırken.

Eşikte beliren bir yırtıcı değildi. Giysileri yırtık, yüzü soğuktan morarmış, omzunda kanayan bir yara olan bir adamdı. İçeri birkaç adım sendeledi ve bayıldı.

Ayten bir an tereddüt etti. Sonra adamı ateşin yanına sürükledi. Dağın yasası açıktı: ölmekte olana yardım etmemek, kendini lanetlemekti.

Gülizar, adamın yanağına dokundu. “Çok üşümüş.”

“Daha fazla battaniye getir,” dedi Ayten. Beraber, adamın ıslak giysilerini çıkardılar, kuru derilere sardılar. Yara derindi; mermi ya da ok izi gibi.

Gülizar, Kadir’in öğrettiği ot lapasını hazırladı, yaraya koydu. Ayten ateşi düşürmek için kaynatma içirdi.

Kadir döndüğünde mağarasında bir yabancı görünce yüzü sertleşti.

“Mağaramızda bir yabancı ne arıyor?” diye sordu.

“Ölüyordu,” dedi Ayten. “Karda bırakamazdık.”

Kadir, adamı kuşkuyla inceledi. Yirmi beş yaşını geçmiyor gibiydi. Üniforması yoktu; ama çizmelerinin kalitesi basit köylü olmadığını gösteriyordu.

“Tehlikeli olabilir,” diye mırıldandı.

“Baba,” dedi Gülizar, “yarasına öğrettiğin otları koydum. İyileşecek.”

Kızının sesindeki güven, Kadir’in ifadesini yumuşattı. “İyi yapmışsın,” dedi. “Ama yakından izleyeceğiz.”

Üç gün boyunca yabancı, ateş ve bilinç arasında gidip geldi. Sayıklıyordu; isimler, yerler… Dördüncü gün uyandığında mavi gözleri mağarayı taradı.

“Neredeyim?” diye sordu zayıf bir sesle.

“Güvendesin,” dedi Kadir. “Fırtınada seni bulduk.”

Adam doğrulmaya çalıştı; acı geri yatırdı.

“Teşekkür ederim,” dedi. “Adım Kemal. Gümüşkent’te doktordum.”

Kemal, Kadir’in taş havanda ot ezmesini büyülenmiş gibi izliyordu. İki hafta geçtiğinde yara temizlenmişti ama kar geçitleri dönüşünü engelliyordu.

“Hiç mermi yarasının bu kadar hızlı temizlendiğini görmemiştim,” dedi, sarılı omzuna dokunarak. “Gümüşkent Hastanesi’nde birçoğu bundan daha hafif enfeksiyondan ölür.”

Kadir, “Sizin tıbbınız bıçağa çok güveniyor,” dedi. “İyileştireceklerini kesiyorlar.”

Kemal başını salladı. “Belki haklısın. Ama biz de çok şey öğrendik. Ameliyat için insanı ağrısız uyutma yollarımız var. İç yaraları görmek için aletlerimiz var.”

Gülizar, söğüt kabuğu öğütürken konuşmaya yaklaştı. Merakı gözlerinden taşıyordu.

“Gerçekten bedeni rüya görmeden uyutabilir misiniz?” diye sordu.

Kemal şaşırdı. “Evet. Buna anestezi deniyor.”

“Bana öğretir misin?”

Bu soru, Ayten’in içine açıklayamadığı bir korku bıraktı. Gülizar’ın öğrenme açlığı, bir “başka dünya” ile bağ kurmaya başlamıştı.

“Geç oldu,” dedi Ayten araya girerek. “Odun topla.”

Gülizar gidince ateşin yanında ağır bir sessizlik kaldı.

Kemal dikkatle konuştu: “Olağanüstü bir çocuk. Tıp konusunda yeteneği var. Üniversitedeki öğrencilerimden hızlı öğreniyor.”

“Benim kızım,” dedi Kadir; sesi savunmacıydı.

Kemal daha fazlasını sormadı. Ama sorular gözlerinde kaldı.

Kadir uzaklara ot aramaya çıktığında Kemal ile Gülizar uzun uzun konuştular. Kemal şehirlerin tıbbi ilerlemelerini anlattı. Gülizar sorular sordu. Ve şehir dili, kızın ağzında giderek daha akıcı oldu. Konuşma kolaylaştıkça, hafızanın derininde duran kırıntılar da kıpırdanmaya başladı: bir ninni sesi, taze ekmek kokusu, hiç yaşanmamış gibi duran ama bedenin tanıdığı duyular.

Bir gece Ayten uyurken, Kadir avdan henüz dönmemişken Gülizar, Kemal’in yanına oturdu.

“Gerçekte nereden geliyorum?” diye sordu.

Kemal uzun uzun baktı. Tehlikeli bir yerde yürüdüğünü biliyordu. Ama kızın gerçeği hak ettiğine de inanıyordu.

“Birkaç ay önce,” dedi yavaşça, “Mehmet adında bir adam Gümüşkent’e geldi. İnanılmaz bir hikâye anlattı. Beş yıl önce yoksulluk ve kuraklık yüzünden yeni doğan kızını ırmağa bıraktığını söyledi. Sakat bacaklı yaşayamaz diye… Sonra suçluluk onu kemirmiş. Biraz refah görünce aramaya başlamış. Hayatta olabileceğine inanarak.”

Gülizar ateşe baktı. Hiçbir duygu göstermedi. Ama o duygu yokluğu, duygunun çokluğundan doğuyordu.

“Askerler…” diye fısıldadı. “Beni bu yüzden mi arıyor?”

“Evet,” dedi Kemal. “Bir ödül teklif edilmiş. Söylentiler yayılmış. Ordu bunu bahane edip dağlara baskı için fırsat görmüş.”

Gülizar derin bir nefes aldı.

“Sen bu hikâyeye inanıyor musun?” diye sordu.

Kemal’in sesi yumuşadı. “Pişmanlığın gerçek olabileceğine inanıyorum. Ama yuvanın her zaman doğduğumuz yer değil… sevildiğimiz yer olduğuna da inanıyorum.”

Tam o anda mağaranın girişinde Kadir belirdi. Karda yürümüş, elinde tavşan vardı. Kızını ve doktoru böyle konuşurken görünce bakışları sertleşti.

“Kemal bana askerlerin neden beni aradığını anlatıyordu,” dedi Gülizar, sesinde meydan okuyan bir dürüstlükle.

Kadir’in çenesi sıkıldı. “Anlatacak senin hikâyen değil bu,” dedi Kemal’e.

“O sordu,” dedi Kemal sakince. “Ve bence anlaması için yeterince büyük.”

Kadir’in öfkesi yükseldi. “Onun halkı için bir çöp olduğunu mu anlatıyorsun? Şimdi onu uygun olduğu için mi aradıklarını?”

“Ya gerçekten pişman oldukları için?” diye araya girdi Gülizar. İki adamı da şaşırtan bir olgunlukla.

Kadir kızına baktı. Artık karşısında, sadece büyüttüğü bir çocuk değil; kendi iradesi, kendi soruları olan bir insan görüyordu.

🏙️ Gümüşkent Yolu: İki İsmin Arasında

İlkbahar geldi. Kar eridi, yollar açıldı. Ve kararlar kaçınılmaz oldu.

Kemal iyileşmişti ve dönmeye hazırlanıyordu. Kadir için Kemal’in varlığı bir riskti; konumlarını biliyordu, Gülizar’ı biliyordu. Kemal söz vermişti ama dünyada söz, bazen rüzgâr kadar kaygandı.

Gülizar bir gün, Kemal’e sessizce yaklaştı: “Seninle gelebilir miyim?”

Ayten bu sözleri duyduğunda yüzü bir an dondu. Sepetindeki yaban mersini yere düştü.

“Bunu mu istiyorsun?” diye sordu kırık bir sesle. “Seni terk edenlere gitmek için bizi terk etmek mi?”

Gülizar annesine koştu, sarıldı. “Hayır,” dedi. “Sizi terk etmek istemiyorum. Sadece bilmek istiyorum. Neden?”

Ayten’in gözyaşları sessiz aktı. “Bazı nedenler cevap taşımaz, küçüğüm,” dedi. “Aramak sadece daha fazla acı getirir.”

O gece ateşin başında üç yetişkin oturdu. Kemal, kelimelerini tartarak konuştu:

“Kızın cevapsız soruları var. Köklerini bilmek, kendini tam hissetmesine yardım edebilir.”

“Kökleri burada,” dedi Ayten. “Bizimle.”

Kemal başını salladı. “Evet. Ama bir gün bu sorular büyüyecek. Cevap bulamazsa içinde bir boşluk büyür.”

Kadir sessizce dinledi. Sonunda sordu: “Ne öneriyorsun?”

“Birkaç günlüğüne Gümüşkent’e götürmeme izin verin,” dedi Kemal. “Evde kalır. Onu yeğenim olarak tanıtırım. Mehmet ailesini görmesine izin veririm ama kim olduğunu söylemem. Onları gözlemler. Tehlikeye girmeden… kendi görüşünü oluşturur.”

Ayten’in sesi titredi: “Ya tanırlarsa?”

“Altı yıl geçti,” dedi Kemal. “Yeni doğmuştu. Kimse kayıp kızın bir doktorun yanında olacağını beklemez.”

Kadir, mağaranın girişine yürüdü. Ay ışığı vadinin üstüne gümüş gibi yayılmıştı. Dönmeden sordu:

“Sonra ne olacak? Onu geri getirecek misin?”

Kemal, Kadir’in gururunu incitmeden yaklaştı. “Söz veriyorum,” dedi. “Bir ay içinde burada olacağız.”

Karar günlerce tartıldı. Kadir rüya aradı, işaret aradı. Ayten sevginin bazen “bırakmak” olduğunu kabullenmeye çalıştı.

Sonunda dengeyi Gülizar’ın kendisi değiştirdi. Bir sabah Kadir’le ot toplarken, kız sarsıcı bir olgunlukla konuştu:

“Baba, rüyalar bana geldi. Zor olsa da yürümem gereken bir yol gördüm. Geride bıraktığımı bilmezsem, önümde olanı özgürce seçemem.”

Kadir ona baktı. Irmaktan kurtardığı kırılgan bebek değil; kendi kaderini şekillendiren güçlü bir ruh görüyordu.

“Nasıl emin olabilirsin?” dedi. “Bir tuzak olmadığından.”

Gülizar babasının pürüzlü ellerini tuttu. “Sen bana rüzgârı dinlemeyi öğrettin,” dedi. “Akıl korksa bile kalbin bildiğine güvenmeyi. Kalbim… gidip gerçekten dönebilmem için gitmem gerektiğini biliyor.”

Ertesi gün hazırlıklar başladı. Ayten kızının saçlarını özenle ördü; küçük kemik boncuklar ve tohumlar ekledi, onu “kendi halkının kızı” olarak işaretleyen süsler. Kadir, en değerli otlarla dolu küçük bir ilaç çantası verdi.

“Kim olduğunu unutma,” dedi çantayı beline bağlarken. “Ne görürsen gör, ne söylerlerse söylesinler… sen Gülizarsın. Kadir ve Ayten’in kızı.”

O gece Gülizar, anne ve babasının arasında uyudu. Çok küçükken yaptığı gibi. Üçü, kusursuz bir daireydi; mesafe ne olursa olsun bozulmayacak bir yuva.

🧪 Çarşıda Karşılaşma: “Elif” Adı ve Bir Salgın

Dağlardan iniş, dünyadan dünyaya geçmek gibiydi. Gülizar her şeyi aç gözlerle izledi: taş döşeli yollar, sıralı evler, camlı pencereler, kalabalık, ses… Şehrin gürültüsü bile rüzgârdan farklıydı.

Kemal ona yol boyunca uyarılar verdi. Sonra hikâyeyi pekiştirdi:

“Sen benim yeğenim Elif’sin. Ailen vefat etti. Bir süre benimle kalacaksın.”

“Neden Gülizar değil de Elif?” diye sordu kız.

“Çünkü bu senin doğumda verilen ismin,” dedi Kemal. “Ve çünkü Gülizar burada fazla dikkat çeker.”

Gümüşkent’e girdiklerinde minareler göğe uzanıyor, çarşıdan baharat ve hayvan kokusu yükseliyordu. Kemal’in evi Gülizar’a bir başka evren gibi geldi: raflarda kitaplar, vitrinde tıbbi aletler, yer döşemesi taş… Şehir, hem açıkta hem kapalıydı; tehlike hayvan değil, insan olabilirdi.

Ertesi gün Kemal onu kliniğe götürdü. Metal aletler, şişelerde sıvılar, insan bedeninin çizimleri… Gülizar büyülendi. Kemal hastaları muayene ederken kız dikkatle izledi.

“Babama yardım ettiğim gibi sana yardım edebilir miyim?” diye sordu.

Kemal tereddüt etti ama gözlerindeki kesinlik ikna etti onu. “Gözlemleyebilirsin,” dedi. “Aletleri uzatabilirsin. Ama iznim olmadan dokunmayacaksın.”

Öğleden sonra eve dönerken Kemal birden durdu. Karşıdan iri, gür bıyıklı bir adam geliyordu; yanında ufak tefek bir kadın ve üç çocuk. Kemal fısıldadı:

“Mehmet. Doğum baban.”

Gülizar’ın kalbi hızlandı. Adamın yüzüne baktı. Güneşte çatlamış bir yüz, nasırlı eller… Hayal ettiği canavar değildi. Sadece yorgun bir adamdı. Kadın—Rahime—daha yaşlı görünüyordu; gözlerinde kalıcı bir endişe vardı.

“O çocuklar…” diye fısıldadı Gülizar. “Kardeşlerim mi?”

Kemal başını salladı.

Gülizar onları izledi. İçinde nefret yoktu. Sevgi de yoktu. Tanıma yoktu. Sadece merak ve garip bir uzaklık… sanki bir hikâyenin karakterleri gibiydiler.

Kemal, “Takip etmek ister misin?” diye sordu.

Gülizar başını salladı. “Bugün yeter.”

Ama kader, o günün “yeter” sayılmasına izin vermedi.

Çarşının öbür ucundan bir çığlık yükseldi. Bir adam köpükler saçarak yere yığılmıştı; konvülsiyon geçiriyordu. İnsanlar panikle dağıldı, “Kemal Bey!” diye bağırdı.

Kemal koştu. Gülizar da içgüdüyle peşinden gitti.

“Zehirlenme gibi,” dedi Kemal, adamı muayene ederken. “Ne içtin?”

“Yeni kuyudan su…” dedi adam, bir başka kasılma dalgasıyla kıvranarak.

Kemal kalabalığa bağırdı: “O kuyudan başka kim içti?”

Birçok el kalktı. Bazıları zaten titriyordu.

Kemal’in yüzü karardı. “Bu salgına döner. Hepsini tedavi etmeliyiz.”

Gülizar etrafa baktı, sonra Kadir’in öğretisini hatırladı. Sesi net çıktı:

“Baba bunun için yılan otu kökü ve beyaz söğüt kömürü kullanır. Kök zehri emer. Kömür… içi temizler.”

Kemal şaşırdı. “Emin misin?”

Gülizar başını salladı. “Evet. Ama yer ve yardım lazım.”

Kemal’in gözleri Mehmet ve Rahime’ye takıldı. “Yardımınıza ihtiyacım var,” dedi onlara. “Bu kadar hastayı kliniğe sığdıramam.”

Mehmet tereddüt etmedi. “Evimiz büyük,” dedi. “Hastaları oraya götürün.”

Gülizar’ın sırtından ürperti geçti. Dakikalar içinde “kendi olabilecek” eve girecekti. Şimdi, onların komşularını kurtarmak için.

Mehmetlerin evi geniş sayılırdı: avluda bir portakal ağacı, kenarda şifalı bitkiler. Hastalar hasır döşeklere yatırıldı; sayı yirmiyi geçti. Zehirlenme kuru otlarda ateş gibi yayılıyordu.

Kemal gönüllüleri yönetti. Gülizar’a ilaç hazırlamayı verdi. Rahime onu mutfağa götürdü. Gülizar ilaç çantasını açtı; Kadir’in dünyası, şehrin taş zeminine yayıldı: kökler, tohumlar, kurutulmuş kabuklar.

Rahime, kızın ellerine baktı. Küçük ama emin. Ölçüyü tutturuyor, kökü eziyor, kaynatmayı ayarlıyordu.

“Bunları nereden öğrendin?” diye sordu.

“Amcam öğretti,” dedi Gülizar başını kaldırmadan.

Sekiz yaşındaki Fatma yaklaştı. “Yardım edebilir miyim?”

Gülizar ona baktı. Kızın ağzının yanında küçük bir ben vardı—kendi yüzünde de aynı yerde olduğunu fark etmişti. Bir an nefesi durdu.

“Evet,” dedi Gülizar. “Şu tohumları ince toz yap.”

Birlikte çalıştılar. Sessizce. Kız kardeş olduklarını bilmeden ama bir ritmi paylaşarak. Kemal ara ara gelip ilaçları hastalara içirdi. Konvülsiyonlar azaldı. Ateşler düştü. İnsanlar kusarak zehri attı.

Kemal fısıldadı: “Bu karışım… olağanüstü.”

Mehmet, çalışan küçük kıza bakıyordu. “Onda bir şey var,” dedi. “Gözlerinde… bana bir şey hatırlatan…”

Gece ilerledikçe Gülizar bitkin düştü. Mutfak köşesinde bir çuvala yaslanıp uyuyakaldı. Onu bulan Rahime oldu. İçgüdüsel bir şefkatle kızı kucağına aldı, evin arkasındaki küçük odaya götürdü.

“Burada dinlenebilir,” dedi Kemal’e.

Kemal anladı. Bu oda… yıllar önce terk ettikleri bebek için bir gün hazırlanmış, sonra hiç kullanılmamış bir odaydı. Şimdi o bebek, gerçek kimliği bilinmeden, o odada uyuyordu.

Şafakta kriz geçmişti. Hastalar toparlanıyordu. Gümüşkent’te sadece bir salgın değil, insanların zihninde de bir şey kırılmıştı: “dağlı tıbbı” dedikleri şeyin, bir doktorun bilgisiyle yan yana durabileceğini görmüşlerdi.

🌉 Dönüş ve Köprü: Affetmek, Seçmek, İyileştirmek

Günler geçti. Gülizar Mehmetlerin ailesini uzaktan izledi. Kemal’in yanında öğrenmeye devam etti. İki dünya arasında bir köprü olmanın mümkün olduğunu ilk kez hissetti: biri otla, merhemla, temasla iyileştiriyordu; diğeri ölçüyle, aletle, kayıtla.

Ama söz verdikleri süre doldu. Dağlara dönme vakti geldi.

Ayrılık sabahı Mehmet, Gülizar’a yıllardır tuttuğu bitki günlüğünü verdi. “Bunları ben topladım,” dedi. “Sen daha iyi kullanırsın.”

Gülizar sayfaları okşadı. “Teşekkürler,” dedi.

Ve ağzından, düşünmeden bir kelime döküldü:

“Baba…”

Mehmet’in yüzü dondu. Bir an gözleri büyüdü—sanki yıllardır taşıdığı suçluluk, tek kelimeyle yerinden oynatılmıştı.

Ama Gülizar çoktan Kemal’in atına binmişti. Kasabadan uzaklaşırken arkasına baktı: veda eden insanlar, avlunun portakal ağacı, sokak…

Kendi olabilecek kasaba.

Ve içinde bir gerçek yerleşti: Seçmek zorunda değildi. İki dünyanın arasında durabilir, ikisine de ait olabilir ve ikisini de iyileştirebilirdi.

Dağlara döndüklerinde, şelale yanındaki küçük ateşin dumanını gördüklerinde Gülizar’ın gözlerinden yaşlar süzüldü.

“Anne! Baba!” diye bağırarak atından indi, koştu.

Ayten onu kucakladı. Kadir kızının başını okşadı; iri elleri titriyordu. Kız, Kadir’in göğsüne yüzünü gömüp fısıldadı:

“Döndüm.”

Kadir’in sesi boğuk çıktı: “Biliyorum.”

“Ve sadece öğrendiklerimi değil,” dedi Gülizar, nefes nefese, “birlikte neler kurabileceğimizi de getirdim.”

Kemal uzaktan izledi. İki geleneği, iki kültürü, iki dünya görüşünü kalbinde taşıyan bir şifacının doğuşuna tanıklık etmişti.

Yıllar sonra Gülizar büyüdü. Hem dağın bilgisiyle hem şehrin ilmiyle iyi bir hekim oldu. Gümüşkent ile dağlar arasında, tedavi ve güven üzerinden bir barış köprüsü kurdu. İnsanlar onu bazen Elif diye çağırdı, bazen Gülizar. O, iki ismi de taşıdı ama tek bir gerçeğe tutundu:

Gerçek yuva, onu seven, iyileştiren, büyüten ellerdi.

Mehmet ve Rahime onu sonunda tanıdı. Gözyaşlarıyla özür dilediler. Gülizar affetti—çünkü affetmeyi Kadir ve Ayten öğretmişti. Affetmek, unutmak değildi; affetmek, kendini zehirden kurtarmaktı.

İki ailesi oldu. Ama en güçlü bağın kan değil, sevgi ve seçimle kurulduğunu hiç unutmadı.

Ve Dicle’nin soğuk kolu, yıllar önce bir bebeği öldürmek için taşımaya çalıştığı o bohçayı, şimdi başka bir hikâyenin başlangıcına dönüştürmüş olarak, sessizce akmaya devam etti.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News