İkizlerini kucağında çiçek satarak geçinen fakir anneye yaklaşan milyarder her şeyi değiştirdi

Kardaki Güller: Kerem ve Ayşe’nin Hikayesi
Bölüm I: Taksim’de Bir Gölge
Kar, İstanbul’un Taksim Meydanı’na ağır ağır yağıyordu. Takvimler 23 Aralık 1947’yi gösterirken, saat 19:47’ydi. Soğuk, deriyi bıçak gibi kesiyordu.
Kaldırımda, buz tutmuş bir bankın yanında, Ayşe kollarında iki bebekle dizlerinin üzerinde duruyordu. İkizler sekiz aydan biraz fazlaydı. Biri zayıfça ağlıyordu—küçük, yorgun bir sesti bu, sanki kimsenin gelmeyeceğini bilerek ağlıyor gibiydi. Diğeri, Zeynep, sessizce titriyor, gözleri açık, geceye dik dik bakıyordu. Sanki Ayşe’nin düşünmeye bile cesaret edemediği bir gerçeği anlamış gibiydi.
Ayşe iki saattir ayaklarını hissetmiyordu. Dizleri, turistlerin ışıklı çeşmelerin önünde fotoğraf çektirdiği, genç çiftlerin kar taneleri altında öpüştüğü o kalabalık meydanın yanındaki çamurlu kara gömülmüştü. O, bu dünyanın bir parçası değildi. O sadece bir gölgeydi; göğsüne tutunmuş iki ruhla, Elif ve Zeynep’le birlikte bir gölge.
Sol elinde, donmuş yedi kırmızı gül tutuyordu. Muhtemelen bir bahçeden çalınmış ya da son parasıyla alınmışlardı. Her birini 10 liradan satmayı planlamıştı, ancak şimdiye kadar kimse durmamıştı. İnsanlar hızla geçiyordu; başları öne eğik, telefonları kulaklarına yapışık, poşetleri hediyelerle doluydu. Kimse ona bakmıyor, ikizleri görmüyor, Zeynep’in sessizliğini duymuyordu.
Ayşe 24 yaşındaydı ama 40 görünüyordu. Yüzü ince, elmacık kemikleri solgun derinin altından keskin keskin çıkıyordu. Gözleri büyük ve morarmış derin halkalarla çevriliydi, aylardır doğru dürüst uyumayan birinin gözleriydi bunlar. Ellerini, soğuktan değil, kemiklerine işleyen ve bir daha çıkmayan derin bir korku titretmekteydi.
Eski kocası Murat, Nisan’da Almanya’ya gitmiş, para vaat etmişti. Temmuz’dan beri ondan haber yoktu; telefon kapalı, sosyal medya hesabı silinmişti. Ayşe, Başakşehir’deki tek odalı dairesinde, üç aylık kira borcu, iki haftalık elektriksizlik ve bir aylık doğalgazsızlıkla kalakalmıştı. O sabah ev sahibi kapıyı çalmış, bağırmış, tehdit etmişti. Ayşe, ikizleri kucağına almış ve arka kapıdan bir yaralı hayvan gibi kaçmıştı; hedefsiz, düşüncesiz, sadece onları koruma içgüdüsüyle hareket ederek.
Ve tam o anda, biri durdu.
Ayşe gözlerini açtı. Önünde uzun boylu, siyah takım elbiseli bir adam duruyordu. Takım elbisesi kusursuzdu ama omuzlarında küçük kar lekeleri vardı. Saçları kısaydı, şakaklarında hafif griler belirmişti. Yüzü keskin, alnında ise sağ kaşından saç çizgisine kadar uzanan ince bir yara izi vardı. Gözleri karanlıktı ama soğuk değildi; ikizlere bakıyordu. Hiçbir şey söylemedi, sadece baktı.
Ayşe’nin kalbi sıkıştı. Korku geri geldi, keskin bir acıyla. Ne istiyor? Neden konuşmuyor?
Adam yavaşça, Ayşe’nin yanına, kaldırıma, dizlerinin üzerine çöktü. Pahalı takımı çamurlu karda kirlendi. Umurunda değildi. Önce Elif’e, zayıfça ağlayan bebeğe baktı. Sonra Zeynep’e, gözleri açık, sessiz duran bebeğe.
Hiçbir söz söylemeden cebinden ince, beyaz, katlanmış temiz bir mendil çıkardı. Onu yavaşça açtı ve Zeynep’in göğsüne, battaniyenin üzerine, sanki onu ısıtmak istiyormuş gibi serdi.
Sonra bakışlarını Ayşe’ye kaldırdı. Sesi alçaktı, sakindi, ne merhametli ne de nefret doluydu.
“Çiçekler ne kadar?”
Ayşe ağzını açtı ama ses çıkmadı. Titriyordu. Gülleri o kadar sıkı tutuyordu ki, bir diken avucuna girdi. Acıyı hissetti ama kıpırdayamadı.
Adam tonunu yükseltmeden tekrarladı. “Çiçekler ne kadar?”
“10 lira tanesi,” diye fısıldadı Ayşe, sesi kırıktı.
Adam cebinden kalın, köşeleri aşınmış bir deri cüzdan çıkardı. Yavaşça açtı. Beş adet 100 liralık banknot çıkardı; toplamda 500 lira. Onları Ayşe’nin eline, güllerin ve batan dikenlerin üzerine koydu.
“Bütün çiçekleri alıyorum,” dedi. “Ve senden tek bir şey duymak istiyorum.”
Ayşe paraya baktı, sonra ona. Gözleri yaşlarla doldu ama düşmediler.
“Senden duymak istiyorum,” dedi adam. “Neden evde olmak yerine, kucağında bebeklerle burada dizlerinin üzerindesin?”
Ayşe o zaman gerçeği söyledi. Her şeyi anlattı: Murat’ı, Almanya’yı, kirayı, elektriği, kapının kapanışını, merdivenleri, soğuğu, yarın nereye gideceğini bilmemenin korkusunu. Adam sessizce dinledi; araya girmeden, yargılamadan.
Ayşe bitirdiğinde, adam yavaşça ayağa kalktı. Telefonunu çıkardı. Bir numara çevirdi. Bekledi. Sonra kısa konuştu, önce İngilizce, sonra Türkçe: “Bugün müsait bir daire istiyorum. İki oda, ısıtmalı, mobilyalı. Başakşehir veya Esenyurt. Adresi 10 dakika içinde gönder, kız.” Kapattı.
Ayşe’ye geri baktı. “Kalk. Taksi çağıracağım. Seni eve götüreceğim. Ama eski eve değil, yeni bir eve.”
Ayşe donakaldı. “Neden? Neden bunu yapıyorsun?”
Adam hemen cevap vermedi. Zeynep’e baktı. Ağlamayan, sadece boşluğa bakan çocuğa.
“Çünkü birisi 20 yıl önce benim için yaptı. Ve çünkü o, kaybettiğim birine benziyor.”
Döndü ve caddeye doğru yürümeye başladı, taksi ışıklarına doğru. Ayşe dizlerinin üzerinde kaldı. Elinde para, kollarında ikizler. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki, bütün meydanın duyacağını sandı. Ve altı ay sonra ilk kez, Elif ve Zeynep aynı anda uyudu; ilk kez nefes alabileceğini hisseden bir annenin kollarında.
Bölüm II: Yeni Ev ve Saklı Gerçek
Taksi, Esenyurt’taki termal olarak yenilenmiş, cam ana kapılı, elektronik şifreli bir apartmanın önünde durdu. Ayşe pencereden baktı ve idrak edemedi. Burası mı? Gerçekten burası mı?
Adam önce indi, onun için kapıyı açtı. Ayşe yavaşça indi, ikizlerini göğsüne sıkıca bastırarak. Kar artık o kadar yoğun yağmıyordu; sadece birkaç seyrek tane. Hava, komşunun süslediği çam ağacından gelen taze çam kokuyordu.
Adam interfondan şifre girdi. Ana kapı açıldı. İçeri girdiler. Holün sıcaklığı, Ayşe’ye hayırlı bir tokat gibi çarptı. Vücudu titremeye başladı; soğuktan değil, şoktan. Dizleri yumuşadı. Adam kolundan hafifçe tuttu.
Üçüncü kat. Daire 12.
Merdivenler temizdi, yakın zamanda boyanmış, duvarlarda sıcak ışık. Ayşe hiçbir şey söylemedi. Konuşursa, her şeyin bir rüya gibi kaybolacağını hissediyordu.
Üçüncü katta, adam cebindeki küçük bir zarftan bir anahtar çıkardı ve 12 numaralı dairenin kapısına soktu. Açtı.
Daire küçüktü ama tertemizdi. İki oda: kanepe, masa ve televizyonlu bir oturma odası; küçük ama çalışan ocak ve buzdolabı olan bir mutfak. Bir yatak odası, çift kişilik yatak, gardırop ve en önemlisi bir beşik. Çocuklar için bir beşik. Yatağın yanına monte edilmiş, mavi ve pembe çarşaflarla. Ayşe yavaşça içeri girdi, sanki bir tapınağa giriyormuş gibi. Gözleri yaşlarla doldu. Bu sefer yaşlar düştü.
Adam anahtarı masaya koydu. “Kira bir yıl için ödendi. Faturalar aynı şekilde. Hiçbir şey borçlu değilsin. Buzdolabı iki haftalık malzemeyle dolu. Isıtma, sıcak su, elektrik var. İhtiyacın olan her şey var.”
Ayşe ona döndü. Konuşmak istedi ama yapamadı. Sesi çok titriyordu. “Neden? Sen kimsin?”
Adam hemen cevap vermedi. İkizlere baktı. Zeynep artık uyuyordu. Elif de öyle. İkisi de huzurla nefes alıyordu, yüzleri rahat, korkusuz.
“Adım Kerem Yılmaz. İş adamıyım. Şirketler kurdum. Para kazandım. Çok para. Ama her zaman şimdiki gibi değildim.” Durdu. Paltosunu çıkarıp sandalyenin arkasına koydu. “22 yaşındayken evsizdim. Haydarpaşa Garı’nda uyuyordum. Çöplerde yemek arıyordum. Bir kız kardeşim vardı, benden üç yaş küçük. Adı Deniz’di. Ve bir Ocak gecesi, biri bizi oradan aldı. Bir kadın. Adını bilmiyorum. Neden yaptığını bilmiyorum. Bizi küçük bir daireye götürdü. Bize yemek verdi. Uyumamızı sağladı. Ve ertesi gün bize şöyle dedi: ‘Bir şansınız var. Kullanın.’ ”
Kerem elini yüzüne götürdü, sanki görünmez bir şeyi silmek istiyormuş gibi. “Kullandık. Liseye girdim. Üniversiteyi bitirdim. İlk işi kurdum. Sonra ikincisini, sonra üçüncüsünü. Ama Deniz… Deniz üç yıl önce öldü. Akciğer kanseri. Hiç sigara içmemişti. Nedeni yoktu. Ama öyle oldu.”
Sessizlik çöktü.
“Ve bugün seni gördüğümde, dizlerinin üzerinde, ikizlerle birlikte, onu gördüm. Deniz’i. Beni. İkimizi, soğukta, sessizlikte, birinin bizi görmesini beklerken.”
Ayşe sessizce ağlıyordu. Kerem paltosunu aldı ve kapıya yöneldi. “Yarın sabah buraya biri gelecek. Bir sosyal çalışmacı. İkizler için belgelerini almanı, iş bulmanı, eski kocan konusundaki durumunu çözmeni sağlayacak. Yalnız değilsin. Desteğin var.”
Ayşe ona doğru ilerledi. “Parayı nasıl… nasıl geri ödeyeceğim?”
Kerem eşikte durdu. Geriye baktı. “Bana hiçbir şey borçlu değilsin. Ama eğer bir gün, 10 yıl sonra, 20 yıl sonra, dizlerinin üzerinde karda yardımsız birini görürsen… dur. Ona bir şans ver. Böyle ödersin.”
Kapıyı yavaşça kapattı. Ayşe dairenin ortasında, kollarında ikizler, yanaklarında gözyaşları, kalbi çan gibi çalarak tek başına kaldı. Hayatında ilk kez sadece hayatta kalmakla uğraşmadığını hissetti. Evde olduğunu hissetti.
Kerem doğrudan eve dönmedi. Siyah Mercedes’ine bindi ve kuzeye, Maslak’a doğru sürdü. Eski, içeriden yenilenmiş, sisli camlı bir binada ofisi vardı. Gece yarısına yakın, 7. kata çıktı.
Ofisine girdi. Tek bir lamba yaktı ve sandalyeye oturdu. Masasının çekmecesinden eski, sararmış bir fotoğraf çıkardı. Uzun siyah saçlı, büyük berrak gözlü, temiz ve samimi bir gülümsemeyle gülen genç bir kız. Fotoğrafın altında mavi tükenmez kalemle yazılmış bir isim vardı: Deniz Yılmaz.
Kerem fotoğrafa sessizce baktı. Parmakları titriyordu; soğuktan değil, anılardan.
Deniz kanserden ölmemişti. Bu sadece resmi hikayeydi. Gerçek başkaydı.
Deniz, üç yıl önce D100’de, İstanbul ile Gebze arasında bir trafik kazasında ölmüştü. Arabasına sarhoş bir kamyon şoförü çarpmıştı. Deniz olay yerinde ölmüştü. 31 yaşındaydı. Ama hepsi bu değildi. Deniz hamileydi. Altı aylık bir kız bebek bekliyordu. Bebek de hayatta kalmamıştı.
Kerem bir günde iki canı kaybetmişti ve o zamandan beri içinde bir şey kırılmıştı. Kamusal olarak değil, iş hayatında değil; orada aynıydı: sert, verimli, hesaplı. Ama içeride, kimsenin görmediği bir kırık vardı.
Gözlerini kapattı. Ayşe’nin görüntüsü aklına geldi. Dizlerinin üzerindeki kadın, kollarında ikizler, gözleri korku ve umutla dolu. Bu görüntü, Deniz’inkinin üzerine bindirildi. Sonra 20 yıl önce onu ve Deniz’i kurtaran kadının görüntüsü.
Kerem gözlerini açtı. Belki yapabileceğim tek şey bu. Başkalarını kurtarmak. Çünkü onu kurtaramadım.
Fotoğrafı çekmeceye geri koydu. Gitmeden önce telefonunu çıkardı. Asistanına tek, kısa bir mesaj yazdı: “Esenyurt’taki adrese bir paket gönder. Daire 12. İkizler için giysiler, bezler, mama, oyuncaklar ve içinde 2.000 L olan bir zarf.”
Mesajı gönderdi. Telefonu kapattı ve geceye çıktı. Ayşe için yarın, hak edip etmediğini henüz bilmediği yeni bir hayatın ilk günü olacaktı.
Bölüm III: Destek ve İtiraflar
Ayşe, her şeyin bir rüya olduğu hissiyle uyandı. Gözlerini açmaktan korkuyordu. Ama gördüğü şey, beyaz, temiz bir tavan, mavi ince perdelerden sızan ışıktı. Sokağın huzurlu sesini duydu; seyrek araba sesleri, kaldırımdaki adımlar. Başını çevirdi. Yatağın yanında beşik vardı. Elif ve Zeynep uyuyordu, huzurla, küçük elleri yumruk olmuş.
Ayşe’nin göğsünde bir şey kırıldı. Aylarca sıkı tutulan bir düğüm çözüldü. Sessizce ağladı. Yavaşça yataktan kalktı. Yalınayak yürüdüğü parke sıcaktı; yerden ısıtma.
Mutfağa girdi. Buzdolabı doluydu. Mutfak masasında iki büyük poşet duruyordu: biri bezler, diğeri çocuk kıyafetleriyle dolu. Kıyafet poşetinin dibinde, Ayşe beyaz bir zarf buldu. İçinde 20 adet 100 liralık banknot vardı: 2.000 Lira. Ayşe dizlerinin büküldüğünü hissetti. Masaya dayandı.
O sırada kapı çalındı.
Ayşe irkildi. Vizörden baktı. Kapının önünde genç bir kadın duruyordu: saçı topuz, sade giyimli, kahverengi mont ve sırt çantasıyla. Gülümsüyordu.
Ayşe kapıyı yavaşça açtı.
“Günaydın. Adım Ebru. Sosyal çalışmacıyım. Kerem Yılmaz, buraya uğramamı, bir şeye ihtiyacın olup olmadığını görmemi ve birkaç şeyi açıklamamı istedi.”
Ebru içeri girdi. Masaya oturdu. “Durumunun karmaşık olduğunu biliyorum. Kerem’le konuştum, belediyedeki dosyanı kontrol ettim. Eski kocan Murat’ı yakın gelecekte bulma şansımız yok, ama bu senin yalnız olduğun anlamına gelmiyor.”
Ebru dosyasını açtı. “Birkaç form hazırladım. Doldurursan, ikizler için sosyal yardım, sağlık belgeleri, aylık mali destek alacaksın. Ve seni destekli istihdam listesine yazacağım. Kerem, temizlik ve satış konusunda deneyimin olduğunu söyledi. Doğru mu?”
Ayşe başını salladı.
“İyi bir temizlik şirketiyle konuştum. İnsanlara ihtiyaçları var. Esnek program: günde dört saat, haftada beş gün. Düzgün maaş. İkizlerle organize olduktan sonra bir hafta içinde başlayabilirsin. Kerem bir bakıcı da ödedi. Pazartesiden cumaya, günde iki saat sana yardım etmek için geliyor.”
Ayşe sandalyeye oturdu. Boğazının kesildiğini hissetti. “Neden? Neden bunu yapıyor?”
Ebru gülümsedi ama gülümsemesinde hüzünlü bir şey vardı. “Çünkü o, senin yerindeydi. Ve çünkü herkes kötü değil Ayşe. Öyle görünse bile.”
Ayşe tekrar ağlıyordu. Ebru omzuna bir el koydu. “Sorun değil. İstediğin kadar ağla. Ama ağlamayı bitirdiğinde, formları doldur, imzala ve hayatını inşa etmeye başla. Adım adım, gün gün. Anladın mı?”
Ayşe başını salladı. Hayatında ilk kez, birinin karşılığında hiçbir şey istemediğini hissetti. Biri ona sadece bir şans veriyordu.
İki hafta sonra Ayşe, Kerem’i tekrar görmemişti. Esenyurt’taki dairede yaşıyor, ikizlerini büyütüyor, formları dolduruyor, temizlik şirketinde işe başlamıştı. Hayatı istikrar kazanmıştı. Mükemmel değildi, ama hayal ettiğinden çok daha iyiydi.
Bir Perşembe akşamı, biri kapıyı çaldı. Ayşe açtı. Kerem eşikteydi. Aynı siyah takım elbise, aynı yara izi. Ama bir şey farklıydı: Gözleri daha yorgun, daha ağır görünüyordu.
“Girebilir miyim?”
Ayşe başını salladı. Kerem içeri girdi. Beşikte uyuyan ikizlere baktı ve hafifçe gülümsedi. “Nasıl gidiyor?”
“İyi. Çok iyi. Sayende.”
Kerem hemen cevap vermedi. Kanepeye oturdu. Ellerini yüzüne götürdü. “Sana bir şey söylemeye geldim. Baştan söylemem gereken bir şey.”
Ayşe’nin kalbi sıkıştı. Karşısındaki sandalyeye oturdu. “Ne?”
Kerem derin bir nefes aldı. “Kız kardeşim Deniz, sana anlattığım gibi kanserden ölmedi. Bir trafik kazasında öldü. 31 yaşındaydı. Hamileydi. Bir kız bebek bekliyordu. İkisi de öldü.”
Ayşe dondu.
“Ve o zamandan beri arıyorum. Zor durumdaki kadınları arıyorum. Yalnız anneleri arıyorum. Çocukları arıyorum. Onlara yardım ediyorum. Çünkü ona yardım edemedim. Param var, gücüm var, bağlantılarım var. Ama onu kurtaramadım.”
Sessizlik.
“Ve seni dizlerinin üzerinde, kollarında ikizlerle gördüğümde, Deniz’i gördüğümü sandım. Onu geriye dönük olarak kurtarabileceğimi sandım. Çılgınca geldiğini biliyorum, ama hissettiğim bu.”
Ayşe ayağa kalktı. Ona yaklaştı. Elini omzuna koydu. “Çılgınca değil. İnsani. Ve sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Kelimelerim yok.”
Kerem bakışlarını ona kaldırdı. “Teşekkür istemiyorum. Sadece yalnız olmadığını bilmeni istiyorum. Ve bir şeye ihtiyacın olursa, beni aramanı istiyorum. Her zaman.”
Cebinden bir kart çıkardı. Sade beyaz bir kart, üzerinde elle yazılmış bir telefon numarası. “Bu benim kişisel numaram. Sorunların varsa, biri seni tehdit ederse, paran yoksa, yardıma ihtiyacın varsa, ara ve gelirim.”
Ayşe kartı aldı. Avucunda sıkıca tuttu. “Bunu neden yapıyorsun, gerçekten anlamıyorum.”
Kerem ayağa kalktı, kapıya yöneldi. Gitmeden önce durdu. “Çünkü birisi benim için yaptı. Ve çünkü yapmazsam, Deniz iki kez ölmüş olacak. Bir kez o kazada, bir kez de benim unutmamda.”
Ve gitti. Geride sadece sessizliği, beyaz kartı ve yeni açığa çıkmaya başlayan bir sırrı bırakarak. Çünkü Kerem Yılmaz sadece ihtiyaç sahiplerine yardım etmiyordu. Onları arıyordu; takıntılı, sistematik bir şekilde. Sanki telafisi imkansız bir şeyi telafi etmek istiyormuş gibi. Ve Ayşe bu misyonun bir parçası olmuştu.
Bölüm IV: Kardan Gelen Kurtuluş
Üç yıl sonra. Taksim Meydanı, İstanbul. 23 Aralık, saat 19:30.
Ayşe, yavaşça karın içinden yürüyordu. İki küçük kızın elini tutuyordu: Elif ve Zeynep. Şimdi neredeyse dört yaşındaydılar, renkli montlar, şapkalar ve kalın eldivenler giymişlerdi. Gülüyorlardı, karın içinde koşuyorlardı. Ayşe gülümseyerek onları izliyordu.
Hayatı tamamen değişmişti. Artık endüstriyel bir temizlik şirketinde yönetici olarak çalışıyordu; istikrarlı maaşı vardı. Kerem’e olan borcunu ödemişti. Parayla değil, eylemlerle. Diğer üç yalnız anneye ev bulmasına yardım etmişti. Onları, sosyal çalışmacı Ebru aracılığıyla tanımış, destek sunmuş, onlara umut vermişti. Elif ve Zeynep sağlıklıydı, anaokuluna gidiyorlardı. Sık sık gülümsüyorlardı.
Ayşe, üç yıl önce dizlerinin üzerinde durduğu bankın önünde durdu. Yere baktı, o noktayı tanıdı. Soğuğu hatırladı. Korkuyu, sessizliği ve Kerem’in sakin, derin sesini: “Çiçekler ne kadar?”
Çantasından küçük bir kırmızı gül demeti çıkardı. Yedi dal. Onları bankın üzerine, kara koydu. “Senin için, Kerem, nerede olursan ol.”
Elif ve Zeynep yaklaştı. “Anne, neden oraya çiçek koyuyorsun?”
Ayşe gülümsedi. “Çünkü biri bize bir şans verdi ve ben teşekkür etmek istiyorum.”
Zeynep, o korkunç gecede asla ağlamayan, sessiz çocuk, büyük, cesur gözleriyle ona baktı. “Ben de yapacağım anne. Büyüdüğümde birine yardım edeceğim.”
Ayşe eğildi. Onu kucakladı, ağladı. Ama üzüntüden değil, minnettarlıktan.
Bir yerde, arkalarında, siyah bir arabanın yanında bir adam duruyordu. Sahneyi izliyordu. Kerem Yılmaz. Alnında yara izi vardı. Bakışları huzurluydu. Hafifçe gülümsüyordu. Yaklaşmadı, konuşmadı. Sadece izledi. Sonra arabaya bindi ve geceye karışarak gitti. Görünmez bir bekçi gibi, sessiz bir melek gibi.
Çünkü misyonu bitmemişti. Çünkü şehrin başka bir yerinde başka birinin şansa ihtiyacı vardı. Ve Kerem Yılmaz, yara izli adam, kalbinde yara olan adam, her şeyi kaybeden adam, aramaya, kurtarmaya, umut sunmaya devam edecekti. Şan için değil, övgü için değil, Deniz’in unutulmaması için. Ve kara konan her çiçek, kurtarılan her çocuk, hayata döndürülen her anne, her gece kendine sorduğu soruya bir cevap olacaktı:
Onu kurtaramazsam, başka birini kurtarabilir miyim?
Cevap, evet. Her zaman evet.
Böylece Ayşe ve Kerem’in hikayesi bitmez. Her iyilik jestiyle, uzatılan her elle, verilen her şansla devam eder. Çünkü bazen kurtuluş göklerden gelmez. Kardaki bir dizden gelir. Basit bir sorudan: “Çiçekler ne kadar?” Ve söylenmemiş bir cevaptan: Her şeye mal olur. Ama onları bedava veriyorum.