Milyonerin İkiz Kızları ve Paranın Satın Alamadığı Şey

İstanbul, Şişliler Semti. 20 milyon lira değerinde bir villa. Dışarıdan bakıldığında bir rüya gibiydi. Cam duvarlı modern mimarisi, bir sanatçı eliyle kusursuzca kesilmiş gibi duran bahçesi, fener ışığında parlayan iki Mercedes’in durduğu çift garajı… Komşular kıskanır, yoldan geçenler hayranlıkla durup bakardı. Bu ev, sıkı çalışma ve kararlılıkla elde edilebilecek şeylerin bir sembolüydü, başarının manifestosuydu.
Ama içeride, üç aydır her gece tekrar eden bir kâbus yaşanıyordu: Kesintisiz, umutsuz, boğucu bir ağlama. İki küçük kızın, altı aylık ikizlerin, Elif ve Zeynep’in çığlıkları.
Saat 03:02’ydi. Kerem Yıldız, birinci kattaki koridorda, elleri yumruk olmuş, tırnakları tenine batmış vaziyette duruyordu. Koridordaki saat, her saniyeyi sinir bozucu bir kesinlikle sayıyordu. Son on iki haftadır her gece olduğu gibi…
Kerem 41 yaşındaydı, ama 50 gibi görünüyordu. Yüzü griydi. Gözlerinin altındaki morluklar o kadar derindi ki, adeta deri altına işlenmiş gibi duruyordu. Türkiye’nin en büyük teknoloji şirketlerinden biri olan Tech Vision Solutions’ın kurucusuydu. On milyonlarca avroluk bütçeleri yöneten, uluslararası anlaşmalar imzalayan, bakanlarla görüşen bir adamdı. Ama hiçbir parası, hiçbir bağlantısı, hiçbir gücü onu diri diri yiyen bu sorunu çözemiyordu. Kızları uyumuyordu ve o yavaş yavaş aklını kaybediyordu.
Kayıp ve Kâbus
Üç ay önce Kerem’in hayatı bambaşkaydı. O, yirmi yıldır tanıdığı kadının, Ayşe Yıldız’ın kocasıydı. Ayşe onun ilk aşkı, en iyi arkadaşı, her anlamda ortağıydı. Şirketinin Genel Müdür Yardımcısı, operasyonların beyniydi. Yıllarca çocuk sahibi olmaya çalıştılar. İki düşük, üç başarısız tüp bebek denemesi… Doktorlar onlara evlat edinmeyi düşünmelerini tavsiye etmişti. Ama Ayşe pes etmedi ve altı yıllık denemeden sonra hamile kaldı. İkizler, doğal yolla.
Hamilelik sekiz ay boyunca iyi gitmiş, Ayşe güçlü ve ışıltılıydı. 38. haftada komplikasyonlar başladı. Doğum 19 Temmuz sabahı 05:00’te gerçekleşti. Elif hızlı geldi, küçük ama sağlıklıydı. Sonra Zeynep… O da sağlıklıydı, ama bir şeyler ters gitti. Ayşe kanamaya başladı. Çok fazla. Doktorlar bağırdı, hemşireler koştu. Kerem sekiz saat kapının arkasında bekledi. Saat 13:14’te doktor çıktı. Kerem yüzünden anladı. Ayşe ölmüştü.
Kerem üç gün sonra iki yeni doğan bebekle eve döndü. Karısı olmadan. Ev hazırdı: Açık renklerde çocuk odası, iki özdeş beşik, peluş oyuncaklar… Her şey mükemmeldi, ama bomboştu. Korkunç derecede boş. Kerem ne yapacağını bilmiyordu. Ayşe her şeyi planlamıştı; o sadece destek olacaktı. Ama şimdi yalnızdı.
İstanbul’un en iyi ajansından bir dadı tuttu. Kadın, pedagoji diploması ve yirmi yıllık tecrübeyle geldi. İki hafta sonra gitti. “Yapamam,” dedi. “Çocuklar uyumuyor, bir şeyler yanlış.” Kerem ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü… Üç ay içinde evinden yirmi iki dadı geçti. Biri beş saat dayanıp gece yarısı kaçtı, arkasında bir not bırakarak: “Özür dilerim, yapamam.”
Çünkü Elif ve Zeynep uyumuyordu. Bütün gece ağlıyorlardı. En iyi sütler, en pahalı mamalar, en yumuşak bezler… Hiçbir şey işe yaramadı. Kerem onları İstanbul’un en iyi çocuk doktorlarına götürdü. Her türlü test yapıldı: kan, ultrason, nörolojik muayene. Hiçbir şey bulunamadı. Kızlar fiziksel olarak sağlıklıydı. Doktorlar “kolik” dedi, “zor bir faz.” Ama geçmedi. On iki hafta boyunca sadece kötüleşti.
Kerem yavaş yavaş kızlarına hiçbir şey hissetmediğini fark ediyordu. Babalık sevgisi yerine, her onlara baktığında Ayşe’yi görüyordu. Kaybettiği kadını. Bu çocukların, Ayşe’nin hayatını kaybetmesine neden olduğunu düşünüyordu. Bu düşüncelerden nefret ediyor, ama durduramıyordu.
Yirmi ikinci dadı, Aslı, Monaco’da kraliyet ailesine bile hizmet vermişti. Dört gün kaldı. Dördüncü gece Kerem bir çığlık duydu. Bebeklerin değil, yetişkin bir kadının çığlığıydı. Odaya koştuğunda Aslı’yı elleri kulaklarında, köşede ağlarken buldu. Ertesi sabah ayrıldı.
Kerem yalnız kaldı. Bu sefer başka bir dadı arama gücü yoktu. Koridorun zeminine oturdu, kızlarının ağlamasını dinledi. Umudun son kırıntıları onu terk ediyordu. “Ya ben kötü bir babaysam? Ya bu kızlar onları sevmediğimi hissediyorlarsa ve bu yüzden ağlıyorlarsa?” diye düşündü.
Kırık İnsanların Ortak Dili
Sabah, bir başka uykusuz gecenin ardından, Kerem bir zombi gibi mutfağa indi. Tezgahı temizleyen yaşlı bir kadın buldu: Neriman Hanım. Yaklaşık altmış yaşlarında, topuz yapılmış grileşmiş saçları, yüzü kırışıklıklarla dolu ama sıcak, zeki gözleri vardı. Bir yılı aşkın süredir haftada üç kez geliyordu. Kerem onu neredeyse fark etmezdi, o sadece hayatının arka planının bir parçasıydı.
O sabah, Neriman Hanım süngeri bıraktı, ellerini sildi ve Kerem’e baktı. “Berbat görünüyorsunuz, Kerem Bey,” dedi. “Böyle yaşayamazsınız. Bir ay içinde hastanede olursunuz.”
Kerem, yorgunluktan itiraz edemedi. Sadece başını salladı.
Neriman Hanım önüne bir fincan sert kahve koydu. “Hâlâ dadı mı arıyorsunuz?” diye sordu. Kerem acı acı güldü. “Artık aramıyorum. Kimse başa çıkamaz.”
Neriman Hanım kelimeleri tartar gibi sessiz kaldı. Sonra, birini tanıdığını söyledi ama uyardı. “Bu bir dadı değil. Diplomalı, sertifikalı, referanslı biri değil. Sadece korkunç bir şey yaşamış ve belki de acıyı hiçbir profesyonelin anlayamayacağı şekilde anlayan bir kadın.”
Bu, yeğeni Aylin’di. Bir yıl önce her şeyini kaybetmiş bir kız. Kerem düşündü. Bu delilikti. Depresyonda, deneyimsiz birini işe almak… Ama umutsuz, bitkin bir parça fısıldadı: Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Başını salladı. “Gelsin. En iyisi bugün, en iyisi şimdi.”
Birkaç saat sonra, tam 15:37’de kapı zili çaldı. Kerem açtı ve eşikte yirmi sekiz, yirmi dokuz yaşlarında zayıf, solgun bir kadın duruyordu. Gözlerinin altındaki karanlık halkalar Kerem’inkilerden bile derindi. Giysileri mütevazıydı. Haftalardır gerçek bir yatakta uyumamış gibi görünüyordu. Kendini Aylin Demir olarak tanıttı.
Kerem onu baştan aşağı süzdü. Yardım edebilecek biri gibi görünmüyordu; yardıma ihtiyacı olan biri gibiydi. Ama yirmi iki başarısız deneme geride kalmıştı. Onu içeri davet etti.
Aylin, koltuğun kenarına oturdu, sanki mobilyaları kirletmekten korkuyormuş gibi. Kerem doğrudan sordu: “Bebeklerle deneyiminiz var mı?”
Aylin başını salladı. “Dürüstçe, hayır,” dedi. “Hiç bakmadım. Hatta buraya neden geldiğimi bile bilmiyorum, hiçbir vasfım yok.”
Kerem iç çekti. “O zaman neden kabul ettiniz?”
Aylin o an onu şaşırtan bir şey söyledi. Tüm çıplak acılı gerçeği: Dokuz ay önce, kocası Emre ile Sapanca’ya giderken bir trafik kazası geçirmişlerdi. 26 haftalık hamileydi, doğacak kızlarına Elif adını vereceklerdi. Sarhoş bir sürücü şeritlerine girmişti. Emre olay yerinde ölmüştü. Aylin hayatta kalmış, ama hastanenin üçüncü gününde bebeğinin kalp atışı olmadığını öğrenmişti. Ölü doğan kızını beş dakika kollarında tutmuştu.
Dokuz ay boyunca Aylin işlevsiz kalmıştı. İşini, dairesini kaybetmişti. Teyzesinin yanında bir hayalet gibi yaşıyordu.
“Teyzem,” dedi Aylin, Kerem’in yorgun gözlerine bakarak, “bana, durmadan ağlayan ikizleri olan dul bir adam olduğunu söyledi. Ve belki… parça parça olan ben, başkalarının anlamadığı bir şeyi anlayabilirim. Size yardım edeceğime söz vermiyorum. Yapıp yapamayacağımı bile bilmiyorum. Ama denememe izin verirseniz, elimden geleni yapacağım. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyim yok ve belki bir başkasına yardım ederek bir anlam bulabilirim.”
Kerem, sözlerini sindirerek hareketsiz oturdu. Belki de kırık çocukları iyileştirmek için kırık bir insana ihtiyaç vardı. Yavaşça başını salladı. “Bir gece kalabilirsin. Sadece bir gece.”
Sessiz Ninniler ve Yeniden Doğan Umut
O akşam, Aylin ikizlerin odasına girdi. Oda güzeldi, ama içinde bir soğukluk vardı. Elif ve Zeynep beşiklerde yatıyordu. Gözleri açıktı, vücutları gergindi. Henüz ağlamıyorlardı, ama bunun zaman meselesi olduğunu biliyordu.
Beşiklerin arasına oturdu. Işığı açmadı, müzik açmadı. Sadece oturdu ve konuşmaya başladı. Sessizce, sakin bir sesle, onlara hiç tanımadığı kızı Elif’ten bahsetti. Onu nasıl kucaklamayı hayal ettiğinden. Kocasından. Nasıl tanıştıklarından, nasıl evlendiklerinden. Ve sonra acıdan bahsetti. Kendini nasıl boş hissettiğinden, her günün yataktan kalkmak için bir mücadele olduğundan.
Konuştu ve konuştu. Elif’e ve Zeynep’e değil, kelimeleri anlamıyorlardı. Kendine konuşuyordu. Dokuz ay boyunca içinde tuttuğu acıyı salıveriyordu.
Ve garip bir şey oldu. Elif ve Zeynep kıpırdamayı kesti. Nefesleri yavaşladı. Gözleri kapanmaya başladı.
Gece yarısı, on iki haftadan beri ilk kez, ikizler uyudu. Derin, sakin bir uyku. Aylin, yanaklarından süzülen yaşlarla aralarında oturdu, her kızın küçük elini tutarak.
Kerem inanamadı. Gece bir sularında odaya girdi. Onu çaresizlik içinde çığlık atan çocukları sakinleştirmeye çalışırken görmeyi bekliyordu, ama sessizlikle karşılaştı. Aylin yerde, duvara yaslanmış, gözleri kapalıydı. Elif ve Zeynep uyuyordu. Gerçekten uyuyordu.
Kerem kapıda durdu. Hareket etmekten korkuyordu. Sakin yüzlerine, düzenli nefeslerine baktı. Ve doğumlarından beri hissetmediği bir şey hissetti: Umut.
Sabah, Kerem kahve ve bir dilim ekmekle odaya girdi. Aylin’e uzattı ve yanına oturdu. “Ne yaptın?” diye sordu. “Nasıl oldu?”
Aylin omuz silkti. “Bilmiyorum,” dedi. “Sadece onlarla oturdum ve konuştum.”
Kerem ona uzun uzun baktı. Sonra sordu: “Kalıp kalmayacağını?” Bir gece değil, daha uzun. İstediği para, ne isterse.
Aylin tereddüt etti. “Paraya ihtiyacım yok,” dedi. “Amaca ihtiyacım var. Ve yardım etmeme izin verirseniz kalacağım. Ama bir şartla: Siz de denemelisiniz. Kızlarınızdan kaçmamalısınız. Zor olsa bile orada olmalısınız.”
Kerem başını salladı. Ve böylece olağanüstü bir şey başladı.
Acı, Sevginin Karşıtı Değildir
Sonraki haftalarda Aylin, villada dadı olarak değil, sadece “orada olan” biri olarak kaldı. Geceleri ikizlerin yanında oturarak, onlarla konuşarak, küçük ellerini tutarak geçirdi. Ve Elif ve Zeynep uyudu. Mükemmel değil, ama çok daha iyi. Gülümsemeye başladılar, seslere tepki verdiler.
Değişim sadece onlar hakkında değildi. Üç ay boyunca çocuk odasından kaçan Kerem, orada zaman geçirmeye başladı. İlk başta sadece kapıda durdu, gözlemledi. Sonra içeri girmeye başladı. Aylin’in yanına oturdu, kızlarına baktı.
Bir akşam Aylin ondan Elif’i kucağına almasını istedi. Kerem dondu. Yapamayacağını söyledi. “Korkuyorum. Her onlara baktığımda Ayşe’yi görüyorum ve acıya dayanamıyorum.”
Aylin ona baktı ve hayatının seyrini değiştiren bir şey söyledi: “Acı kaybolmayacak, Kerem Bey. Asla. Ben de her gün Elif’i ve kocamı düşünüyorum. Ama şunu öğrendim: Acı, sevginin karşıtı değildir. Aynı anda sevebilir ve acı çekebiliriz. Eğer bu kızları sevmenize izin vermezseniz, onları kaybedeceksiniz. Duygusal olarak. Ve onlar bunu bilecekler. Çocuklar her zaman bilir.”
Kerem dinledi ve gözleri yaşlarla doldu. Karısının ölümünden beri ilk kez ağladı. Hıçkırarak, aylarca onu boğan acıyı salıverdi. Aylin yanına oturdu, hiçbir şey söylemeden. Sonunda sakinleştiğinde, Elif’i kucağına aldı. Kız ona büyük, meraklı gözlerle baktı ve gülümsedi. Kerem kalbindeki bir şeyin kırıldığını hissetti… ve sonra dikilmeye başladığını.
Haftalar geçti. Aylin ve Kerem birlikte çalışmaya başladılar. İşveren ve çalışan olarak değil, acının ve sorumluluğun yükünü paylaşan iki insan olarak. İkizleri birlikte beslediler, birlikte yıkadılar. Zeynep Kerem’in burnunu tutmaya çalıştığında güldüler.
Bir akşam, ikizler uyuduğunda, Kerem Aylin’e acının geçip geçmeyeceğini sordu. “Bir gün geçmişin ağırlığı olmadan geleceğe bakıp bakamayacağımı.”
Aylin uzun süre düşündü. “Bilmiyorum,” dedi. “Ama şunu biliyorum: Yalnız değilsin. Ve bazen devam etmek için bu yeterli.”
Kerem ona baktı ve aylardan sonra ilk kez karanlıkta olmadığını hissetti. Küçük bir ışık vardı, ve o ışık sadece ikizler değildi. Aylin de vardı.
Yeni Bir Başlangıç
Aylin geldikten üç ay sonra, villadaki hayat tanınmaz hale geldi. Elif ve Zeynep büyüdü, güldü, dünyayı keşfetti. Kerem işe geri döndü, ama eve erken gelmeye, akşamlarını kızlarıyla geçirmeye başladı. Oradaydı.
Ama planlamadıkları bir şey daha değişti. Kerem ve Aylin yakınlaştılar. Romantik değil, en azından henüz yüksek sesle kabul edecekleri şekilde değil. Ama aralarında bir bağ vardı. Sessiz bir yakınlık. Acının ve umudun ortak dili.
Bir öğleden sonra Kerem işten erken döndüğünde, Aylin’i terasta oturmuş, boşluğa bakarken buldu. Bir telefon aldığını söyledi. Eski bir arkadaşından, çocuklarını kaybeden ebeveynlere yardım eden bir vakıfta iş teklifi: İyi ücretli, anlamlı, yeni bir başlangıç şansı.
Kerem kalbinin durduğunu hissetti. “Kabul edecek misin?” diye sordu.
Aylin ona baktı. “Bilmiyorum. İkizleri seviyorum. Dokuz ay sonra ilk kez kendimi gerekli hissediyorum. Ama yanlış nedenlerle kaldığımdan korkuyorum. Belki bu aileyi, kendi acımdan bir kaçış olarak kullanıyorum.”
Kerem derin bir nefes aldı. Ve o anda kendisinin de yeni anladığı bir şeyi söyledi: “Gitmeni istemiyorum. İkizlere ihtiyaç duyduğum için değil, ki duyuyorum. Ama sana ihtiyaç duyduğum için. Bana tekrar baba olmayı öğrettiğin için, acıya rağmen nasıl seveceğimi, kayba rağmen nasıl yaşayacağımı gösterdiğin için. Sensiz hayatı hayal edemiyorum.”
Aylin ona baktı. Gözlerinde yaşlar vardı. Aynı şeyi hissettiğini söyledi, ama korktuğunu ekledi. “Çok hızlı, ikimiz de çok kırığız. Belki bir şeyi yıkıyoruz, inşa etmek yerine.”
Kerem elini tuttu. “Belki haklısın. Ama tüm hayatımı doğru şeyleri yaparak, planlayarak, kontrol ederek geçirdim. Ve şimdi, ilk kez, sadece hissetmek istiyorum.”
Aylin elini sıktı. “Zamana ihtiyacım var. Kendimi bulmak, iyileşmek için. Ve sonra… hâlâ birlikte olursak, hâlâ mantıklıysa, bir araya geleceğiz. Ama bu sefer, tamamlanma arayan yarım insanlar olarak değil, tamamlanmış insanlar olarak.”
Kerem dinledi ve acı olsa da anladı. “Bekleyeceğim,” dedi. “Ne kadar sürerse sürsün. Geri dönersen, ben burada olacağım. Ben ve ikizler.”
Aylin ağlamaklı bir gülümsemeyle onu öptü. İki hafta sonra gitti.
Kırık Parçaları Birleştirmek
Bir yıl sonra, bir Kasım akşamı Kerem ikizleri yatırırken kapı zili çaldı. Kapıyı açtı ve karşısında Aylin duruyordu. Farklı görünüyordu. Daha sağlıklı, daha parlak. Saçları daha kısaydı, gülümsemesi daha genişti. Küçük bir bavul tutuyordu.
Kerem inanamayarak ona bakarken, Aylin gülümsedi ve tek kelime söyledi:
“Döndüm.”
Kerem soru sormadı. Gerek yoktu. Sadece onu kucakladı. Sıkıca, kaybettiğini sandığı biri gibi.
Aylin karşılık verdi ve fısıldadı ki, hazır olduğunu. “Kendimi buldum. Ve şimdi biliyorum ki bu çaresizlik değildi. Bu sevgiydi.”
O anda, çok fazla gözyaşına tanıklık etmiş evin kapısında, yeni bir şey başladı. Masal sonu değil, ama gerçek bir başlangıç.
Üç yıl sonra. Kerem, Aylin, dört yaşındaki Elif ve Zeynep birlikte bahçede oturuyorlardı. İkizler çimenlerde birbirini kovalıyordu. Aylin hamileydi; dört aylık bir erkek çocuk, Eren adını vereceklerdi.
Kerem, onun elini tuttu ve birlikte inşa ettikleri aileye baktı. Yedek değil, ikinci şans değil, ama eskinin kalıntıları üzerine inşa edilmiş yepyeni bir hayat.
Aylin ona baktı ve sordu: “Mutlu musun?”
Kerem gülümsedi. “Evet,” dedi. “Ama Ayşe’yi unuttuğum için değil, asla unutmayacağım. Kalbin birden fazla kişiyi sevebileceğini öğrendiğim için. Sevginin sıfır toplamlı olmadığını. Geçmişi onurlandırıp, aynı zamanda gelecek inşa edebileceğimizi.”
O gece, tüm çocuklar uyuduğunda, Kerem ve Aylin terasta oturup yıldızlara baktılar. Kerem sordu: “İkizler o ilk gece neden uyudu? Sihir neydi?”
Aylin gülümsedi. “Sihir değildi,” dedi. “Gerçekti. O gece onlarla otururken, mükemmel olmaya çalışmadım. Onları düzeltmeye çalışmadım. Sadece kırık bir insan olarak, diğer kırık varlıklarla oturdum ve gerçeği söyledim. Acıdan, kayıptan, hayatın bazen nasıl adaletsiz olduğundan.”
“Ve belki bu yüzden uyudular. Çünkü ilk kez biri onlarla gerçek oldu. Onları sakinleştirmeye veya sorunu çözmeye çalışmadı. Sadece oradaydı.”
Kerem ona baktı. Sonra kızlarının uyuduğu eve baktı. Ve doğmak üzere olan oğluna… Ve temel bir şeyi anladı.
Para iyileştirmez. Diplomalar değil, profesyonellik değil. Bazen sadece insanlık, varlık, dürüstlük… Ve bazen en kırık insanlar, en iyi iyileştirebilir. Çünkü kırık olmanın nasıl bir şey olduğunu bilirler. Ve ona rağmen yaşanabileceğini de bilirler. Ona rağmen sevilebileceğini. Ona rağmen inşa edilebileceğini.
Kerem, Aylin’in elini sıktı. Birlikte, önlerindeki uzun ama aydınlık yola baktılar. Paranın satın alamadığı şey buydu: Ortak bir acıdan doğan, gerçek ve tam bir sevgi.