Bordo Bereliyi Törene Almadılar — Ta ki General Her Şeyi Durdurana Kadar

Çoban Madalyası: Anıt Kabir’de Unutulan Kahraman
Kasım ayının soğuk bir sabahı, Ankara’daki Anıtkabir’in ana girişinde olağanüstü bir olay yaşanmak üzereydi. Güvenlik görevlisi, sert ve küçümseyen bir sesle konuştu:
— Bu bir şaka mı?
Yanında, genç bir askeri polis alaycı bir gülümsemeyle bakıyordu. Önlerinde ise Ahmet Yıldız vardı; 85 yaşında, bükülmüş duruşu ve zamanın izlerini taşıyan elleriyle, yüzünde uzun bir hayatın haritası okunuyordu. Basit, koyu renk bir takım elbise giymişti. Manşetleri eskimiş olsa da pırıl pırıldı. Hayatında sahip olduğu tek takımdı.
Kapının ötesindeki yeşil tepelere odaklanmıştı. Hiçbir şey söylemedi. Genç asker öne çıktı, cilalı çizmeleri çakılda gıcırdadı:
— Efendim, burası Korgeneral Mehmet Kaya’nın özel cenaze töreni. Sadece davetliler içindir. Kimlik belgelerinizi görmem gerekiyor. Yoksa buradan ayrılmanız lazım.
Çatışma havada asılı kaldı. Burası onura adanmış bir yerdi, ama şimdi kurallar ve prosedürlerin ördüğü bir duvar vardı. Görevli, sadece yanlış yere gelmiş yaşlı bir adam görüyordu. Oysa karşısında bu toprakların değerlerinin yaşayan tanığı duruyordu. Devlet plakalı araçlar gelmeye başladı, içindekiler kapıda tutulan yaşlı adama meraklı ve acıyan bakışlar atıyordu.
Ahmet Yıldız bekliyordu. Hayatı boyunca daha kötüsünü beklemişti. Yaka kartında “Çavuş Demir” yazan genç asker sabırsızlıkla iç çekti:
— Bakın dede, bunun için vaktim yok. Konvoy birazdan gelecek. Güvenlik sorunu yaratıyorsunuz. Bir mezar ziyaret edecekseniz halk girişi 1 kilometre ötede. Şimdi kendi başınıza mı gideceksiniz, yoksa biz mi götürelim?
Ahmet’in sesi sakindi ama derinden gelen bir ağırlık taşıyordu:
— Komutan için buradayım. Benim burada olmamı isterdi.
İkinci görevli, Üsteymen Yılmaz, samimiyetsiz bir kahkaha attı:
— Tabii, siz ve komutan en iyi arkadaşlardınız değil mi efendim? Korgeneral Kaya, cumhurbaşkanlarına danışmanlık yapmış biriydi. Davetiyesi olmayanlarla vakit geçirecek zamanı yoktu.
Hakaret açıktı. Küçük bir yaz grubu saygılı bir mesafede toplanmaya başlamıştı. Yüksek rütbeli subaylar, siyasetçiler, kederli aile üyeleri hepsi siyahlar içindeydi. Ahmet üzerine yönelen bakışları hissediyordu. Acıma, rahatsızlık ve utanç karışımı tanıdık duygulardı. Hayatını görünmez kalarak geçirmişti. Bugün değil.
— Adım Ahmet Yıldız. Sadece onlara Ahmet Yıldız’ın burada olduğunu söyleyin.
Çavuş Demir bir adım daha yaklaştı:
— Ahmet Yıldız öyle mi? Tamam, ben de Milli Savunma Bakanıyım o zaman. İsimler evrak olmadan bir şey ifade etmez. Dede.
Eldivenli parmağını Ahmet’in göğsüne doğrulttu:
— Üzerinizde madalya yok, şerit yok, hizmet kanıtı yok. Bana göre siz, kısıtlı bir törende askeri tesise izinsiz girmeye çalışan bir sivilsiniz.
Suçlama havada asılı kaldı. Hizmet kanıtı yok. Ahmet’in eli bilinçsizce yanına indi. Kanıtı vardı. Sadece cilalanıp yakaya iğnelenebilecek türden değildi. Kanıtı kemiklerine kazınmış, hafızasına oyulmuştu.
Yakındaki kontrol noktasından genç bir teğmen yürüyerek geldi. Kargaşa onu da çekmişti.
— Sorun ne Çavuş?
— Bu adam komutanım, Korgeneral Kaya’nın arkadaşı olduğunu iddia ediyor. Davetiye yok, kimlik yok.
Teğmen, Ahmet’e yukarıdan aşağıya baktı, yıpranmış takım elbisede ve çizik ayakkabılarda oyalanıp hızlı bir hükme vardı:
— Efendim, devlet cenaze törenini aksatıyorsunuz. Tesisleri derhal terk etmeniz için size son kez ihtarda bulunuyorum.
Ahmet’in sabrı derin ve geniş bir rezervuar kurmaya yüz tutmuştu:
— Ayrılmıyorum.
Teymen’in yüzü sertleşti:
— O halde izinsiz giriş ve askeri bir törene müdahale suçundan tutuklusunuz. Onu çıkarın, direnirse kelepçeleyin.
Demir ve Yılmaz Ahmet’in kollarına uzanırken teğmen yaşlı adamın yakasında bir şey fark etti. Küçük ve mat bir metal parçası eğri biçimde kumaşa iğnelenmişti. Şekli bozulmuş, kararmış ve görünürde tamamen değersizdi. Teğmen alaycı bir ifadeyle parmağıyla hafifçe vurdu:
— Bu ne? Sakız kutusundan çıkan özel ödülün mü?
Teğmen’in parmağı metale değdiği an dünya eridi. Anıt Kabir’in bakımlı çimleri kayboldu. Yerini Doğu Anadolu dağlarının çamuru ve sağanak yağmuru aldı. Az önce biçilmiş çim kokusu bir anda kan ve barutun metalik kokusuna dönüştü. Genç bir yüzbaşı, devrilmiş bir çam ağacının altında sıkışmıştı. Bacağı doğal olmayan bir açıyla bükülmüştü. O genç yüzbaşı Mehmet Kaya’ydı.
Bir hava aracı düşmüştü. 12 adam, 10 gün boyunca düşman hattının gerisinde kalmıştı. Umut yoktu. 10’uncu gecede tek bir adam geldi. Dağlardan, düşman devriyelerinin arasından geçti. Çoban lakaplı adam, kurşunlar uğulduyordu ama durmadı. Ahmet Yıldız o gece 12 adamdan sekizini tek başına sırtında taşıdı. Mehmet Kaya onlardan biriydi. Kaya, hala sıcak olan pürüzlü bir metal parçasını genç Ahmet’in avucuna bırakmaya çalışıyordu:
— Bunu sakla Ahmet. Mevzuata uygun değil. Resmi değil ama onların basabileceği her madalyadan daha anlamlı. Oradaydın demek. Bizi kurtardın demek.
Metal parça bir havan mermisinin şarapneliydi. Ahmet, kayanın üzerine kapanarak patlamayı kendi bedenine almıştı. Kaya, o şarapneli kendi elleriyle dövdü. Bir iğneye dönüştürdü. Adını “Çoban Madalyası” koydu. Yalnızca bir tane yapıldı. Bir insanın bir diğerine verebileceği en yüksek onurdu.
Görüntü parçalandı. Ahmet yine kapıdaydı. Güneş gözlerinde parlıyordu. Teğmen hala habersizce gülümsüyordu. Ama Ahmet’in gözlerinde uzun zaman önce sönmüş bir ateşin korları yeniden yanıyordu. Ahmet, teğmenin elini iğneden nazikçe itti:
— Ona dokunma.
Sesi alçak ama tehlikeli bir sakinliğe sahipti. Görevliler Ahmet’in kollarını kavradılar. Kalabalık nefesini tuttu. Tek suçu bir dosta veda etmek isteyen bir adamın kamusal utanca sürüklenmesiydi.
Arka tarafta genç bir yüzbaşı vardı. Adı Tekin’di. Gerçek bir savaş gazisinin sessiz kırılmaz dinginliğini tanıyacak kadar çok şey görmüştü. Yaşlı adamın duruşunda gördü bunu. Hakareti kıpırdamadan emmesinde, bakışlarını kaostan çevirmeyip dost doğru tutuşunda bir şey derinden yanlıştı. Görevliler Ahmet’e dokunduğunda yüzbaşı Tekin artık duramayacağını anladı. Bir telefon açabilirdi.
Korgeneral Kaya’nın en yakın çalışma arkadaşı Albay Aslan’ın doğrudan hattı vardı. Kalabalıktan uzaklaşıp aramayı gizledi:
— Komutanım, yüzbaşı Tekin. Ana kapıda bir durum var. Güvenlik yaşlı bir adamı tutuyor. İçeri girmeye çalışıyormuş. Adı Ahmet Yıldız. Yakalarında küçük kararmış bir iğne var. Şarapnel parçasına benziyor.
Hattın diğer ucunda birden sağır edici bir sessizlik oldu. Albay’ın sesi geri döndüğünde bambaşkaydı. Rahatsızlık gitmiş, yerini saygıyla karışık bir aciliyet almıştı:
— Yüzbaşı. Adını tekrar ettin mi?
— Yıldız komutanım, Ahmet Yıldız.
Hat kapandı. Görevliler yaşlı adamı kapıdan uzaklaştırıp bir güvenlik aracına doğru sürüklüyorlardı. Artık çok geçti.
Komuta çadırında Albay Aslan telefonu sanki elektrik çarpmış gibi tuttu. Masaya yumruğunu vurdu. Genç bir binbaşı irkildi:
— Komutanım, bir şey mi oldu?
— Bana Orgeneral Öztürk’ü bağlayın. Şimdi!
Çadırın içinde sinirle volta attı. Ahmet Yıldız, bunca yıl sonra Korgeneral Kaya son 10 yılını onu bulmaya, bir kez daha teşekkür etmeye adamıştı. Masasında duran son mektubunda talimat bırakmıştı: “Eğer Ahmet Yıldız adında biri beni ararsa ona ne isterse verin. Bu ulusun asla ödeyemeyeceği bir borcu var.”
Orgeneral Öztürk hatta:
— Albay Aslan, ana kapıda çoban protokolü aktif. Tekrar ediyorum çoban protokolü aktif.
Telsiz çatırdadı. Orgeneral Yavuz Öztürk’ün sesi geldi:
— Tekrar et albay. Çoban mı? Bu imkansız.
— Evet komutanım. Tanım uyuyor. İğne, isim: Ahmet Yıldız.
Yanıt anındaydı, sesi buz gibiydi:
— Her şeyi durdurun. Alayı durdurun. Yoldayım. Kapıda.
Üç siyah zırhlı askeri araç göründü. Camları güneşi obsidyen aynalar gibi yansıtıyordu. Kapının yanında tekerlekleri çakıla saplanarak aniden durdular. Teğmen ve görevliler dondu. Ellerini Ahmet’ten çektiler. Kapılar askeri hassasiyetle açıldı. Albay Aslan indi, ardından Orgeneral Yavuz Öztürk.
Dört yıldızlı general, teğmenin önünde durdu. Sağ elini alnına kaldırdı. Hayatında gördüğü en kusursuz selamdı. Dört yıldızlı bir generalden yıpranmış bir takım elbisedeki bir sivile verilmiş nihai saygıydı:
— Sayın Yıldız, şeref verdiniz.
Teğmen şaşkın halde kekeledi:
— Komutanım, rahatsızlık için özür dilerim. Bu adam bir sahne çıkarıyordu. Giriş yetkisi yoktu.
Generalin başı selamını indirmeden teğmene döndü:
— Bu topraklarda senin de benim de sahip olacağımızdan daha fazla yetkiye sahiptir. Teymen.
Kalabalığa döndü:
— Siz yaşlı bir adam görüyorsunuz. Bir sivil görüyorsunuz. Ben bir dev görüyorum. Bu Ahmet Yıldız’dır. Tarih kitaplarında adı geçmeyebilir ama Bordo Bereliler için ve bugün uğurladığımız Korgeneral Mehmet Kaya için başka bir isimle bilinir: Çoban.
Kalabalıktan toplu bir nefes yükseldi. General sürdürdü:
— Bu adam haritalarda olmayan yerlere gitti. Kayıp yazılan adamları geri getirdi. Gerektiğinde sağlıkçı, pilot, kılavuz, gerektiğinde eşsiz bir savaşçıydı. Rütbe takmadı. Komisyon kabul etmedi. Verilen her madalyayı reddetti. Tek ödül evine dönen çocuklardır.
General, Ahmet’e bir adım daha yaklaştı. Gözleri doluydu:
— 1968’in baharında bir düzine bordo bereliği taşıyan helikopter düşmanın derinliklerine düştü. Hayatta kalanlardan biri genç yüzbaşı Mehmet Kaya’ydı. Üç gün boyunca çevrildiler. Kurtarma umudu yoktu. 3’üncü gecede tek bir adam onların yanına girdi. Çoban o adamların yarısını kendi sırtında taşıdı. Bugün onurlandırdığımız büyük komutanın yaşamasının nedeni burada duran Ahmet Yıldız’dır.
General selamını indirdi. Gözlerini Ahmet’ten ayırmadan yakasındaki kararmış iğneyi işaret etti:
— Şunu görüyor musunuz? Az önce ıvır zıvır sandığınız şu parça. Yüzbaşı Kaya’nın 3 metre ötesine düşen havanın şarapneli. Ahmet Yıldız onu öldürecek patlamayı üzerine alarak Kaya’nın üstünü kapattı. Kaya o şarapneli kendi elleriyle dövdü ve çoban madalyası adını verdi. Yalnızca bir tane yapıldı. Onun gibi bir adamın verebileceği en yüksek onur budur.
Kalabalık artık acıyarak değil hayranlıkla bakıyordu. Erlerden albaylara kadar askerler mütevazı yaşlı adama selam verdi. Teğmen’in yüzü bembeyaz kesildi. Onlar sadece hata yapmamışlardı, bir kutsala saygısızlık etmişlerdi.
Orgeneral Öztürk nihayet tüm dikkatini teğmenle iki görevliye çevirdi:
— Davetiyesini sordunuz Teymen, açık olayım. O tepedeki her bir mezar taşı onun davetiyesidir. Yarım direğe inen her bayrak onun kişisel karşılamasıdır.
Bir adım attı, karşısındakiler refleksle geri çekildi:
— Madalyalarını görmek istediniz. Bu adamın vücudundaki yaralar, kılavuzlarınızın hiçbir zaman ölçemeyeceği bir cesaretin işaretidir. Cesaret onun kalbindedir, göğsünde değil. Sizin işiniz güvenliktir. Ama en temel aracınız tabancanız ya da telsiziniz değildir. Yargıdır, ayırt etme gücüdür. Ve bunda şaşırtıcı ölçüde başarısız oldunuz.
Bakışı acımasızdı:
— Yaşayan tarihin huzurunda durdunuz. Bir sorun gördünüz, bir izinsiz giren sandınız. Yardımcıma rapor vereceksiniz. İsimlerinizi ve birliklerinizi bildireceksiniz. Yarın sabah saat 6’da Genelkurmay Karargahındaki ofisimde gerçek saygı üzerine kısa bir görüşme yapacağız. Anlaşıldı mı?
— Emredersiniz komutanım.
General dönmek üzereyken Ahmet elini uzatıp generalin koluna nazikçe dokundu:
— Yavuz, onlar bildikleri tek yolla işlerini yapmaya çalışan çocuklar. Bırak gitsin.
General Ahmet’e baktı, ifadesi yumuşadı. Yavaşça başını salladı. Ahmet, genç teğmene döndü. Oğlum, dedi nazik bir sesle:
— Giydiğin üniforma sana otomatik olarak saygı kazandırmaz. O bir semboldür, bir sözdür. Saygı insanlara nasıl davrandığınla her gün kazanılır ve bazen en önemli insanların, en çok fedakarlığı yapanların hiç üniforma giymediğini anlaman gerekir. Bunu unutma.
Ahmet konuşurken iğnenin yaratıldığı an zihinde yeniden canlandı. Antiseptik kokulu bir saha hastanesi. Genç Ahmet bir sedyede yatıyor, sırtı şarapnel yaralarıyla dolu. Yanında yüzbaşı Mehmet Kaya. Bacağı alçıda. Kaya elinde saatler önce Ahmet’in bedeninden çıkarılan pürüzlü bir metal parçası:
— Beni o olay için gümüş yıldıza öneriyorlar. Ama o senin ordunun verebileceği şeylerin ötesinde. Bunu al. Bedeli asla unutma. Ben de borcu asla unutmayacağım.
Orgeneral Öztürk, Ahmet Yıldız’a bizzat eşlik etti. Kapılardan içeri selam veren asker sıralarının ve suskun kalabalığın arasından geçti. Onu arkalara değil ön sıraya götürdü. Korgeneral Kaya’nın kederli ailesinin yanına oturttu. Çobanın hikayelerini hayatları boyunca duyan aile fertleri yaşlı adamı gözyaşlarıyla kucakladı.
Ahmet tören boyunca sessiz ve metindi. Arkadaşına son saygılarını sundu. Görevi sonunda tamamlandı.
Kapıdaki olaydan sonraki süreç hızlı ve kararlı ilerledi. Teğmen ve görevlileri onursuz terhis edilmedi. Ahmet bunu istemedi. Bunun yerine Orgeneral Öztürk onların yeniden görevlendirilmesini ve zorunlu hizmet içi eğitimini bizzat denetledi. Hassas tesislerde görevli tüm personel için yeni bir program oluşturuldu: Durumsal farkındalık, tarih ve empati dersi.
Program, Türk Silahlı Kuvvetlerinde “Yıldız Protokolü” olarak anıldı. Kapıdaki yaşlı adamın hikayesi her yeni askere anlatılan bir alçakgönüllülük dersine dönüştü.
Aylar geçti, mevsimler değişti. Genç teğmen artık daha alçakgönüllü ve daha olgun bir üste, sessiz bir kontrol noktasında görev yapıyordu. Yağmurlu bir salı öğleden sonrasıydı. Üssün dışındaki küçük bir lokantada öğle yemeğindeydi.
Kahvesini karıştırırken kapıdaki zil çaldı. Basit bir ceketli yaşlı bir adam içeri girdi. Omuzlarındaki yağmur damlalarını silip tezgahta bir yere oturdu. Ahmet Yıldız’dı.
Subayın kalbi hızlandı. Ahmet’in kahve söyledikten sonra pencereye dalıp gitmesini izledi. Uzun bir an donup kaldı. İçinde utançla minnettarlık savaştı. Sonunda ayağa kalktı, tezgaha yürüdü. Cüzdanından bir banknot çıkarıp fincanın yanına bıraktı.
Ahmet başını kaldırdı, sakin gözlerinde bir tanıma kıvılcımı. Subayın sesi adını koyamadığı bir duyguyla kalınlaştı:
— Kahveniz benden efendim ve ders için teşekkür ederim.
Ahmet gencin gözlerine baktı, değişimi gördü. Hafifçe gülümsedi, başını usulca salladı:
— Güvende kal oğlum.
Sesi sessiz bir dua gibiydi. Subay başını eğip lokantadan çıktı, kahramanı kahvesiyle baş başa bıraktı. Aralarında sessiz ve saygılı bir anlaşma kalmıştı.
Ahmet Yıldız’ın hikayesi bize şunu hatırlatıyor: Kahramanlar büyüklüklerini her zaman kollarında taşımaz. Bu sessiz cesaret hikayesi, aramızda yürüyen görünmez kahramanların, vatanını seven Mehmetçik’in sessiz kahramanlıklarının unutulmaması için anlatıldı.
Her gün aramızda sessizce yürüyen, büyüklüklerini göğsünde değil kalbinde taşıyan kahramanlar var. Onlara olan borcumuzu asla unutmayalım.
SON