“Efendim, oğlunuz dün bana bu gömleği verdi” – çocuğun daha sonra söylediği şey milyoneri şok etti.

Gömleğin Sırrı: Bir Babaya Son Şans
O öğleden sonraki rüzgar ağırdı, yoğundu; biçilmiş çimlerin ve hiç yağmayan bir yağmurun kokusunu taşıyordu. Erol Yaman, oğlu Can’ın mezarının başında tek başınaydı. Mermere kazınan harfler, yılların güneşi ve yağmuruna rağmen hala canlıydı: Can Yaman, Sevgili Oğlumuz, 2015 – 2021.
Mermere işlenmiş gülümseyen fotoğrafa bakıyordu. Can’ın parlak gökkuşağı çizgili tişörtü, etrafındaki cansız griye adeta meydan okuyordu. Erol, kusursuzca taranmış saçından elini geçirdi ve kenetli dişlerinin arasından nefesini bıraktı.
“Doğum günün kutlu olsun, şampiyon,” diye fısıldadı. “Bugün 8 yaşında olacaktın.” Sesi son kelimede çatladı. Bir yılı aşkın süredir ağlayamamış olmaktan nefret ediyordu ve şimdi, burada, rüzgarın her esişinin kendi suçluluğu gibi geldiği bir yerde yeniden başlamayacaktı.
Çiçekleri düzenlemek için diz çöktü ve buket elinden kaydı. Tam o sırada arkasından gelen küçük ve hızlı adımları duydu.
“Hey!”
Aniden arkasını döndü, bir mezarlık görevlisi ya da başka bir ziyaretçi görmeyi bekliyordu. Bunun yerine, orada duran, kıvırcık saçlı, buğday tenli, beş yaşlarında küçük bir çocuk gördü. Üstünde aynı çizgili tişört vardı.
Bir an için Erol’un zihni boşaldı. Aynı renkler, aynı desen, hatta yakasının altındaki aynı küçük yırtık.
“Burada ne işin var?” Sesi, istediğinden daha sert çıktı.
Çocuk korkmadı. Sadece mezar taşına, sonra da Erol’a baktı.
“Amca, bu tişörtü bana dün senin oğlun verdi.”
Erol donakaldı. “Ne dedin sen?”
Çocuk, mezar taşındaki fotoğrafı işaret etti. “O, o gülen çocuk. O verdi bana.”
Erol’un midesi kasıldı. İleri doğru bir adım attı, sesi sertti. “Seni kim gönderdi buraya? Bu tişörtü nereden buldun?”
Çocuk şaşkınlıkla göz kırptı. “Bana, seni gördüğümde giymemi söyledi.”
Erol’un içinde bir şeyler kırıldı. “Yalan söylemeyi kes! Benim oğlum…” Kelimeyi bitiremedi. Göğsü sıkışıyordu. “Annen nerede? Bu ne biçim iğrenç bir şaka?”
Çocuk, gözleri yaşlı ama kararlı bir şekilde başını salladı. “Yalan söylemiyorum, amca.”
İki yıl önce Erol Yaman her yerdeydi. İş dergileri, televizyon röportajları, billboardlar; ülkenin en genç teknoloji milyarderiydi. Para onu dokunulmaz kılmıştı, ya da o öyle sanıyordu. Büyük bir ev, ithal bir araba, ona kazandığını hissettiren güvenli site konforunu satın almıştı. Ama dünyanın tüm parası, kırmızı ışıkta bir alkollü sürücüyü, bir çarpışmayı, bir çığlığı, kana bulanmış o küçük çizgili tişörtü durduramamıştı.
Kiliseye gitmeyi bıraktı, eşiyle konuşmayı bıraktı, satın alınamayan ya da kontrol edilemeyen her şeye inanmayı bıraktı. Eşi gittiğinde, kapıyı bile çarpmamıştı, sadece fısıldamıştı: “Artık senin sessizliğinin içinde yaşayamıyorum.”
Şimdi, bu çocuğun karşısında, Erol aynı sessizliğin yeniden, yoğun ve boğucu bir şekilde kapandığını hissetti.
“Annen nerede?” diye sordu, titreyen elini sabitlemek için kravatını sıkarak.
Çocuk belirsizce çiti işaret etti. Orada, kadın çamaşır katlıyordu.
Erol öfkeyle derin bir nefes aldı. “O mu sana gelip benimle konuşmanı söyledi?”
“Hayır, amca. O söyledi.”
“O mu? Kim?”
“Gülümseyen çocuk.”
“Ona öyle demeyi kes!” Erol’un sesi yakındaki bir ağaçtaki kuşları ürkütecek kadar yükseldi. “Oğlum öldü!”
Çocuk geri çekildi, gözleri nemlendi ama korkmuyordu. “O, artık insanlarla konuşmadığını söyledi. Hep üzgün olduğunu söyledi. Bana, sana iyi olduğunu söylememi söyledi.”
Erol’un elleri titriyordu. “Oğlumun adını nereden biliyorsun?”
“O söyledi,” diye fısıldadı çocuk.
“Yeter!” diye bağırdı Erol. “Yalan söylüyorsun. Bunların hepsini sana biri mi anlattı?”
“Kimse anlatmadı.”
Erol arkasını döndü, yüzünü elleriyle ovuşturdu. Tanrım. Geri baktığında, çocuk mermerdeki fotoğrafa dokunuyor, Can’ın gülümsemesini parmağıyla takip ediyordu.
“Eskiden işten sonra onu buraya getirirdin,” dedi çocuk alçak bir sesle. “Ve arabalarla dondurma hakkında konuşurdunuz.”
Erol’un nefesi kesildi. Bu doğruydu. Bunu ne eski eşi ne de başka kimse bilmiyordu. Yavaşça çömeldi. “Çocuk, adın ne?”
“Yusuf.”
“Peki, Yusuf,” dedi Erol dişlerinin arasından. “Bu tişörtü nereden aldın?”
Yusuf, sanki ilk kez görüyormuş gibi kıyafetine baktı. “Kilisenin oradaki kutuda. Annem, zengin adamın evinden geldiğini söyledi.”
“Hangi kutu?”
“Büyük, çanlı binanın yanındaki. Bana, beni beklediğini söyledi.”
Erol sertçe göz kırptı, kalbi gümbürdüyordu. “Şimdi ne dedin?”
Yusuf gözlerini onun gözlerine dikti. “O dedi ki: ‘Bunu, hala bir babaya ihtiyacı olan çocuğa ver.’ ”
İki yıldır ilk kez Erol konuşamadı. Boğazı yanıyordu. Bağırmak, inkar etmek istedi ama sesi onu terk etti. Çocuk başını eğdi.
“Üzgün olduğunda ona benziyorsun.”
Erol çenesini sıktı. “Ne hakkında konuştuğunu bilmiyorsun.”
“Biliyorum,” dedi Yusuf usulca. “Gülümserdin, ama nasıl olduğunu unuttun, dedi.”
Arka taraftan ayak sesleri duyuldu. Bir kadın sesi seslendi: “Yusuf, etrafta dolaşmaman gerektiğini söylemiştim!”
Erol arkasını döndü ve onu gördü. Genç bir anne, yorgun gözlü, elleri hala sabun tozlu. Onu görünce durdu ve sonra mezar taşına baktı.
“Özür dilerim, bayım,” dedi aceleyle. “Sizi rahatsız etmek istemedi. Fotoğrafı gördü ve çocuk ona tanıdık geldiğini söyledi.”
Erol’un sesi alçaktı. “Tanıdık mı?”
“Evet,” dedi kadın şaşkınlıkla. “Dün gece rüyasında onu gördüğünü söylüyordu.”
Erol dünyanın döndüğünü hissetti. Bir rüya. Kadın rahatsız oldu. “Sürekli çocuğun ona buraya gelmesini söylediğini tekrarlayıp durdu. Gerçekten kaçacağını düşünmedim.”
Yusuf onun kolunu çekiştirdi. “Anne, bu onun babası.”
Kadının gözleri yumuşadı. “Ah.” Mezar taşına baktı, yüzünde bir anlama belirdi. “Başınız sağ olsun.”
Erol, kelimeler boğazına dizilmiş halde ikisine baktı.
Yusuf son bir kez ona baktı. “Tişört bende kalabilir dedi, amca. Ama istersen, senin de dedi.”
Erol’un çenesi seğirdi, gözleri yanıyordu. Yavaşça başını salladı. “Sende kalsın, çocuk.”
Çocuk hafifçe gülümsedi. Can’ın cesur bir şey yaptığında verdiği o küçük, çarpık gülümsemenin aynısı.
Onlar dönüp gitmeye hazırlanırken, Erol kendi kendine fısıldadı, neredeyse duyulmaz bir sesle: “O kutu nereden geldi?”
Çocuk ve annesi uzaklaştıktan sonra Erol uzun süre orada dikildi. Rüzgar takım elbisesini çekiştiriyordu ama hissetmiyordu. Bakışları, mezarlığın griliğine karşı parlak duran, yolda kaybolan o çizgili tişörte sabitlenmişti.
Şoförü sonunda yaklaştığında, Erol mırıldandı: “O kiliseyi bul. Nehrin yakınındaki çamaşırhaneye yakın olanı.”
“Evet, efendim.”
Nedenini açıklamadı, açıklayamazdı. Göğsü, Can’ı gömdükleri günden beri hissetmediği bir şekilde acıyordu.
Ertesi sabah, şoförsüz, korumasız bir şekilde oraya kendi gitti. Eski taş kilise, ayakta durmaktan yorulmuş gibi bulutlara yaslanıyordu. Dışarıda, birkaç gönüllü bağışlanan kıyafetleri karton kutulardan ayırıyordu.
“Affedersiniz,” diye seslendi Erol, sesi kısıktı. “Bu kıyafetler nereden geliyor?”
Bir kadın döndü. “Çoğu toplum bağışlarından geliyor, bayım. Depolarını temizleyen ailelerden veya…” Tanıdığı için durdu. “Ah, Bay Yaman. Geçen hafta aldığımız kutu eski mülkünüzden gelmişti. Sanırım ekibinizden biri aylarca önce bağışlamış.”
Erol’un boğazı düğümlendi. “Oğlumun eşyaları!”
Kadın, yüzündeki ifadeyi okuyarak tereddüt etti. “Sanırım evet. Çocuk kıyafetleri, birkaç oyuncak, gerçekten güzel eşyalardı.”
Erol yutkundu, arkasını döndü. Parçalar yerine oturmaya başlamıştı: Kilise, kutu, tişört. Yine de, bir şey rahatlamasına izin vermiyordu. O çocuk, konuşma şekli, kimsenin bilemeyeceği detaylar—gülümseme, gülen çocuk, babasına iyi olduğunu söyleme sözü.
Erol, kutuların saklandığı kilise avlusunun arka tarafına yürüdü. Toz ve eski kumaş kokusu havayı dolduruyordu. Yarı açık küçük bir tahta sandık vardı. İçinde hala birkaç oyuncak, bir yarış arabası, kağıttan bir roket, bir fotoğraf.
Fotoğrafı aldı—Can, aynı arabayı tutuyor, saf ve geniş bir gülümsemeyle. Arkasına solmuş kalemle, Erol’un yıllar önce karaladığı kelimeler yazılıydı: Gülümsemeyi asla bırakma, oğlum, ben bunun için çok meşgul olsam bile.
Fotoğrafı, parmak eklemleri beyazlaşana kadar sıktı. Sesi yüksek sesle çatladı: “Tanrım, özür dilerim.”
O öğleden sonra, çamaşırhanede, makinelerin vızıltısı altında çamaşır katlayan kadın ve oğlunu buldu. Deterjan, sıcak hava ve sade yaşam kokusu küçük mekanı dolduruyordu. Anne hızla döndü. “Bay Yaman.”
Erol beceriksizce başını salladı. “Dün için teşekkür etmek istedim.”
Kadın nasıl cevap vereceğini bilemeyerek kaşlarını çattı. “Bize teşekkür etmenize gerek yok, bayım. Oğlum bazen garip şeyler söyler. Sizi üzmek istemedi.”
Erol’un sesi yumuşadı. “Beni üzmedi. Bana hatırlattı.”
Yusuf tezgahın arkasından, elinde oyuncak bir kamyonla dışarı baktı. “Merhaba, amca.”
Erol diz çöktü. “Nasılsın, şampiyon?”
Çocuk utangaçça gülümsedi. “Kutuyu buldun mu?”
Erol tereddüt etti, sonra başını salladı. “Evet, o benim, ya da oğlumundu.”
Yusuf çizgili tişörte nazikçe dokundu. “Geleceğini söyledi.”
Erol nefesini bıraktı, sesi titriyordu. “O dedi ki…”
Çocuk başını salladı. “Üzgün olacağını söyledi, ama şimdi bileceksin, dedi.”
Erol, gözleri yaşlarla dolmuş bir şekilde annesine baktı. “Bunları nasıl biliyor?”
Kadın çaresizce başını salladı. “Bilmiyorum, bayım. O böyle. Bazen rüya görür ve uyandığında ona gerçek gibi gelir.”
Erol yutkundu. “Belki de bir bakıma gerçektir.”
Onlara kalacak bir yerleri olup olmadığını sordu. Aylin, istikrarlı bir iş bulana kadar tek odalı bir sığınakta olduklarını itiraf etti. Düşünmeden Erol, “Yardım edeceğim,” dedi.
“Kabul edemem,” diye başladı kadın.
“Bu hayır işi değil,” diye araya girdi Erol. “Oğlum büyüseydi yapacağı şeydi.”
Kadın sessiz kaldı, boğazında bir duygu kabardı. “Teşekkür ederim, Bay Yaman.”
Erol, Yusuf’a döndü. “Gölün oradaki parka daha önce gittin mi?”
Çocuk başını salladı. “Oğlum o yeri çok severdi. Sen ve annen yarın oraya gitmelisiniz. Ona arabalarıyla nerede koştuğunu gösteririm.”
Yusuf’un yüzü aydınlandı. “Bu tişörtle gidebilir miyim?”
Erol hafifçe gülümsedi. “Gitmelisin. Sana, bana yakıştığından daha çok yakışıyor.”
Ertesi gün, haftalardır ilk kez güneşliydi. Parkta Yusuf çimlerin üzerinde koşuyor, çizgili tişörtü ışıkta parlıyordu. Kahkahası, parlak, korkusuz, canlı bir şekilde rüzgarla taşınıyordu.
Erol, Aylin’in yanında durdu, izliyordu. “Bana Can’ı hatırlatıyor,” diye fısıldadı.
Kadın yumuşakça gülümsedi. “Belki de bu yüzden tanıştınız.”
Erol başını salladı, gözleri çocuğu takip ediyordu. “Ya da belki Can, buraya geri dönmek için bir sebebe ihtiyacım olduğunu biliyordu.”
Yıllar sonra ilk kez, göğsündeki ağırlığın hafiflediğini hissetti. Kahkaha, küçük adımlar, yeniden hareket eden hayatın sesi. Hepsi bir bağışlanma gibiydi.
Yusuf soluk soluğa geri koştuğunda, elinde bir karahindiba uzattı. “Bunu sana vermemi söyledi,” diye gülümsedi.
Erol göz kırptı. “Kim?”
“Gülümseyen çocuk.”
Erol’un nefesi kesildi. “Ne dedi?”
Yusuf’un gözleri yumuşadı. “Babana bugün geç saatlere kadar çalışmamasını söyle, dedi.”
Erol’un dudakları aralandı ama tek bir kelime bile çıkmadı. Sadece gülümsedi—kırık, minnettar ve aynı anda eksiksiz bir gülümseme. Karahindibayı nazikçe aldı. “Ona mesajı aldığımı söyleyebilirsin.”
Çocuk başını salladı ve tekrar koşarak uzaklaştı. Erol gökyüzüne baktı, güneş yüzünü ısıtıyordu. “Teşekkürler, oğlum,” diye fısıldadı.
Ve iki yıl sonra ilk kez, Erol Yaman güldü. Yüksek, gerçek ve kısıtlamasız bir kahkaha. Tıpkı bir yuva gibi ses çıkaran türden bir kahkaha.