“Lütfen Efendim Annemle Evlenin” Dedi Küçük Kız – Yabancı Adam Donup Kaldı!

“Lütfen Efendim Annemle Evlenin” Dedi Küçük Kız – Yabancı Adam Donup Kaldı!

Huzur Çiftliği – Seçilmiş Bağların Hikâyesi

Süleyman Efendi o sabah çiftliğine yardımcı bir kız çocuğu almaya gitmişti. Akşam bir evlat bularak dönecekti ama henüz bunu bilmiyordu. Muhtarın verdiği kağıtta sadece “sağlam, güçlü, kimsesiz bir kız çocuğu, hafif işlere müsait” yazıyordu. Süleyman Efendi daha fazlasını istemedi. Evlat istemiyordu. Yıllarca çabalamış, doktorlar acıyan gözlerle bakmış, sonunda Allah’ın takdirine boyun eğmişti. İhtiyacı olan şey çiftlikte yardımdı: küçük, çevik, fazla sormayan biri.

Kasabaya vardığında, kız ahşap bir sandalyede oturuyordu. Elleri dizinde, gözleri yerde. Ağlamıyordu, konuşmuyordu. Onu getiren muhtar sadece “Adı Ayşe,” dedi. Bulduktan sonra tek kelime etmedi. Süleyman Efendi akçayı verdi, geriye bakmadı. Kızı arabaya aldı, buğday çuvalı taşır gibi. Yolda hiç konuşmadılar. Çiftliğe varınca uyuyacağı odayı gösterdi, su kovasını, günlük görevleri anlattı. “Senden bundan fazlasını beklemem,” diye mırıldandı. Ama Ayşe sesini çıkarmadan her şeyi ezberlemeye başladı.

İlk hafta sessizce süpürmeyi, aletleri büyüklüğüne göre dizmeyi, kahveyi tam ahırdan çıkarken hazırlamayı öğrendi. Konuşmuyordu ama gözlüyordu. Süleyman Efendi, sessizliğe alışkın bir adam olarak iyi seçtiğini düşündü. Duygu yok, karışıklık yok, sadece yararlı bir varlık. Ta ki bir gece sofrada kömürle yapılmış bir çizim bulana kadar: kendi atına benziyordu. Küçük bir figür burnunu okşuyordu. Arkada iki kelime sakat yazılmıştı: “Sağ olun efendim.” Ne hissedeceğini bilemedi. O gece çiftliğini son kez eskisi gibi gördüğünü bilmiyordu.

Ertesi sabah Ayşe elinde kuru bir gülle belirdi. Onu ahırın yanındaki isimsiz mezara koydu. Süleyman Efendi’nin yıllar önce kaybettiği merhume Fatma’nın mezarıydı bu ve önünde sessizce oturdu. “Sana kim söyledi orada olduğunu?” diye sordu Süleyman Efendi, boğazı taş kesilmişti. Ayşe cevap vermedi. Sadece başka bir çizim gösterdi: örme saçlı, mavi elbiseli bir kadın, altında üç kalp. “Sen onu rüyanda mı görüyorsun?” diye sordu Süleyman Efendi. Kız ilk kez başını salladı. İçinde bir şey çatırdadı. Üzüntü değildi bu, çatlaktı. Ve o çatlaktan uyarı vermeden bir tohum girmeye başladı. Henüz bilmiyordu ama iş için aldığı bu kız yanında hiç olmayan bir şey getiriyordu: canlı kökler.

Süleyman Efendi hep yalnız kahvaltı yapardı; kuru ekmek, ılık çay ve ruhsuz bir düzeni sayan saat sesi. Ama birkaç gün sonra sofrada katlanmış bir örtü buldu; sakarca ve güne bakan işlemeli. Ayşe onu bırakırken bakmıyordu, uyanık beklemiyordu, sadece bırakıyordu. Zamanla başka ayrıntılar geldi: kapı kolunda kurdeleler, renkli boyanmış taşlar, balçıktan yapılma inek şekli. Konuşmuyordu ama konuşuyordu. Yıllar önce yüreğin dilini gömen Süleyman Efendi farkında olmadan anlamaya başladı.

Bir gün ağıl kapattıktan sonra onu mutfakta buldu. Dizlerinde eski bir defter vardı. Onu görünce defteri hızla kapattı. O hiçbir şey söylemedi ama ertesi gün defteri sofrada açık bıraktı. Çizimlerle doluydu: kendisi, atlar, aletler, mezar ve ortada Ayşe, göğsünde kalp. Bunu görünce Süleyman Efendi yavaşça oturdu. Birinin düşüncelerinde olmayı unutmuştu. Ertesi gece planlamadan bir tas sıcak süt hazırladı, kapısının önüne bıraktı. Şükür duymadı. Ama sabah yerine saman örgüsünden bir bilezik vardı. “Bunu sana kim öğretti?” diye mırıldandı. Kendine soruyordu. Ayşe ilk kez tek kelime karşılık verdi: “Kimse.” Ses yumuşaktı, kullanılmamaktan kısıktı ama duruydu. Süleyman Efendi kıpırdamadı. Bir şey kırıldı. Bir şey kuruldu.

Haftalarca küçük anlar paylaştılar. Ahırı birlikte temizlediler, acele etmeden öyle yediler. Büyük ağacın altında oturup konuşmadan sadece baktılar. Ayşe terk edilmişliğin gölgesinde doğmuştu ama her şeyi istila eden sessiz bir güçle büyüyordu.

Bir pazar Süleyman Efendi alet almak için kasabaya gitti. Dükkanda bir kadın yaklaştı: “Torunun mu?” İnkar etti: “Benimle çalışıyor.” Kadın gülümsedi: “Demek bilmiyorsun. Okulda ona güne bakan çiftliğinin kızı diyorlar.” Süleyman Efendi anlamadı: “Okul mu?” “Her perşembe Döne Hatun’la gidiyor. Hikaye yazmayı öğrenmek istiyormuş.” Süleyman Efendi izin vermemişti ama bir şey de söylemedi. Çünkü içten içe biliyordu ki Ayşe büyümek için izin istemiyordu, sadece engellemeyecek bir yer arıyordu ve çiftliğinde istemeden bundan fazlasını bulmuştu: kök bulmuştu.

Gün her zamanki gibi başladı. Süleyman Efendi yıkık çiti onarıyor, Ayşe ise sundurmada zar zor duyulan bir ezgi mırıldanıyordu. Kimsenin öğretmediği bir ezgi. Ama her şey Süleyman Efendi’nin gözdesi atı kestane tarladan dönmediğinde değişti. Saatlerce aradılar. Çalılıklar, patikalar. Ayşe çığlık attı, koştu ve gördü. Hayvan bir açıklıkta yatıyordu, bacağı kökler arasında sıkışmıştı. Ayşe ağlamadı. Diz çöktü, burnunu şefkatle okşadı. “Acısına son vermeliyiz,” dedi. Süleyman Efendi tüfeği çıkardı, yüreği sıkılmıştı. Ama Ayşe araya girdi: “Bekle.” Yemeşiğini aldı, dere suyuna batırdı, atın gözlerine koydu. Sonra korkusuzca ellerini köklere soktu. Sabırla acı çekmeyi bilip sakinleştirmeyi öğrenmiş birinin gücüyle bacağı kurtardı. Kestane kalkmadı ama savaşmadı. Süleyman Efendi yanına diz çöktü, yıllardır ilk kez birinin önünde ağladı. Ayşe sessizce omzuna el koydu.

O gece ahırda atı gözetirken boğuk sesle dedi: “Hiç evladım olmadı. Artık beklemiyordum da.” Ayşe ona baktı: “Çünkü olmuyordu mu?” diye sordu. Kötülükle değil, sadelikle. Süleyman Efendi yutkundu: “Çünkü Allah istemedi.” Başını indirdi. “O zaman belki beni senin için istedi.” Sessizlik her cevaptan güçlüydü.

Ertesi gün kasabada Süleyman Efendi kadı huzuruna çıktı. Kanuni evlat edinme değildi. Bir himaye beyanıydı. “Ayşe benim evladımdır. Benimle yaşar. Bu yeter.” Kimse sorgulamadı. Kimse cesaret edemedi. Çiftliğe döndüklerinde Ayşe koşarak odasına girdi, küçük bir kutuyla çıktı. İçinde iplikler, çizimler, taşlar, toy yazıyla yazılmış kağıtlar vardı. Ondan topladığı şeyler. Kimseden hiç almadığı şeyler. “Sana baba diyebilir miyim?” diye sordu. Süleyman Efendi diz çöktü, sıkıca kucakladı ve ilk kez hiç söyleyeceğini düşünmediği bir kelime söyledi: “Evet.” Zorunluluktan değil, ihtiyaçtan değil, sevgiden. Çünkü sevgi her zaman kandan gelmez. Bazen sessizce gelir. Sakarca örülmüş saçlarla ve dinlemeyi bilen gözlerle. Ve bazen iş için alınan kız yüreğin en çok arzuladığı şey olur: aile.

Bir öğleden sonra Ayşe çamaşır asıyordu, Süleyman Efendi çitleri kontrol ediyordu. Tanımadık bir atlı çiftliğin girişine kadar geldi. Atından inmedi, sadece katlanmış bir mektup verdi. İsimsiz, mühürsüz, göndericisiz ve tek kelime etmeden uzaklaştı. Süleyman Efendi kapının yanında dimdik durarak okudu. Bitirdiğinde elleri titriyordu. Ayşe uzaktan bakıyordu, anlamıyordu. “Kimdi?” diye sordu. Süleyman Efendi cevap vermedi, eve girdi, mektubu sofranın üzerine bıraktı, yüzünü ellerinin arasına gömdü. Ayşe o gece gizlice okuduğunda anladı: kendisine gönderilmemişti. Süleyman Efendi’ye değil, ona. Annesi olduğunu iddia eden bir kadındandı. Büyütemediğini ama kasabadan birileri aracılığıyla yerini öğrendiğini söylüyordu. Affedilme istemiyordu, açıklama da yapmıyordu. Sadece şunu yazıyordu: “Benden nefret ediyorsun bilmiyorum. Sadece şunu bilmeni istedim. Seni satmadım. Bıraktım çünkü kalırsan öleceğini düşündüm. Ve bunu okuyorsan demek ki iyi biri seni kurtardı.”

Ayşe ağlamadı, öfkelenmedi. Sadece rahatsız bir durgunluk hissetti. Kapandığını sandığı bir yara açılmıştı ama kanamıyordu. Ertesi gün Süleyman Efendi mektubu kuyunun kenarında yanmış buldu. Sadece bir parça kalmıştı: “Ölecektin.” Sormadı, baskı yapmadı. Ama o gece Ayşe bulaşık yıkarken sağlam sesle dedi: “Ben kimsenin yerini tutmam. Sadece kalanım.” Ayşe ona baktı, günlerdir ilk kez gülümsedi. “Bu, hiç sahip olduğumdan fazla.” O andan sonra içindeki bir şey değişti. Artık yazmak için saklanmıyordu, çizim yapmak için gizlenmiyordu. Küçük hikayelerini okulda bırakmaya başladı. Küçüklere balçıktan hayvan yapmayı öğretti. Süleyman Efendi ona pencere yanında bir masa yapmaya başladı, tahtaya bir cümle kazıdı: “Burası kızımın düş kurduğu yer.”

Kasaba konuşmaya başladı. Ama bu sefer zehirsiz. Bazıları ona mucize kızı diyordu, bazıları çiftliğe ruhu döndüren diyordu. Süleyman Efendi bir şey söylemedi ama onu hikayeleriyle kolunda yürürken her gördüğünde göğsünde bir şey genişliyordu. Onu sevgi beklemeden almıştı, o gelecek beklemeden gelmişti. Ama birlikte başka kimsenin veremediği bir bugün inşa ediyorlardı.

Gece yarısıydı, köpekler havlamaya başladı. Süleyman Efendi feneri alıp çıktı, Ayşe arkasında sabahlığı hala uykudan kırışmıştı. Çitin önünde kirli bir örtüye bürünmüş 4 yaşlarında bir çocuk vardı. Konuşmuyordu, ağlamıyordu, sadece titriyordu. Ayşe ilk hareketi yapandı, diz çöktü, kendi örtüsüne sardı, içeri götürdü. Tek soru sormadan. Süleyman Efendi sıcak süt hazırladı, Ayşe onu sobanın yanına oturttu. Çocuk adını söylemedi, hiçbir şeyi işaret etmedi, hiçbir soruya karşılık vermedi. Ama gözlerini Ayşe’den ayırmadı. Sanki buraya sıcaklık olduğunu bilerek gelmişti.

Sabah olduğunda yıkadılar, saçını kestiler. Süleyman Efendi’nin çocukken giydiklerini giydirdiler. Öğlen Döne Hatun koşarak geldi, elinde bir kağıt vardı. Okulun kapısında çivilenmiş bulmuştu. “Bu çocuk bizimle güvende değil. Anlamaz ama belki siz anlarsınız. Affola.” İmza yok, iz yok, geçmiş yok. Süleyman Efendi Ayşe’ye baktı, tereddüt etmedi. “Kalıyor.” Süleyman Efendi itiraz etmedi. Çünkü anladı: her şey onunla böyle başlamıştı.

Çocuğa Ayşe’nin hikayelerinden birinin kahramanı olan Yusuf adı verildi. Konuşmasa da gülümsemeye başladı, yoldaki taşlarla oynadı, ahırın duvarlarına karalamalar yaptı, Ayşe’nin koluna yapışıp uyudu. Sanki dünya o temasa bağlıymış gibi. Süleyman Efendi nasıl olduğunu bilmeden yeniden baba oldu ve her geçen gün Ayşe’nin gözlerinde farklı bir güç gördü. Sadece kız değildi artık, ablaydı da.

Bir gün Yusuf beklenmedik bir şey yaptı. Süleyman Efendi çit onarıyordu, Ayşe yeni bir örtü dikiyordu. Yusuf yaklaştı ve buruşuk bir kağıt verdi. Çizimdi: el ele tutuşmuş üç figür. Uzun boylu bir adam, örmeli bir kız, küçük bir çocuk. Altında toyca yazılmış bir kelime: Biz.

Süleyman Efendi oturdu, boğulmuştu. Ayşe çocuğun önünde diz çöktü, yumuşak sordu: “Sen de buranın senin evin olduğunu mu hissediyorsun?” Çocuk sertçe başını salladı, sanki küçük kafası yüzyıllardır o yeri arıyormuş gibi. O gece Ayşe başka bir hikaye yazdı, bu sefer Süleyman Efendi’nin yastığını bırakmadı. Yusuf göğsünde uyurken yüksek sesle okudu: “Bazen Allah evlat göndermez, yaralı ruhlar gönderir.”

Çiftlik artık sadece çalışma yeri değildi. Duvarlarında kahkahalar, kapılarında çizimler, alet raflarında çivilerle tutturulmuş hikayeler olan bir sığınak olmuştu. Eskiden sadece üretmeye yarayan şeyler artık anıları da tutuyordu. Süleyman Efendi farklı yürüyordu, omuzlar daha az yüklü, bakışlar daha az sert. Ayşe ise çiftlik ahırını tahta sıralarla dershaneye dönüştürmüş, kasaba çocuklarına yazma dersi vermeye başlamıştı. Yusuf hep ön sırada oturuyordu, ayakları sarkık, gözleri parlak. Sanki ablasından çıkan her kelime yuva şeklindeydi.

Bir pazar Ayşe ahırın girişine işlemeli bir örtü asarken kasabalı aileler geldi, tedirginlerdi. “Burada ne yaptığınızı biliyoruz,” dedi bir kadın. “Çocuklarımız senden bahsediyor. Bizim de hikayelerimizi anlatmamıza yardım edebilir misin?” Ayşe ne diyeceğini bilemedi. Yetişkinlerin kendisine öğretebilecek biri gibi bakmalarına alışık değildi. Süleyman Efendi sundurmadan yaklaştı, dingin ve ağır sesiyle dedi: “Kızım sadece yazmaz. Hayatın kuruttuğunu sular. Hazırsanız o nasıl olacağını bilir.”

Böyle yeni bir şey başladı. Her hafta akşamı ahır seslerle doluyordu. Yaşlılar kimsenin duymadığı şeyler anlatıyordu, anneler alçak sesle kayıplarını dile getiriyordu, çocuklar hiç gönderilmemiş mektuplar yazıyordu ve ortada Ayşe defteri ve çekingen gülümsemesiyle başkalarının moloz olarak getirdiklerini kelimelerle örüyordu. Yusuf henüz çok konuşmuyordu ama çizimlerle hikaye anlatmaya başlamıştı: kör bir adamı kurtaran at, yalnız çocuğu evlat edinen ağaç, sadece hikaye okumak isteyen dev.

Süleyman Efendi ikisini de hayranlık ve şaşkınlıkla izliyordu. Hiç hayal etmemişti, sessizlikle çalışmak için aldığı çiftliğin kasabanın yarısının yüksek sesle iyileşmeye geldiği yer olacağını.

Bir gece birlikte akşam yerken Yusuf süt bardağını kaldırdı. Ayşe gibi olmamış bir şekilde: “Bizim için.” Ayşe şaşırmış baktı: “Ne dedin?” “Bizim için,” diye tekrarladı. Ve Süleyman Efendi boğazı düğümlenerek bardağını kaldırdı: “Bu çiftlik için ve izinsiz büyüyen her şey için. Çünkü istemeden kayıp olanın ortasında umut ekmişlerdi.”

Süleyman Efendi cep eğinin içinde günlerdir bir mektup taşıyordu. Buruşmuş, sessizliklerle ağırlaşmış. Ayşe’ye yazmıştı, henüz kızı demeden önce onun hala sessizce süpüren bir gölge olduğu gecelerde hiç vermemişti. Çünkü bir gün kelimelere gerek kalmayacağını sanmıştı. Ama o gün gelmişti.

Ayşe kasabadan beklenmedik haberle döndü. Kitabı başka dillere çevrilecekti, uzaklara gidecekti, topraklarına hiç ayak basmayacak insanlar okuyacaktı. “Garip değil mi baba? Acıyla yazdığım şey bu kadar uzak yüreklere dokunuyor.” Süleyman Efendi cevap vermedi, sadece mektubu cebinden çıkardı, uzattı. “Bunu seni hak etmeden yazdım.” Ayşe sessizce okudu, sundurmanın yanında oturarak sakarama sevgiyle yazılmış bir itiraftı:

“O zaman seni buraya getirmekte doğru mu yaptım bilmiyorum. Bazen sadece boşluğu doldurmak için aldığımı sanırım. Ama sen merhume Fatma’nın mezarına o gülü bıraktığında anladım, yeni bir şey ekmeğe geldiğini. Seni kazandım mı bilmiyorum, yoksa sadece sana tanık olmam mı düştü?”

Ayşe kağıdı dikkatle katladı, defterine koydu. Dedi ki: “Bana bir şey açıklamana gerek yok. Zaten her gün yazmadan yaptın.”

O gün Yusuf ahırdan koşarak geldi, bağırıyordu: “Kasabaya bir aile gelmiş, onları soruyormuş. Yabancılar ama tehdit değil. Ayşe’nin hikayelerini okuyup uzaktan yol yapmış genç bir karı koca. ‘Rahatsız etmek istemedik,’ dediler. Sadece bunların yazıldığı yerin gerçekten yürekten olup olmadığını görmek istedik.”

Ayşe onları taze ekmekle karşıladı, ahırı gösterdi, Yusuf’un çizim köşesini gösterdi, deriden ciltli kitabın durduğu rafı bile gösterdi. Süleyman Efendi ise sessizce izledi. Eskiden sadece kendisine ait olanın eriştiği yeri ölçen biri gibi o gece kapıyı kapatırken hiç söylemediği bir şey söyledi: “Gurur duyuyorum. Yazdıkların için değil, burayı ne yaptığın için.” Ayşe uzun bir kucaklamayla karşılık verdi: “Yalnız yapmadım.”

Kimse duymasa da Süleyman Efendi rüzgara bir şey fısıldadı: “İş olarak gelip kader olarak kaldığın için şükürler olsun.”

Kasabalılar öğleden sonra birer birer geldi. Bazıları hamur işi getirdi, bazıları çizim, bazıları sadece konuşandan fazlasını söyleyen bakışlar. Döne Hatun çocukları büyük meşenin altına götürdü, Ayşe’nin hikayelerini yüksek sesle okumak için. Yusuf bir uçtan diğerine koşturdu, herkese şeker dağıttı. “Bu bizim evimiz. Burası yürek kalır,” diyordu.

Süleyman Efendi çitin yanında durdu, söz söylemeden her şeyi izledi. Bir zamanlar ihtiyaçtan kız alan adam şimdi o kızın sevgiyle ruhunun her köşesini nasıl aldığını görüyordu.

Şehirden gelen genç bir kağıt yazıcısı Ayşe’ye son bir soru sordu: “Bunların hepsi nasıl başladı?” Ayşe gülümsedi, Süleyman Efendi’ye baktı. Bakışı başımıza en iyi gelen yanlış şeylerle doluydu. Kadın şaşkınca baktı ama daha sormadı. Bazı hikayeler anlatılmaz, hissedilir.

O gece ateşin sıcaklığında üçü sessizce oturdular. Yusuf kucağında Ayşe’nin uyuyordu, o defterine bir şeyler yazıyordu ama henüz paylaşmıyordu. “Bugün ne gün biliyor musun?” diye sordu Süleyman Efendi. Ayşe başını salladı: “Tam bir yıl önce bu çiftliğe geldin.” Başını kaldırdı. “Ya gelmeseydim?” Süleyman Efendi eğildi, saçını okşadı, tereddütsüz cevapladı: “O zaman burası toprak olarak kalırdı ama asla aile olamazdı.”

Ayşe defterini kapattı, ilk yazdıklarının yanına rafa koydu. Kasaba çocuklarının ördüğü örtüyle Yusuf’u örttü. Lambayı söndürürken pencereden yeni tabelaya baktı: “Huzur Çiftliği” sadece isim değildi. Seçilmiş bağların kan bağları kadar değerli olduğunun ve bazen iş için alınan kızın ruhun molozlarını süpürüp bilmeden olması gereken aileyi ekebileceğinin kanıtıydı.

SON

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News