Her Gün Kapısına Ekmek ve Süt Getirdi, Ta Ki Bir Gün Kalbini Verene Kadar!

Yeşil Vadi’de Umut: Ayşe ve Kemal’in Hikayesi
Yolun tozu Ayşe’nin her yorgun adımında kalkıyordu. En küçükoğlu İsmail’i kollarında taşırken, maviyen entarisi bir zamanlar güzeldi. Şimdi ise yolculuğun lekelerini ve çaresizliğin yırtıklarını gösteriyordu. Yanında beş yaşındaki Yusuf, annesinin eteğine yapışmış, şişmiş gözlerle yürüyordu. Kocası madende öldükten sonra bildikleri her şeyi geride bırakıp üç gündür yürüyorlardı. Yeşil Vadi akşam güneşinin altında gözlerine altın bir serap gibi göründü. Kerpiç evler vadinin boyunca uzanıyor, etrafı çevreleyen görkemli dağlar sessiz koruyucular gibi yükseliyordu.
Ayşe öyle bir rahatlama hissetti ki toz içindeki yanaklarından yaşlar süzülmeye başladı. Sonunda yeniden başlayabilecekleri bir yer. Ama ana meydana vardığında karşılaşma sıcak değildi. Çeşmede çamaşır yıkayan kadınlar konuşmayı kestiler ve onu tepeden tırnağa süzdüler. Saçak altında sohbet eden erkekler konuşmalarını durdurdu. İki çocuk ve yırtık bir torbayla gelen yabancı kadını incelemek için. Ayşe, diğerleri tarafından saygı görülen sert suratlı bir kadına yaklaştı. “Han nerede diye sorabilir miyim? Çocuklarımla bir gece kalacak yerimiz lazım,” dedi. Kadın onu küçümseyerek baktı, “Han herkese açık değildir. Hasan ağa peşin ödeyemeyenleri kabul etmez.” Ayşe’nin sahip olduğu birkaç kuruş vardı ve yalan söyleyerek “Ödeyecek param var,” dedi. Kadın iki katlı soluk bir binayı işaret etti: “İşte orada. Ama seni uyarıyorum yabancı, burada sorun istemeyiz.”
Ayşe Han’a doğru yöneldi. Küçük İsmail kollarında açlıktan ağlıyor, Yusuf yorgunluktan sendeliyordu. Ahşap kapıyı ittiğinde konuşmaların sesi anında kesildi. Bütün gözler ona çevrildi. Hasan Ağa, kalın bıyıklı, yeleğinden altın zincir sarkan iri cüsseli bir adam, tezgahın arkasından onu garip bir hayvan gibi inceledi. “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. Ayşe kararlı bir sesle, “Çocuklarımla benim için bir oda lazım,” dedi. “Gecelik beş kuruş peşin ödenir. Her çocuk için iki kuruş daha,” diye yanıtladı Hasan Ağa. Ayşe küçük çantasını açtı ve sahip olduğu kuruşları saydı. Ancak üç kuruş ediyordu. “Hayır, o kadar param yok,” dedi. “Bana iş verebilir misiniz? Temizlik yapmasını, yemek pişirmeyi, çamaşır yıkamayı bilirim.” Kahkahalar odayı doldurdu. Hasan Ağa alay etti: “Hanım burada zaten besleyecek yeterince ağzımız var. Daha fazla yabancıya ihtiyacımız yok ki sorun çıkarsın.” Ayşe yalvardı, “Çocuklarım aç. Günlerdir yoldayız.” Bir adam araya girdi: “Burası hayır evi değil.” Hasan Ağa tehdit edici bir ifadeyle Ayşe’ye yaklaştı: “Ödeyecek paran yoksa kapı açık.”
Ayşe başını onurla kaldırdı: “Misafirperverliğiniz için teşekkür ederim.” Yusuf’un elini tuttu, İsmail’i göğsüne bastırarak kapıya yöneldi. Dışarıda gece yeşil vadiye inmeye başlıyordu. Ayşe taş kaldırımlı sokaklarda barınacak bir yer aradı. Sonunda köyün kenarında çatısı kısmen çökmüş, pencereleri camsız küçük bir kulübe buldu. Çocuklarını kendi şalının üzerine yerleştirirken gözyaşlarını tutamadı. Böyle düşmanca bir yerde çocuklarına ne gibi bir gelecek sunabilirdi? Çocuklar ona sarılı halde uyudular; karınları boş ve soğuktan titreyerek.
Ayşe’nin bilmediği şey, yeşil vadiyi çevreleyen dağlardan bir çift koyu gözün bütün sahneyi izlediğiydi. Kemal, Karakeçili aşiretinin bir eriydi. O öğleden sonra şehrin sınırlarına ticaret yapmak için inmişti. Yeşilvadi halkının genç anneye nasıl davrandığını görmüştü. Ama yabancı kadında farklı bir şey vardı. Aşağılanmaya rağmen öfke veya intikamla karşılık vermemişti; reddedildiğinde bile kendi aşiretinin kadınlarını hatırlatan bir onur sürdürmüştü ve küçüklerini koruma şekli kalbinin derinliklerindeki bir telini dokundu.
Kemal köyün ışıklarının birer birer söndüğünü izledi. Terk edilmiş kulübede kadın aç çocuklarını sallarken hayatlarını değiştirecek bir karar verdi. Şafakta güneşin ilk ışınları dağları altına boyadığında kulübenin kapısında olağanüstü bir şey bekleyecekti. Kulübenin çatlaklarından süzülen güneşin ilk ışınlarıyla Ayşe, İsmail’in ağlamasıyla ürkerek uyandı. Kapıya yöneldi. Orada, girişin yanında düz bir taşın üzerine özenle yerleştirilmiş, hâlâ buhar çıkaran altın rengi bir somun ekmek, üç şişe taze süt ve küçük bir kavanoz yaban balı vardı. Taze pişmiş ekmeğin kokusu duyularını bir imkansız rüya gibi doldurdu.
Ayşe her tarafa baktı. Vadi tamamen sessizdi. Elleri ekmek parçasını alırken titredi. Gerçekten sıcaktı. Gözyaşları yanaklarından yeniden akmaya başladı. Ama bu sefer rahatlama ve sonsuz minnettarlık gözyaşlarıydı. “Anne bu ne?” diye sordu Yusuf. “Gökten bir armağan oğlum,” diye fısıldadı Ayşe. Ekmeği parçalara böldü ve sütü bardağa servis etti. Çocukları günlerdir hissetmedikleri bir mutlulukla yediler. Ayşe bu gizemli koruyucularının kim olabileceğini düşünmekten kendini alamadı.
Günler boyunca köyde iş bulmaya çalıştı ama kapılar hala konuşmasını bitirmeden önce kapanıyordu. Kadınlar ondan kaçınmak için caddeyi geçiyordu ve erkekler onu tamamen görmezden geliyordu. Ancak bu düşmanca tavır artık umudunu tamamen kıramadı. Bir yerlerde biri ona ve çocuklarına acımıştı.
İkinci sabah aynı şey oldu. Taze ekmek, süt ve bu sefer tıbbi otlar ve bal içeren küçük bir şişe. Ayşe daha erken uyandı. Gizli yardımcısını şaşırtmayı umarak ama sadece şafağın sessizliğini ve mükemmel bir şekilde yerleştirilmiş armağanları buldu. Üçüncü gün bir adım daha ileri gitti. Uykuya karar verdi. Kırık pencerenin yanında oturdu. Her gölgeyi, uzaktaki her hareketi izledi. Saatler yavaş geçti. Göz kapakları ağırlaşıyor ama uykuya karşı savaşıyordu. Sabahın 4’ünde karanlık en yoğun olduğunda sonunda yorgunluk onu yendi. Güneşin ilk ışınlarıyla uyandı ve yine oradaydı. Ekmek, süt ve bu sefer kuru fasulye ve mısırdan oluşan küçük bir torba.
Ayşe’nin bilmediği şey, Kemal’in onu gözetlemeye başlamadan çok önce izlediğiydi. O dağların her taşını, her çalısını, her gölgeyi biliyordu. Rüzgar gibi hareket ediyordu. Ses çıkarmadan şafak ruhlarından biri gibi görünüp kayboluyordu. Kadının yiyeceği bulduğunda gözlerindeki minnettarlığı görmek, çocukların sonunda karınlarını doldurabildiklerinde kahkahalarını işitmek, ekmek parçasını bölerken çocuklarının önce yemesini sağlamak için her parçayı böldüğünü izlemek… Tüm bunlar kalbinde yıllar önce öldü sandığı duyguları uyandırıyordu.
Ama dördüncü gün köyde her şey dramatik bir şekilde değişti. Hasan Ağa soru sormaya başlamıştı. Parasız yabancı kadın çocuklarını nasıl bu kadar uzun süre besleyebilirdi? Casusları ona hiçbir tüccarın ona bir şey satmadığını söylemişti. Yine de terk edilmiş kulübeden her sabah taze yemek kokuları geliyordu. O kadın hırsızlık yapıyor diye ilan etti Hasan Ağa bir grup adamın önünde kahvehanede. Başka açıklama yok. Bir suç ortağı olmalı.
Köyde kısa sürede Ayşe’nin gece çalışan bir hırsız çetesinin lideri olduğuna inanıldı. Beşinci günün sabahında Ayşe su almak için ortak kuyuya çıktığında onu bekleyen bir kalabalıkla karşılaştı. Hasan Ağa yüzünde zafer ifadesiyle önde duruyordu. “İşte hırsız!” diye bağırdı ona parmak göstererek. “Çocuklarımız açken bizim ekmeğimizi çalan ne diyorsunuz?” Ayşe gerçekten şaşkındı. “Ben hiçbir şey çalmadım.” Kalabalığın içinden bir kadın haykırdı: “Kocam kulübenden duman çıktığını gördü. Paran yoksa yiyeceği nereden buluyorsun?”
Ayşe dünyanın ayaklarının altında sallandığını hissetti. “Biri bana yardım ediyor. Her sabah kapımda yiyecek buluyorum ama kim olduğunu bilmiyorum.” Alay kahkahaları sözlerini kesti. “Ne kadar uygun,” diye alay etti Hasan Ağa. “Görünmez bir hayırsever. Bizi aptal mı sanıyorsun?” Kulübeyi arayın diye emretti arkadan biri. Adamlar sığınağına girdiğinde her köşeyi, her sefil eşyasını aradılar. Tabii ki hiçbir şey bulamadılar ama bu onların öfkesini yatıştırmadı. “Eğer o çalmadıysa bir suç ortağı var,” diye ısrar etti Hasan Ağa. “Köyden ona yardım eden biri ve onu bulduğumuzda ikisi de ödeyecek.”
O gece Ayşe kocasının ölümünden beri ağlamadığı gibi ağladı. Adaletsizlik onu boğuyordu ama kendinden çok çocukları için korkuyordu. Suçlamalar kötüleşirse ne olurdu? Gizemli hayırseveri yardım etmeyi çok tehlikeli bulursa? Ancak ertesi sabah mucize tekrarlandı. Ama bu sefer farklı bir şey vardı. Ekmek ve sütün yanında güzel geometrik desenlerle dokunmuş, elle yapılmış bir battaniye ve gece boyunca İsmail’e saldıran ateş için otlar içeren küçük bir şişe buldu. En çok ona iziklik veren şey battaniyenin üzerine nazikçe yerleştirilmiş tek bir kartal tüyü bulmaktı.
Ayşe titreyen parmakları arasında tüyü aldı ve sanki bütün dünya aniden değişmiş gibi hissetti. Önceki köyünde Karakeçili aşireti hakkında hikayeler duymuştu. Onların gelenekleri hakkında, kartal tüylerinin onlar için taşıdığı kutsal anlam hakkında, kalbi güçlü bir şekilde atmaya başladı. Hayırseveri Yeşilvadi köyünden biri değildi. Bu, aynı adamların ölümcül düşman saydıkları biri olan erlerden biriydi. Ona yardım etmek için her yaklaştığında kendi hayatını riske atan biri.
O gece Yeşilvadiye geldiğinden beri ilk kez Ayşe korku hissetmedi. Çok daha karmaşık bir şey hissetti. Derin bir minnettarlık, muazzam bir merak ve dünyadaki herkesten daha iyi acısını anlayan biri tarafından korunduğu garip bir his. Koruyucu meleğini tanıma zamanının geldiğine karar verdi.
Ayşe’nin hayatındaki en uzun gece sona ermek üzereydi. Uyanık kalmıştı. Kırık pencerenin yanında oturmuş, titreyen parmakları arasında kartal tüyünü tutuyordu. Çocukları derin uyuyordu. Her ses onu irkiltiyordu. Kayalar arasındaki rüzgar, uzaktan bir baykuşun çağrısı, kuru bir dalın çatırtısı. Bu gece koruyucu meleğinin yüzünü nihayet görecek miydi? Ama onu en çok işkence eden soru kim olduğu değil, neden bu kadar risk aldığıydı. Yabancı bir kadın ve çocukları için.
Karanlık şafağın ilk fısıltılarıyla zayıflamaya başladı. Ayşe göz kapaklarının saatler süren nöbetten sonra ağırlaştığını hissetti ama uykuya karşı savaştı. Tam o sırada gördü. Bir gölge kayalardan ayrıldı. Sanki kayaların kendisinin bir parçasıymış gibi. Ses çıkarmadan hareket ediyordu. Doğa yasalarına meydan okuyan bir zarafet ile uzun boylu, güçlü yapılı ama çevik, boncuk ve parıldayan sembollerle süslenmiş deri kıyafetler giymişti şafağın ışığı altında.
Ayşe’nin kalbi göğsünü öyle güçlü vurmaya başladı ki onun duyabileceğinden korktu. Gerçekti. Koruyucu meleği rüya ya da fantezi değildi. Şimdi kulübesine doğru sessizce yürüyen bir et ve kemik adamdı. Kemal birkaç adım uzakta durdu. Sanki bu sefer bir şeyin farklı olduğunu hissetmiş gibi temiz bir beze sarılmış ekmeği ve süt şişelerini her zamanki taşı dikkatlice yerleştirdi. Ama hareketleri daha temkinliydi, daha tetikteydi.
Ayşe derin bir nefes aldı. Bilmediği bir cesarete bürünerek ve ahşap kapıyı açtı. Zaman durdu. Kemal yavaşça doğruldu. Ani bir hareket yapmadı. Koyu gözleri eski su kuyuları kadar derin onunkilerle buluştu. O sonsuz sessizlikte ikisi de bir mucizeyi gözlemliyordu. Ayşe asla unutamayacağı bir yüz gördü. Güneş ve rüzgarla işaretlenmiş asil hatlar, uzun siyah saçlar, sağ yanağını kesen küçük bir yara izi ama en çok onu etkileyen gözleriydi. Onlarda acı, yalnızlık ve Ayşe’nin nefesini kesen sonsuz bir şefkat vardı.
Kemal ise gece nöbetleri sırasında hayal ettiğinden daha güzel bir kadının yüzünü seyrediyordu. Yüzeysel güzellik değildi köydekilerin hayranlık duyduğu; daha derin bir şeydi. Yüzünün her çizgisinde onur, yeşil gözlerinde güç ve yaşamı değiştiren bir kalp saflığı vardı ki şafak karanlığında bile parlıyordu.
“Korkma,” dedi Kemal sonunda çabalamalı ama anlaşılır bir Türkçeyle. Sesi derin, sakindi. Bir nehrin mırıltısı gibiydi. “Sana zarar vermek için gelmedim.” Ayşe gözyaşlarının tehdit ettiğini hissetti ama onları tuttu. “Biliyorum,” diye fısıldadı. “Sen benim kurtuluşumsun.”
Şaşkınlık Kemal’in yüzünden kısaca geçti. Çığlık, kaçış, dehşet bekliyordu. Bu kadının tepkisi onu tamamen şaşırttı. “Neden benden korkmuyor musun? Senin halkın bize kin duyuyor,” diye sordu bir adım daha yaklaşarak. “Çünkü aç çocuklarıma yemek getiren biri kötü olamaz,” diye yanıtladı Ayşe onu delip geçen bir samimiyetle. “Çünkü yabancı bir kadına yardım etmek için hayatını riske atan birinin asil bir kalbi vardır.”
Kemal bakışlarını indirdi. Sanki bu sözler ona çok cömert geliyormuş gibi. “Ben de kaybettim,” diye mırıldandı. “Açlığın ne olduğunu biliyorum. Yalnızlığı biliyorum.” “Aileni mi kaybettin?” diye sordu Ayşe nazikçe ona doğru bir adım atarak. Soru Kemal’in ruhunun en derin yarasına dokundu. “Askerler beş kış önce kampımıza saldırdılar. Karım, iki küçük oğlum. Onları kurtaramadım.” Ayşe’nin tuttuğu gözyaşları nihayet yanaklarından aktı. Düşünmeden uzandı ve erkeğin koluna nazikçe dokundu. “Çok üzgünüm. Ben de kocamı kaybettim. Çocukları tek başına korkuyla, yarın yiyecek bir şey olup olmayacağını bilmeden yetiştirmenin ne olduğunu biliyorum.”
O dokunuş çok basit ve şefkat doluydu. Kemal’in yıllarca hapsettiği bir şeyi serbest bıraktı. Katliamdan bu yana ilk kez dünyada tamamen yalnız hissetmedi.
“Adın ne?” diye sordu Ayşe. “Kemal,” diye yanıtladı. “Dilimizde sonsuz çiçek demektir.” “Güzel bir isim. Ben Ayşeyim.” Ayşe diye tekrarladı Kemal, adı ağzında bir dua gibi deneyerek. Özgür uçan kuşlar gibi.
Birkaç an sessiz kaldılar. İlk güneş tamamen doğmuştu, onları altın bir ışıkla yıkıyordu. “Neden bize yardım ediyorsun?” diye nihayet sordu Ayşe. Kemal kulübeye baktı, uyuyan çocukların yumuşak iç çekişlerini duyabildiği yere. “Çünkü köyde sana davrandıklarını gördüğümde karımı hatırladım. O da güçlüydü. Onurlu, yavrularını bir kurt yavruları koruyan bir dişi kurt gibi koruyordu.” Durdu, kelimelerle boğuşarak. “Ve çünkü…” “Neden?” diye Ayşe’yi nazikçe teşvik etti. “Çünkü senin için iyi bir şey yapmak bana bu dünyada hala iyilik olduğunu hatırlatıyor. Belki de kendi çocuklarımın boşuna ölmediğini ve babalarının başka çocukları kurtarabileceğini hissettiriyor.”
Bu sözlerin derinliği Ayşe’nin kalbinin en derinlerine vurdu. Bu adamın onları fiziksel olarak yiyecek ve ilaçlarla kurtarmakla kalmadığını, aynı zamanda bu cömertlikle kendini kurtarmaya çalıştığını fark etti.
“Gel,” dedi Ayşe dürtüsel olarak. “Çocuklarımı tanımanı istiyorum.” Yusuf koruyucu meleğimizin kim olduğunu soruyor ve İsmail’in dünyada iyi erkeklerin var olduğunu bilmesi gerekiyor. Kemal tereddüt etti. O kulübenin eşiğini geçmek görünmez bir çizgiyi aşmak olurdu. Artık sadece sessiz bir koruyucu olmayacaktı. Onların hayatlarının bir parçası olacaktı.
“Köydekiler…” diye itiraz etmeye başladı. “Benim ne yaptığımı umursamıyorlar,” diye sözünü kesti Ayşe üzgün bir gülümsemeyle. “Zaten beni hırsız olarak görüyorlar. Ve sen, sen evime hoş gelme hakkını kazandın.”
Kemal’in göğsünde bir şey kırıldı ve aynı zamanda yeniden birleşti. Beş yıldır kimse onu hiçbir şeye davet etmemişti. Beş yıldır dünyanın hiçbir yerinde kendini istenen hissetmemişti. Ayşe’yi kulübenin içine takip etti. Çocuklar kısa süre sonra uyandılar ve Yusuf’un tepkisi saf hayranlıktan başka bir şey değildi. “Yemekleri getiren sen misin?” diye sordu ufaklık hiçbir korku duymadan. “Evet,” diye yanıtladı Kemal. “Teşekkür ederim,” diye haykırdı Yusuf ve kimse onu durduramadan erkeğin bacaklarını kucaklamak için koştu. Kemal dona kaldı. Bir çocuğun onu kucaklaması en son kendi oğullarından biriydi. Katliamdan dakikalar önce… Gözyaşları erkeğin duruşunu ihanet etmekle tehdit etti.
İsmail daha utangaç annesinin kollarından izledi ama korkusuz, sadece merakla. “Bizimle kahvaltıda kalır mısın?” diye sordu Ayşe. “Yaptığın her şeyden sonra yapabileceğim en az şey.” Kemal kadının yüzüne, hevesle parlayan küçük çocuğun gözlerine ve merakla onu izleyen bebeğe baktı. O küçük kulübede, fakir ve yarı yıkık sonsuza kadar kaybolduğuna inandığı bir şey buldu. Bir yuva buldu.
“Kalacağım,” dedi duyguyla boğuk bir sesle. Ve birlikte ekmeği paylaşırken, Ayşe getirdiği sütü servis ederken, Yusuf dağlar ve hayvanlar hakkında bin soru sorarken, Kemal kalbinin yıllardır inanmadığı bir şekilde iyileşmeye başladığını hissetti.
Ama ikisi de o paylaşılan kahvaltının sadece çok daha büyük ve tehlikeli bir şeyin başlangıcı olacağını bilmiyordu. Çünkü Yeşilvadi köyünde Hasan Ağa, zaten yabancı kadının gizeminin ardındaki gerçeği keşfetmek için bir plan kurmuştu ve gerçek nihayet ortaya çıktığında hepsinin kaderini sonsuza dek değiştirecekti…