Çirkin Diye Aşağıladılar – Yalnız Adam Atıyla Geldi ve Onu Kurtardı!

Dağın Şifacısı
Kasabanın meydanı o sabah, Pazartesi pazarının canlılığıyla dolup taşıyordu. Köylerden gelen kadınlar, toprak kokulu sebzelerle tezgâhlarını kurmuş, erkekler kahvehanenin önünde, günün siyasetini ve dedikodularını hararetle tartışıyordu. Çeşmenin başında neşeyle oynayan çocukların sesi, meydanın uğultusuna karışıyordu. Herkes kendi dünyasındaydı. Ancak o an, bu alışılagelmiş düzen, tek bir kadının gelişiyle sarsılıp duruverdi.
Leyla, henüz 21 yaşındaydı. Belini aşan, parlak siyah saçları ve bakmaya doyamayacağınız iri, kahverengi gözleri vardı. Yapısı narin ve asildi. Aslında Leyla, kasabanın en güzel kadınlarından biri olabilirdi, lakin yüzünün sol tarafını kaplayan mor bir leke, onu kasabanın paryası, istenmeyeni yapmıştı. Doğuştan gelen bu iz, elmacık kemiğinden başlayıp dudağının köşesine kadar uzanıyordu. Sanki birileri yüzüne mor mürekkep dökmüş ve bu leke asla silinmemişti.
O sabah, Leyla başını sıkıca örtmüş, yüzünü olabildiğince saklamaya çalışmıştı. Ama kasaba halkı onu tanıyordu, onun kim olduğunu biliyordu. Çocuklar onu gördüğünde fısıltıları anında başladı. Kadınlar başlarını çevirdi. Kahvelerini içen erkekler, fincanlarını yarıda bırakıp Leyla’ya diktiler gözlerini. Sessizlik, kasaba meydanına ağır bir perde gibi indi.
Leyla’nın tek istediği, üvey annesi Şerife Hanım’ın sabah erkenden verdiği emri yerine getirmekti: “Git, alışverişini yap ve hemen geri dön. Kimseyle konuşma, kimseye görünme. Başımıza bela getirme.”
Ancak o gün kader, Leyla için başka bir senaryo yazmıştı. Meydanın tam ortasında yürürken, kalın bir erkek sesi bağırdı: “İşte geliyor! Kasabanın uğursuz kızı geliyor!”
Leyla durdu. Kalbinin göğsünü parçalayacak kadar hızlı çarptığını hissetti. Kimdi bu ses? Kimi çağırıyordu? Etrafına baktığında, gördüğü manzara kalbini dondurdu: Herkes ona bakıyordu, herkes onu gösteriyor, onun hakkında konuşuyordu.
Meydanın köşesinden Behçet Bey çıktı. Kırklı yaşlarındaydı, kasabanın en zengin ve en nüfuzlu kişilerindendi. Muhtar Tekin Bey’in en yakın arkadaşıydı. Üzerindeki pahalı kıyafetler, başındaki fes ve elindeki bastonla, yürürken kasabanın tüm gücü onunla birlikte yürüyor gibiydi.
“Leyla kızı!” diye bağırdı Behçet Bey, sesi meydanın her köşesine ulaştı. “Nihayet cesaret edip yüzünü gösterdin. Kasaba halkı senin o yüzünü görecekmiş, ne mutlu bize!”
Leyla geri çekilmek istedi ama arkasında toplanan kalabalık onu engelledi. Etrafı çembere alınmıştı. Kaçacak yeri yoktu, saklanacak deliği kalmamıştı. Sadece orada durup, aşağılanmayı bekleyebilirdi.
Behçet Bey, her adımı bir tehdit, her bakışı bir hakaret olan bir tavırla yaklaştı. “Söyle bana,” dedi. “Annen seni taşırken ne gördü? Hangi şeytan onu korkuttu da sen böyle doğdun?”
Kasaba halkı güldü, bazıları alkışladı, daha fazlası yeni bir hakaret bekledi. Leyla başı öne eğik, orada dikildi. Gözyaşları yanaklarından sessizce akıyordu ama bir kelime bile edemiyordu.
“Yoksa,” diye devam etti Behçet Bey, sesi daha da yükselmişti. “Belki Allah seni böyle yarattı. Belki de günahların bu kadar büyüktü ki, yüzüne yazıldı. Böylece herkes senin ne olduğunu görsün diye.”
Bu sözler Leyla’nın kalbine bir bıçak gibi saplandı. İnsanlar, Allah’ın adını kullanarak onu lanetliyordu. Sanki bu lekeye sahip olmak onun günahıymış, böyle doğmak kendi seçimiymiş gibi davranıyorlardı.
Behçet Bey kollarını açarak kasaba halkını işaret etti. “Bak etrafına! Bunların hepsi normal insanlar. Bunların hepsi Allah’ın güzel yarattığı kullar. Ama sen… sen bir ibret olarak yaratıldın. Böylece insanlar şükreder diye!”
Leyla artık dayanamadı. Dizleri büküldü. Tam yere çökecekti ki, bir ses duyuldu. Genç bir kadının sesiydi.
“Yeter artık Behçet Bey!” Bu ses Ceylan’a aitti. Leyla’nın çocukluktan kalma tek arkadaşıydı.
Ceylan kalabalığın arasından öne çıktı. “Bu kadın size ne yaptı? Neden onu böyle aşağılıyorsunuz?”
Behçet Bey, yüzünde küçümseyici bir gülümsemeyle Ceylan’a döndü. “Sen kimsin ki bana söz söylersin? Muhtar Bey’in sözünü dinle, kasaba düzenini dinle! Bu kadın aramızda olmamalı. Bu kadın başımıza bela getirir!”
“Hangi bela?” diye sordu Ceylan cesaretle. “Yirmi bir yıldır aramızda yaşıyor. Kimseye zarar verdi mi? Kimseye kötülük etti mi? Sessizce yaşıyor. Neden ona eziyet ediyorsunuz?”
Ancak kalabalık Ceylan’ın tarafını tutmadı. Tam tersine, bazıları ona da saldırdı. “Sus sen de! Onun tarafını tutarsan, sen de onun gibi olursun!”
Ceylan yine de vazgeçmedi. Leyla’nın yanına gitti, kolundan tuttu ve onu ayağa kaldırdı. “Gel,” dedi yumuşakça. “Buradan gidelim. Bu insanlar seni anlamıyor.”
Behçet Bey önlerini kesti. “Hayır. O gitmeyecek. Daha söyleyeceklerim var.”
Leyla başını kaldırdı. O gün ilk kez Behçet Bey’in gözlerine baktı. Gözlerinde öfke vardı ama aynı zamanda bir korku da. Neden bu kadar öfkeliydiler? Sadece bir yüz lekesinden mi bu kadar korkuyorlardı?
“Senin hakkında bir şey duydum,” dedi Behçet Bey, sesi alçaktı ama tehditkârdı. “Evlenme hayalleri kuruyormuşsun. Bir erkek seni isteyebilir diye bekliyormuşsun.”
Kasaba halkı yine güldü. Bu sefer kahkahalar daha uzun, daha acımasızdı. Leyla’nın en gizli, en masum hayali şimdi herkesin önünde alay konusu olmuştu.
“Hangi erkek seni ister?” diye devam etti Behçet Bey. “Hangi adam sabah uyandığında senin o yüzünü görmek ister? Hangi çocuk böyle bir anneden doğmak ister? Hayır Leyla, sen evlenmek için yaratılmadın. Sen yalnız kalmak için doğdun.”
Bu sözler Leyla’nın içindeki son umut kırıntısını da söndürdü. Artık ağlamıyordu bile. Sadece boş boş bakıyordu. İçi tamamen boşalmıştı. Ceylan onu sıkıca tutuyordu. “Gel,” diye fısıldadı. “Artık gidelim. Burada durmaya değmez.”
İkisi yavaşça kalabalığın arasından geçti. İnsanlar yol verdi ama arkalarından hakaretler, bağırışlar ve gülüşler devam etti. Leyla eve dönerken her adım bir işkenceydi. Bacakları yürümek istemiyor, kalbi durmak istiyordu.
Eve vardıklarında Şerife Hanım kapıda bekliyordu. Yüzü öfkeyle kızarmış, gözleri tehlikeli parlıyordu. “Duydum!” diye bağırdı. “Tüm kasaba konuşuyor. Meydanda rezil oldun! Bizi rezil ettin! Bu ailenin adını lekeledin!”
Leyla cevap veremedi. Sadece içeri girdi, odasına kapandı ve yatağına uzandı. Gözyaşları yastığa aktı ama artık sessizce ağlıyordu. Dışarıda Şerife Hanım’ın sesi devam ediyordu: “İki yıldır senin yükünü çekiyorum. Baban öldüğünden beri seninle uğraşıyorum. Artık yeter. Artık dayanamıyorum!”
Leyla bunun son uyarı olduğunu biliyordu. Üvey annesi onu kapının önüne koymaya hazırlanıyordu ve bu sefer kimse onu durduramayacaktı.
O gece Leyla pencereden dışarı baktı. Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu. Uzakta, karanlık dağlar heybetle yükseliyordu. Kasaba ışıkları teker teker sönüyordu. “Belki de haklılar,” diye fısıldadı kendine. “Belki de ben gerçekten bu dünyaya ait değilim. Belki de gitmemin zamanı geldi.”
Ertesi sabah güneş doğduğunda Leyla hala uyanıktı. Tüm gece düşünmüş ve kararını vermişti: Bu kasabada kalamazdı. Gitmesi gerekiyordu.
Üvey annesi sabah erkenden geldi. “Topla eşyalarını,” dedi soğuk bir sesle. “Bugün gidiyorsun. Nereye gidersen git ama bu evde kalamazsın.”
Leyla hiçbir şey söylemedi. Sadece başını salladı. Birkaç elbisesini, annesinden kalan bir eşarbı ve biraz ekmeği bohçasına koydu. Başka bir şeyi yoktu zaten. Kapıdan çıkarken son kez eve baktı. Burası hiçbir zaman gerçek evi olmamıştı, ama yine de bildiği tek yerdi. Şimdi onu da kaybediyordu.
Kasabanın meydanından geçerken kimse ona bakmadı. Herkes kendi işindeydi. Önceki günün draması bitmiş, yeni dedikodular başlamıştı. Leyla artık ilginç değildi. O sadece yoktu.
Kasabanın dışına çıktığında, patika dağlara doğru uzanıyordu. Leyla bu yolda daha önce hiç yürümemişti ama artık başka seçeneği yoktu. Ya dağlara gidecek, ya da yol kenarında ölecekti.
İlk adımı attığında güneş tam tepedeydi. Üçüncü günün sonunda, son adımını attığında ise gün batıyordu. Ve Leyla bilmiyordu ki, bu yolculuk onu hayatının dönüm noktasına götürecekti.
Dağlarda bir adam yaşıyordu. Adı Adem’di. Otuz yaşındaydı. Üç yıl önce karısını kaybetmiş, kızıyla birlikte insanlardan, acıdan ve geçmişten kaçarak buraya yerleşmişti. O akşam, yedi yaşındaki kızı Fazilet, dağ yolunda bir şey gördü.
“Baba,” dedi, “şurada birisi var. Sanırım yardıma ihtiyacı var.”
Adem baktı. Uzakta, bir kadın sendeliyordu. Düşmek üzereydi, ölmek üzereydi. Kurtarılmayı bekliyordu. Ve Adem bilmiyordu ki, bu kadını kurtarmak sadece onun hayatını değil, kendi hayatını da değiştirecekti.
Güneş batarken, Leyla artık ne patikayı ne de etrafındaki güzelliği fark ediyordu. Sadece bir adım daha atabilmek için kendini zorluyordu. Su, yemek ve güç bitmişti. Gözleri bulanıklaşıyor, başı dönüyor, bacakları onu taşımıyordu. “Biraz daha,” diye fısıldadı kendine. Ama bedeni isyan etti. Dizleri büküldü ve toprağa yığıldı. Kalkmaya çalıştı ama başaramadı.
Gökyüzüne baktı. Yıldızlar çıkmaya başlamıştı. Her biri bir veda gibiydi. Leyla gözlerini kapattı. Belki de uyursa rahat ederdi. Belki de bir daha uyanmazdı ve belki de bu, en iyisiydi.
“Baba bak!” diye bir ses duydu. Bir kız çocuğu sesiydi. “Orada birisi var.”
Leyla gözlerini açmaya çalıştı ama göz kapakları çok ağırdı. Sadece iki gölge gördü: Biri büyük, biri küçük.
“Çok hasta görünüyor,” diye devam etti çocuk sesi. “Belki ölüyor.”
“Geri çekil, Fazilet,” dedi derin, güçlü ve uyarıcı bir erkek sesi. “Tehlikeli olabilir.”
Adem kızını arkasına aldı ve yerde yatan kadına dikkatle yaklaştı. Genç bir kadındı. Elbisesi yırtılmış, saçları dağılmış, dudakları çatlamıştı. Ama Adem’in dikkatini çeken, kadının yüzünün sol yanını kaplayan o mor lekeydi.
“Baba, ne yapacaksın?” diye sordu Fazilet, meraklı gözlerle bakarak.
Adem tereddüt etti. Bu kadın yabancıydı. Kim olduğunu bilmiyordu. Sorun getirebilirdi. Ama sonra kadının acı çeken yüzüne baktı. Üç yıl önce ölen karısı Şükran’ı hatırladı. O da mı böyle yalnız ölmüştü?
“Eve götüreceğiz,” dedi kararlı bir sesle.
Kadını kucağına aldı. Şaşırtıcı derecede hafifti. “Sağ kalacak mı?” diye sordu Fazilet endişeyle.
“Bunu Allah bilir,” dedi Adem. “Ama elimizden geleni yapacağız.”
Kulübeye vardıklarında gece olmuştu. Adem kadını içeri taşıdı ve yatağa yatırdı. Fazilet su, temiz bez ve ilaç getirdi. İkisi birlikte çalıştı. Adem kadının yüzünü temizledi, yaralarına baktı. Fazilet yavaş yavaş Leyla’nın ağzına su damlattı.
Leyla bilinçsizdi, ara sıra inliyor veya bir şeyler mırıldanıyordu. “Gitme anne,” diyordu. “Beni bırakma.” Sonra, “Lütfen affet,” diye fısıldıyordu. “Ben isteyerek böyle olmadım.” Adem bu sözleri duydu. Anladı ki, bu kadının geçmişi tıpkı kendisinin ki gibi acı doluydu.
Tüm gece Leyla’nın başında bekledi. Ateşini kontrol etti, su verdi, battaniye örttü. Fazilet uyudu ama Adem uyumadı. Bir gardiyan gibi bekledi.
Sabah olduğunda Leyla gözlerini açtı. Başını çevirdi ve bir adam gördü. Otuzlu yaşlardaydı. Kısa siyah saçları, güzel kesilmiş sakalı vardı. Güçlü omuzları vardı. Ama en çarpıcı olanı gözleriydi; koyu kahverengi, derin ve acı çekmiş gözler.
“Uyandın,” dedi adam sakin bir sesle. “İyi. Çok hasta görünüyordun.”
Leyla konuşmaya çalıştı ama boğazı kupkuruydu. Sadece bir hırıltı çıktı.
“Su içmelisin,” dedi Adem. Bir kâse getirdi, Leyla’nın başını kaldırdı ve dudaklarına götürdü. “Yavaş iç, acele etme.”
Leyla içti. Su cennet gibiydi. Her yudum hayat, her damla umut veriyordu.
“Teşekkür ederim,” dedi zorlukla.
“Rica ederim,” dedi adam. “Ben Adem. Bu da benim kızım Fazilet.”
Küçük kız öne çıktı, utangaçça gülümsedi. “Merhaba. Biz seni dağda bulduk. Baba seni kurtardı.”
“Senin adın ne?” diye sordu Fazilet.
“Leyla,” dedi kadın, sesi hala zayıftı. “Benim adım Leyla.”
“Güzel isim,” dedi Fazilet ve yatağın kenarına oturdu. “Neden dağda yalnız yürüyordun? Kaybolmuş muydun?”
“Fazilet,” dedi Adem uyarıcı bir sesle. “Şimdi soru sorma zamanı değil. Hanım hasta, dinlenmesi lazım.”
Ama Leyla başını salladı. “Sorun değil,” dedi. Fazilet’e döndü. “Hayır, kaybolmadım. Gidecek yerim yoktu. Bu yüzden dağlara geldim.”
“Gidecek yerin yok mu?” diye sordu Fazilet şaşkınlıkla. “Peki ailen? Annen baban?”
“Fazilet!” dedi Adem daha sert. “Yeter artık.”
Ama Leyla gülümsedi. Acı bir gülümsemeydi ama gerçekti. “Annem öldü, babam öldü. Üvey annem beni kovdu, kasaba beni istemedi. Gidecek başka yerim kalmamıştı.”
Fazilet’in gözleri doldu. “Çok üzgünüm,” dedi. “Ama şimdi buradasın ve baba seni kovmaz, değil mi baba?”
Adem tereddüt etti. Ne diyecekti? Ama kızının umutlu gözlerine, sonra da kadının yorgun yüzüne baktı. “Burada kalabilirsin,” dedi sonunda. “İyileşene kadar. Sonra ne yapacağına karar verirsin.”
Leyla gözyaşlarını tutamadı. “Teşekkür ederim,” dedi. “Bunu neden yapıyorsunuz? Beni tanımıyorsunuz bile.”
“Çünkü bir zamanlar birisi bana da yardım etti,” dedi Adem, pencereden dışarı, dağlara, geçmişe baktı. “En çaresiz olduğum zamanda birisi elini uzattı. Şimdi sıra bende.”
Sonraki günler yavaş geçti. Leyla yavaş yavaş iyileşti. Adem ona yemek getirdi, Fazilet su getirdi. İkisi de onu yalnız bırakmadı.
Beşinci gün Leyla yataktan kalktı. Zayıftı ama ayaktaydı. Kulübeyi gezdi. Küçük ama temizdi. Basitti ama evdi. “Dışarı çıkmak ister misin?” diye sordu Fazilet. “Hava çok güzel.”
Leyla dışarı çıktı. Manzara nefes kesiciydi. Dağlar her yöne uzanıyor, gökyüzü masmaviydi. “Burası cennet gibi,” dedi Leyla.
“Baba bu yeri seçti,” dedi Fazilet gururla. “Yıllar önce annem öldükten sonra buraya geldik ve hiç ayrılmadık.”
Leyla yumuşakça sordu: “Annen nasıl öldü?”
Fazilet’in yüzü üzüldü. “Hastalandı,” dedi. “Çok ani oldu. Bir gün iyiydi, sonraki gün hasta. Bir hafta sonra öldü. Baba çok üzüldü. Hala üzülüyor.”
“Üzgünüm,” dedi Leyla ve kızın elini tuttu. “Çok zor olmalı.”
“Evet, zor,” dedi Fazilet. “Ama baba güçlü ve ben de güçlüyüm. Birbirimize yardım ediyoruz.” Durdu. Sonra Leyla’ya baktı. “Şimdi sen de varsın. Belki sen de bize yardım edersin.”
Leyla kızı kucakladı. Daha önce bu kadar saf bir kabul görmemişti. Kasabada herkes onu reddetmişti, ama bu küçük kız onu kabul ediyordu.
O akşam üçü birlikte yemek yedi. Basit bir yemekti ama aileydi. Yemekten sonra ateşin başında oturdular.
Adem aniden konuştu. “Leyla,” dedi. “Sana bir şey sormak istiyorum. Sormak istemiyordum ama bilmem lazım. Kasaba neden seni kovdu? Ne yaptın?”
Leyla başını eğdi, utandı. “Hiçbir şey yapmadım,” dedi. Yüzündeki lekeye dokundu. “Sadece böyle doğdum. Bu leke yüzünden beni istemediler.”
Adem şaşırdı. “Sadece bu yüzden mi?” diye sordu. “Bir doğum lekesi yüzünden mi seni kovdular?”
“Evet,” dedi Leyla, gözyaşları geldi. “Canavar dediler. Uğursuz dediler. Ailelerin yanına gitmemi istemediler. Sonunda üvey annem de dayanamadı, gitmemi söyledi.”
Fazilet hemen Leyla’nın yanına geldi. “Ama sen canavar değilsin,” dedi. “Sen çok güzelsin.”
Leyla, ağlarken güldü. “Teşekkür ederim canım,” dedi. “Ama çoğu insan böyle düşünmüyor.”
“O zaman onlar kör,” dedi Fazilet kararlılıkla. “Çünkü ben seni görüyorum ve sen güzelsin.”
Adem kızını, sonra Leyla’yı izledi. Bu kadında güçlü bir şey vardı. Tüm acılara rağmen hala gülümseyebiliyordu.
“Kasaba haksız,” dedi Adem sessizce. “Sen burada kalabilirsin, istediğin kadar.”
“Ama ben size yük olacağım,” dedi Leyla. “Paranız yok, yiyeceğiniz az. Ben daha fazla sorun getiririm.”
“Hayır,” dedi Adem, gözlerine baktı. “Sen sorun değilsin. Sen çözümsün.”
“Çözüm mü?” diye sordu Leyla anlamamışçasına.
“Evet,” dedi Adem. “Fazilet’in anneye ihtiyacı var. Ben yalnızlığa ihtiyacım var sanıyordum ama yanılmışım. Hepimizin aileye ihtiyacı var. Ve belki sen bizim ailemizin parçası olabilirsin.”
Bu sözler Leyla’nın kalbini eritti. Yıllar sonra ilk kez bir yere ait hissetti. İlk kez istenen biri olduğunu hissetti. İlk kez eve geldiğini hissetti.
“Teşekkür ederim,” dedi. “Size yük olmayacağıma söz veriyorum. Çalışacağım, yardım edeceğim, size değerimi göstereceğim.”
“Değerini zaten biliyoruz,” dedi Fazilet gülümseyerek. “Sen burada olduğun için değerlisin.”
O gece Leyla uyudu. Yıllar sonra ilk kez huzurla uyudu.
Aylar geçti. Leyla kulübede kaldı, Adem ve Fazilet’le yaşadı. Her gün dağda yaşamayı, yemek yapmayı, şifalı bitkileri öğrendi. Ama en önemlisi, mutlu olmayı öğrendi.
Adem ona dağın sırlarını öğretti. Güvenmeyi, gülmeyi ve yaşamayı öğretti. Fazilet ise onu çok sevdi. Sabah uyanır uyanmaz Leyla’nın yanına koşuyordu. Bazen “Anne” diye sesleniyor, sonra utanıp “Pardon, Leyla abla” diyordu. Ama Leyla gülümsüyordu. “Anne de diyebilirsin,” diyordu.
Bir gün Adem, Leyla’ya eski bir defter gösterdi. İçinde çizimler, bitkiler ve ilaç tarifleri vardı. “Bu, benim karımın defteriydi,” dedi. “Şükran çok iyi bir şifacıydı. Her hastalığa çare bilirdi. Sana bunu vermek istiyorum.”
Leyla defteri aldı. “Ama bu çok değerli,” dedi. “Emin misin?”
“Eminim,” dedi Adem. “Şükran bunu öğrenecek birine vermemi isterdi. Sen öğrenmek istiyorsun. Sen yardım etmek istiyorsun. Bu defter senin olmalı.”
O günden sonra Leyla her gün defteri okudu. Her tarifi ezber etti. Dağa çıktı, bitkileri topladı, ilaçlar, merhemler ve çaylar yaptı. Zamanla çok iyi bir şifacı oldu.
Bir gün Fazilet hastalandı. Ateşi çıktı, öksürdü, titredi. Adem çok endişelendi. “Kasabaya götürmeliyim,” dedi. “Doktora götürmeliyim.”
Ama Leyla sakin kaldı. “Hayır,” dedi. “Ben hallederim.” Defterden tarifleri buldu, ilaç hazırladı, Fazilet’e içirdi. Tüm gece başında bekledi. Sabah olduğunda Fazilet iyiydi. Ateşi düşmüştü, gülümsüyordu.
“Teşekkür ederim anne,” dedi Fazilet. Bu sefer utanmadı.
Adem, Leyla’ya baktı. Gözlerinde hayranlık, minnet ve isim koymaktan korktuğu başka bir duygu vardı.
Bir akşam, ateşin başında otururlarken Adem konuştu. “Leyla,” dedi. “Sana bir şey sormak istiyorum. Sen buradan gitmeyi düşünüyor musun? Bir gün kasabaya dönmeyi düşünüyor musun?”
Leyla düşündü. “Hayır,” dedi. “Kasabaya dönmek istemiyorum. Orada beni isteyen yok. Ama burada…” durdu, gözleri doldu. “Burada bir ailem var.”
Adem gülümsedi. “Evet,” dedi. “Burada bir ailen var.” Duraksadı. “Ve ben seni burada istiyorum. Sadece misafir olarak değil, aile olarak.”
Leyla ona baktı. Kalbi hızlandı. “Ne demek istiyorsun?”
“Benimle evlenir misin?” diye sordu Adem, sesi titriyordu. “Fazilet’in annesi olur musun? Benim karım olur musun?”
Leyla şaşırdı. “Ama ben…” diye başladı. “Ben lekeli bir kadınım. Sen beni gerçekten istiyor musun?”
Adem kalktı, Leyla’nın yanına geldi ve elini tuttu. “Ben seni tüm halinle istiyorum,” dedi. “Lekenle istiyorum. Geçmişinle istiyorum. Acınla istiyorum. Çünkü sen Leyla’sın ve ben seni seviyorum.”
İlk kez birisi ona seni seviyorum demişti. İlk kez birisi onu istiyordu. Leyla ağladı. Mutluluktan ağladı. “Evet,” dedi. “Evet, seninle evlenirim.”
Fazilet uyuyormuş gibi yapıyordu ama kulak misafiriydi. Hemen yerinden fırladı. “Yaşasın!” diye bağırdı. “Artık gerçekten annem olacaksın!”
Üçü birlikte güldü, ağladı, kucaklaştı. O gece kulübede aşk kazandı, umut kazandı, aile kazandı.
Bir hafta sonra nikâh kıyıldı. En yakın köyden bilge bir adam olan İmam Berat Efendi geldi.
“Bu kadınla evlenmek istediğine emin misin?” diye sordu imam, Adem’e. “Kasaba halkı ne der?”
“Kasaba halkının dediği önemli değil,” dedi Adem kararlılıkla. “Ben bu kadını istiyorum. Allah da razı olur inşallah.”
İmam Berat, Leyla’ya baktı. Yüzündeki lekeyi gördü ama gözlerindeki ışığı da gördü. “Kızım,” dedi. “Sen bu evliliği tüm kalbinle kabul ediyor musun?”
“Evet,” dedi Leyla. “Tüm kalbimle kabul ediyorum.”
“O halde Allah birliğinizi mübarek etsin,” dedi İmam ve nikâhı kıydı.
O gün Leyla, Adem’in karısı, Fazilet’in annesi, Dağın Hanımı oldu ve hayatında ilk kez gerçekten mutlu oldu.
İki yıl geçti. Güzel iki yıl. Leyla, dağda şifacı olarak ünlendi. Yakın köylerden hastalar gelmeye başladı. Leyla hepsine bakıyordu, hiç kimseyi geri çevirmiyordu.
Bir gün kolunda bebek taşıyarak kulübenin dışına çıktı. Altı aylık bir oğulları olmuştu. Adını Berat koymuşlardı. Sağlıklı, güzel bir bebekti.
“Bak oğlum,” dedi Leyla bebeğe. “Burası bizim evimiz. Burada mutluyuz, burada seviliyoruz.”
O sırada Fazilet koşarak geldi. “Anne, baba!” diye bağırdı. “Kasabadan birisi gelmiş. Seni istiyor.”
Leyla ve Adem baktılar. Gerçekten de bir adam yaklaşıyordu. Atla geliyordu. Pahalı kıyafetler giymişti. Yaklaşınca Leyla onu tanıdı: Behçet Bey’di. İki yıl önce onu meydanda aşağılayan adam.
Adem öne geçti, koruyucu bir şekilde Leyla’nın önünde durdu. “Ne istiyorsunuz?” diye sordu sert bir sesle.
Behçet Bey attan indi. Ama bu sefer farklıydı. Kibri yoktu, gururlu duruşu yoktu. Aksine, çaresiz ve üzgün görünüyordu.
“Leyla Hanım,” dedi, sesinde yalvarış vardı. “Yardımınıza ihtiyacım var.”
Leyla şaşırdı. Bu adam ona “Hanım” diyordu. “Ne oldu?” diye sordu.
“Kızım,” dedi Behçet Bey, sesi kırıldı. “Küçük kızım çok hasta. Kasabadaki doktor bir şey yapamadı. Bana dediler ki, dağda bir şifacı kadın varmış. Mucize yaratabilen bir kadınmış.” Yüzüne baktı. “Geldiğimde senin olduğunu görünce şaşırdım ama umut ettim. Lütfen yardım et. Kızımı kurtar.”
Leyla tereddüt etti. Bu adam ona çok kötülük yapmıştı. Reddetmeliydi. Ama sonra bebeği Berat’a baktı. Eğer o hasta olsaydı ne yapardı? Her şeyi yapardı.
“Kızını getir,” dedi. “Bakayım.”
Behçet Bey rahatladı. Atına gitti ve dokuz yaşlarındaki, zayıf, solgun ve ateşli kızını getirdi. Leyla kızı içeri götürdü, muayene etti, ilaç hazırladı. Tüm gün kızla ilgilendi. Adem ve Fazilet de yardım etti. Behçet Bey dışarıda bekledi.
Akşam olduğunda kız iyileşmeye başladı. Ateşi düştü, rengi geldi, gülümsedi. Behçet Bey ağladı. Sevinç gözyaşları döktü.
“Teşekkür ederim Leyla Hanım,” dedi. “Kızımı kurtardın. Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum.”
“Bir şey istiyorum,” dedi Leyla sakin bir sesle. “Kasabaya dön. Halka anlat. Benim canavar olmadığımı anlat. Lekelerin, insanın değerini değiştirmediğini anlat. Ve bir daha kimseyi dış görünüşüyle yargılama.”
Behçet Bey başını eğdi, utandı. “Haklısın,” dedi. “Ben senin hakkında çok haksızlık yaptım. Seni tanımadan yargıladım. Affını istiyorum.”
“Seni affediyorum,” dedi Leyla. “Ama kendimi affetmem daha önemli. Yıllarca senin sözlerine inandım. Gerçekten değersiz olduğumu düşündüm ama yanılmışım. Ben değerliyim. Lekenle de lekesiz de değerliyim.”
Behçet Bey kızını alıp gitti ama gitmeden önce söz verdi: “Kasabada her şeyi düzelteceğim. Söz veriyorum.”
Ertesi hafta kasabadan bir grup insan geldi. İmam, muhtar ve Ceylan da aralarındaydı. Leyla’nın çocukluk arkadaşı Ceylan, sevinçle koşup ona sarıldı. “Duydum,” dedi. “Evlenmişsin, bebeğin olmuş. Çok mutluyum.”
Muhtar Tekin Bey öne çıktı. “Leyla Hanım,” dedi resmi bir sesle. “Kasaba adına özür dilemek istiyorum. Sana haksızlık yaptık, seni yargıladık. Ama şimdi anladık. Sen kıymetli bir insansın ve biz seni aramızda görmek isteriz.”
Leyla şaşırdı. “Beni geri mi istiyorsunuz?”
“Evet,” dedi muhtar. “Ama sadece geri istemiyoruz. Şifacı olarak sana ihtiyacımız var. Kasabaya gel. Orada dükkân aç. İnsanlara yardım et. Biz seni destekleriz.”
Leyla, Adem’e baktı. Adem gülümsedi. “Karar senin,” dedi. “Ne istersen yaparız.”
Leyla düşündü. İki yıl önce kasabadan kaçmıştı. Ölmeye gitmişti. Ama hayat onu bulmuştu. Şimdi güçlüydü. Şimdi geri dönebilirdi.
“Kabul ediyorum,” dedi. “Ama bir şartla. Dağdaki evimizi de koruyacağız. Yaz aylarında orada yaşayacağız, kış aylarında kasabada olacağız.”
“Anlaştık!” dedi muhtar ve elini uzattı.
Böylece Leyla’nın hayatı tamamen değişti. Kasabaya döndü. Ama bu sefer kovulmuş biri olarak değil, kabul edilmiş, saygı görülen bir şifacı olarak döndü. Dükkânını açtı. İnsanlar geldi. Leyla herkese baktı. Kimseyi ayırt etmedi. Herkese aynı şekilde davrandı.
Yıllar geçti. Leyla ünlendi. Sadece kasabada değil, çevre köylerde de tanındı. Fazilet büyüdü, annesinin mesleğini öğrendi. Berat büyüdü, annesine benzeyen, neşeli bir çocuk oldu.
Leyla, 30 yaşındayken düşündü. En karanlık anında en büyük hediyesini bulmuştu. Kendi yolculuğuydu bu. O leke onu çirkin yapmamıştı. O leke onu özel yapmıştı. Artık lekesinden utanmıyordu, aksine gurur duyuyordu. Çünkü o leke onun hikayesiydi, onun zaferiydi.
O leke ona öğretmişti: İnsanların değeri dışında değil, içinde, kalplerindedir. Ve Leyla’nın kalbi altından değerliydi.
Yıllar sonra Leyla yaşlandığında, torunları sordu: “Babaanne, leken hiç acıdı mı?”
Leyla gülümsedi. “Evet canım,” dedi. “Bir zamanlar çok acıdı ama sonra anladım. Acı veren leke değildi. Acı veren insanların sözleriydi. Şimdi leke benim dostum, benim hikayem, benim gücüm.”
Ve böylece, kasabadan kovulan kızın hikayesi mutlu sonla bitti. Leyla, sevgi buldu, aile kurdu ve herkese bir şey öğretti: Gerçek güzellik dışarıda değil, içeridedir. Ve herkes, sadece görünmeyi değil, görülmeyi hak eder.