Milyoner kadın hep yalnız yemek yerdi… Ama bakıcının oğlu yanına oturup bir soru sordu.

Milyoner kadın hep yalnız yemek yerdi… Ama bakıcının oğlu yanına oturup bir soru sordu.

Bir Sorunun Gücü – Suna’nın Yalnızlığından Aileye Yolculuğu

Saat 19.30’du. Arnavutköy’deki tarihi konakta, devasa yemek masası kristal avizelerin altında parlıyordu. 24 sandalye, her biri yüzyıllık İtalyan işi… Ama sadece bir kişi oturuyordu: Suna Arslan. Her akşam olduğu gibi yalnız. Mercimek çorbası önünde hafifçe tütüyordu. Suna kaşığı ağzına götürdü, sessizlikte sadece gümüş kaşığın porselenle buluştuğu ince tıkırtı duyuluyordu. Duvarlar yüksek, tavan daha da yüksek ve sessizlik… Sessizlik her şeyi yutuyordu.

Gözleri masanın karşı ucundaki boş sandalyeye takıldı. Kemal’in sandalyesi… 23 yıl geçmişti ama sandalye hâlâ boştu. Tozlanmıyordu; Leyla her sabah siliyordu ama kimse oturmuyordu. Bir keresinde Leyla, “Belki bu sandalyeyi kaldıralım, daha rahat olur,” demişti. Suna sadece “Dokunma,” demişti. Leyla bir daha sormamıştı.

Suna çorbayı bitirdi, Leyla sessizce tabağı aldı, ana yemeği getirdi. Kuzu patatesle… Her şey mükemmeldi, her şey hazırdı ama her şey anlamsızdı. Suna, “Teşekkür ederim Leyla,” dedi mekanik bir sesle. Leyla “Afiyet olsun hanımefendi,” dedi ve gitti. Suna yemeğe baktı, iştahı yoktu. 23 yıldır iştahı yoktu. Ama yemek zorundaydı. Çünkü Kemal öyle isterdi. Çünkü başka ne yapacaktı ki?

Bıçak eti kesti, çatal ağza gitti, çiğnedi, yuttu. Tekrar, tekrar… Bir robot gibi. Yaşayan ölü. Mutfakta Leyla bulaşıkları yıkıyordu. Oğlu Deniz koridorda bekliyordu. Bugün okul kapalıydı, grev vardı. Leyla onu getirmek zorunda kalmıştı. Deniz sessizce “Anne, ne zaman gideceğiz?” dedi. “Birazdan, ses çıkarma,” dedi Leyla.

Deniz meraklıydı. Koridorun sonunda büyük kapı vardı. Yemek odasının kapısı yarı açıktı, içeriden hafif ışık sızıyordu. Deniz yavaşça yaklaştı, baktı. Bir kadın vardı, yaşlı, beyaz saçlı, şık giyimli, inci kolyeli… Ama yalnızdı. Devasa masada tek başına yemek yiyordu. Deniz anlamadı: Neden yalnız? Ailesi yok mu?

Leyla çocuğu mutfağa çekti. “Sakın oraya girme, hanımefendi duymasın.” Deniz başını salladı ama gözleri hâlâ kapıdaydı. Neden hep yalnız yemek yiyor, diye düşündü.

Suna tatlıyı bitirdi. Sütlaç, tarçınlı… Kemal severdi. Suna şimdi Kemal için yiyordu ama Kemal yoktu. 23 yıldır yoktu. O gece yağmur yağıyordu, Kemal gecikiyordu. “Birazdan gelirim,” demişti telefonda. Suna beklemişti. Sonra telefon çalmıştı: Hastane, trafik kazası… Kemal gitmişti, Suna da gitmiş gibiydi. Ruh olarak… Beden kalmıştı. Yürüyordu, nefes alıyordu, yemek yiyordu ama yaşamıyordu.

Toplum geldi, başın sağ olsun dediler, güçlü ol dediler, hayat devam ediyor dediler. Suna başını salladı, gülümsedi, teşekkür etti. Çünkü öyleydi; saygın dul kadın ağlamazdı, çökmezdi, onurlu olurdu. Ve Suna onurlu oldu. 23 yıl tek başına, sessizce yemek masasında.

Saat 20.30’du. Yemek bitmişti. Suna kalktı, salona geçti, koltuğa oturdu, kitap aldı. Okumadı, sadece tuttu. Gözleri satırlara bakıyordu ama görmüyordu. Leyla mutfaktan çıktı, “Hanımefendi, ben gidiyorum. İyi geceler.” “İyi geceler Leyla.” Kapı kapandı, Suna yine yalnız kaldı.

Ama bu akşam farklıydı. Çünkü mutfak kapısının arkasında Deniz bir soru düşünmüştü. Basit bir soru… Ama o soru her şeyi değiştirecekti: Neden hep yalnız yemek yiyorsun? Üzgün değil misin?

Ertesi akşam yine grev vardı. Leyla yine Deniz’i getirdi. Ama bu sefer Deniz sadece bakmadı, içeri girdi. Saat 19.30, Suna masaya oturdu. Her şey aynıydı. Kaşığı ağzına götürdü. Mekanik hareketler… Ama o an kapı hafifçe açıldı. Küçük bir ses, hafif adımlar… Suna başını kaldırdı. Bir çocuk vardı, 7 yaşında belki. Kırmızımsı saçları, büyük kahverengi gözleri, meraklı yüzü… Suna dondu.

Çocuk masaya yaklaştı, “Teyze,” dedi. Suna cevap veremedi, kelimeler gelmiyordu. “Teyze, neden hep yalnız yemek yiyorsunuz?” Sessizlik… Uzun bir sessizlik… Suna çocuğa baktı, gözlerinin içine… O gözler saf, temiz, yargısız… “Neden hep yalnız yemek yiyorsunuz?” diye tekrarladı çocuk. “Üzgün değil misiniz?”

O kelimeler, Suna’nın içine ok gibi saplandı. Üzgün mü? 23 yıldır kimse sormamıştı. Kimse merak etmemişti. Suna Hanım saygın dul, güçlü, iyi… Herkes bunu düşünürdü ama kimse sormazdı. Suna ağzını açtı, ses çıkmadı. Sonunda, “Ben… bilmiyorum,” dedi titrek sesle.

Çocuk başını eğdi, düşündü, sonra gülümsedi. “Yanınıza oturabilir miyim? Annem diyor ki, yalnız yemek yemek kötü. İnsanı üzer.” O an Leyla koşarak geldi, Deniz’i çekmeye çalıştı. “Çok özür dilerim,” dedi Leyla. Ama Suna elini kaldırdı, “Dur,” dedi. Leyla dondu.

Suna çocuğa baktı, uzun uzun… Sonra yanındaki sandalyeyi işaret etti, “Otur,” dedi. Deniz’in yüzü aydınlandı, sandalyeye tırmandı, bacakları yere değmiyordu, sallandı, gülümsedi. “Adın ne?” dedi Suna. “Deniz. 7 yaşındayım.” “Deniz,” dedi Suna, adı test etti. Güzel isim. “Teşekkür ederim. Annem koydu, deniz gibi özgür olayım diye.” Suna başını salladı, “Akıllı anne.”

Deniz tabağa baktı, “Ne yiyorsunuz?” “Çorba. Mercimek çorbası.” “Sevmiyorum,” dedi Deniz dürüstçe. Ama annem zorla yediriyor. Suna hafifçe güldü, ilk kahkaha 23 yıl sonra… “Anneler öyledir,” dedi. Ben de kendi oğluma… Durdu, yutkundu.

“Sizde çocuğunuz var mı?” sordu Deniz. Sessizlik. Leyla panikte. “Deniz o soruyu sorma!” Ama Suna elini kaldırdı, “Hayır Leyla, iyi bir soru.” Gözleri doldu ama ağlamadı. “Hayır,” dedi yumuşakça. “Hiç olmadı.” “Üzgünüm,” dedi Deniz ciddi. “Ama ben sizinle yemek yiyebilirim.”

O sözler, Suna’nın göğsünde bir şey kırdı. 23 yıllık duvar… “İsterdim,” dedi Suna titreyen sesiyle. “Çok isterdim.” Deniz gülümsedi, “O zaman ben her gün gelirim.” Leyla başını salladı, “Hanımefendi çok meşgul, her gün gelemezsin.” Ama Suna yine elini kaldırdı, “Leyla, bırak gelsin lütfen.” Leyla baktı Suna’nın yüzüne, ilk kez gerçek Sunayı gördü. Zengin, güçlü, mesafeli değil; yalnız, kırık, umutsuz Sunayı. “Tamam,” dedi yumuşakça.

Ve o gece üç kişi yemek yedi. 20 metrelik masada, 24 sandalyeden üçü doluydu. Ama ilk kez masa canlıydı. Deniz konuştu, okulunu anlattı, Suna dinledi, gülümsedi, sorular sordu. Leyla izledi şaşkınlıkla. Suna ilk kez 23 yılda yemeğin tadını aldı.

Yemek bitti, saat 20.45’ti. Geç kalmışlardı ama kimse umursamadı. Deniz esnedi, “Yoruldum.” Leyla kalktı, “Gidelim.” “Teşekkür ederiz ve özür dilerim,” dedi Leyla. “Özür dileme,” dedi Suna. Denize baktı, “Yarın yine gelir misin?” Deniz başını salladı coşkuyla, “Evet, evet gelirim.” Suna elini uzattı, Denizin başını okşadı. Ve o dokunuş, 23 yıldır kaybettiği insanlığı geri getirdi.

Leyla ve Deniz gittiler, kapı kapandı, Suna masaya baktı. Üç tabak, üç çatal, üç bardak… Ve ilk kez yalnız hissetmedi.

Ertesi akşam Suna erken hazırlandı. Aynaya baktı, yüzünde hafif bir ışık vardı. Umut mu? Belki… 19.30’da kapı açıldı, Deniz içeri koştu. “Suna teyze!” diye bağırdı. Suna titredi, kimse onu teyze dememişti. Yıllardır sadece hanımefendi diyorlardı. Deniz, “Bugün okulda resim yaptık, size göstermek istedim.” Suna resme baktı, “Çok güzel,” dedi titreyen sesiyle.

Yemek başladı, Deniz yine sordu, “Sizin çocuğunuz yok mu?” Suna sakin, “Hayır, hiç olmadı.” “Neden?” Basit soru, cevabı zor. “Eşim ve ben çok istedik ama olmadı. Hayat bazen istemediğimiz şekilde olur.” Deniz başını eğdi, “Üzgünüm,” dedi. “Ama annem diyor ki, aile sadece kan değildir, aile sevgidir.” Suna’nın nefesi kesildi.

Günler geçti, haftalar… Her akşam Deniz gelir, yemek yerler, konuşurlar, gülerlerdi. Suna değişti. Sabah erken kalkıyordu, bahçeye çıkıyor, çiçeklere bakıyor, Deniz için oyuncak alıyordu. İlk kez 23 yılda yaşıyordu.

Bir gün Leyla sordu, “Hanımefendi, iyi misiniz? Daha mutlu görünüyorsunuz.” Suna düşündü, gülümsedi, “Evet, sanırım öyleyim.”

Ama her hikayede bir engel vardır. O engel Suna’nın yeğeni Ece’ydi. Ece zengin, kibirli, hesapçı bir kadındı. Suna’nın çocuğu olmadığı için miras ona kalacaktı. Bir gün Ece geldi, Deniz’i gördü, “Bu çocuk kim?” dedi. “Leyla’nın oğlu,” dedi Suna. “Neden burada?” “Çünkü ben istedim.” Ece alçak sesle, “Teyze, bu uygun değil, hizmetçinin çocuğu…” “Konuşsunlar,” dedi Suna. “23 yıl onlar için yaşadım. Şimdi umurumda değil.” Ece kızgın ayrıldı.

Dedikodular yayıldı. Suna Hanım delirdi, hizmetçiye servet verecek… Artık çağrılmıyordu, partilere, toplantılara… Bir gün eski arkadaşı Perihan geldi, “İnsanlar konuşuyor, biraz mesafe koymalısın.” “Neden?” dedi Suna. “Çünkü uygun değil.” “Sen bana ne verdin? Dedikodu, yargı, sahtelik…” Perihan gitti.

Leyla korktu, “Hanımefendi, gitmeliyiz, insanlar sizi dışlıyor.” “Umurumda değil,” dedi Suna. “Ama benim umurumda,” dedi Leyla. “Size zarar veremem.” Deniz ağladı, “Gitmeyelim, babaanneyle kalmak istiyorum.” Suna ikisini kucakladı, “Sizler benim ailemsiniz, gerçek ailem. Siz beni hayata döndürdünüz. Sizi kaybedersem tekrar ölürüm.” Leyla ağladı, “Teşekkür ederim.”

O gece Suna karar verdi, avukatını aradı, “Vasiyetimi değiştireceğim. Leyla ve Deniz mirasçım olacak.” Ece öğrendi, delirdi, mahkemeye başvurdu, gazetelerde haber oldu. Suna’yı eleştirdiler, Leyla’yı suçladılar. Leyla çöktü, “Sizin hayatınızı mahvediyoruz.” “Hayır, siz benim hayatımı kurtardınız,” dedi Suna.

Mahkeme günü geldi. Suna hazırdı. “23 yıl yalnız yaşadım, toplum benden akıllı olmamı istedi ama kimse mutlu olmamı istemedi. Şimdi mutluyum, Leyla ve Deniz sayesinde, onlara her şeyi bırakacağım.” Hakim, “Kararınız meşru,” dedi. Ece’nin talebi reddedildi. Suna kazandı.

6 ay geçti. Konak artık tamamen farklıydı. 20 metrelik masa hâlâ vardı ama artık üç yer hazırlanıyordu. Suna, Leyla, Deniz… Aile. Suna artık hanımefendi değil, babaanneydi. Leyla artık hizmetçi değil, kardeş gibiydi. Deniz gerçek torundu. Vasiyet tamamlanmıştı. Ece mahkemede kaybetmişti, bir daha gelmemişti. Ama Suna üzülmedi. Çünkü gerçek aileye sahipti artık.

Saat 19.30. Her zamanki gibi ama bu sefer farklı. Mutfaktan kahkahalar geliyordu. Leyla yemek yapıyordu, Deniz yardım ediyordu, Suna sofra hazırlıyordu. “Babaanne, tuz nerede?” “Dolabın sağında.” Masaya koydu. “Çok güzel kokuyor.” “Annenin yemeği her zaman güzeldir.” Leyla gülümsedi, “Sizin tarif kitabınızı kullanıyorum, Suna abla.”

Yemek hazırdı, üçü oturdu, el ele tutuştular. “Bugün ne için minnettarız?” “Ben okul için minnettarım, arkadaşlarım için ve sizler için.” “Ben bu aile için minnettarım,” dedi Leyla. “Hiç hayal etmediğim bir aile.” Suna başını salladı, gözlerinden yaşlar süzüldü. “Ben hayat için minnettarım. Çünkü 23 yıl sadece var oldum, ama şimdi yaşıyorum.”

Deniz, “Babaanne, bugün öğretmen sordu, aileniz kimlerden oluşuyor? Ben dedim ki, annem ve babaannem. Ve o en iyi babaanne.” Suna güldü, “Sen de en iyi torunsun.” Yemek devam etti, hikayeler paylaşıldı, şakalar yapıldı.

Yemek bitince Deniz esnedi, “Yoruldum.” “Git uyu, diş fırçalamayı unutma.” “İyi geceler, babaanne.” Deniz Suna’yı öptü, koşarak gitti. Leyla ve Suna masada kaldı. “Suna abla, pişman mısınız? Toplumu kaybettiniz, arkadaşlarınızı, Ece’yi…” Suna düşündü, gülümsedi, “Hayır. Çünkü onlar sadece görünüştü. Ama siz gerçeksiniz ve gerçek her şeyden değerli.”

Leyla elini uzattı, Suna’nın elini tuttu, “Biz de sizi seviyoruz.” Suna konuşamadı, gözyaşları geldi. Ama bu sefer mutluluk gözyaşlarıydı. Pencereden dışarı baktı, Boğaz görünüyordu, ışıklar yanıp sönüyordu. Hayat devam ediyordu. Ve Suna artık o hayatın parçasıydı.

23 yıl beklemişti, 23 yıl karanlıktaydı. Ama bir çocuk geldi ve basit bir soru sordu: “Neden hep yalnız yemek yiyorsunuz?” O soru her şeyi değiştirdi. Duvarları yıktı, kalbi açtı, hayatı geri getirdi. Artık yalnız değildi, masa boş değildi, sessizlik yoktu. Artık aile vardı. Ve aile, her şeydi.

Suna ayağa kalktı, Leyla’yı kucakladı. “Teşekkür ederim, her şey için.” “Biz teşekkür ederiz, siz bize bir ev değil, bir aile verdiniz.” İkisi sarıldı, Deniz koştu, “Unutmuşum, sizi de öpmeliyim!” Üçü birlikte güldüler.

Saat 21. Günün sonu ama yeni bir başlangıcın başı. Suna yatağına uzandı, tavana baktı, gülümsedi. “Kemal, umarım gururlusundur. Sonunda buldum aradığımı, aileyi.” Gözlerini kapatıp 23 yılın en huzurlu uykusunu uyudu.

Ertesi sabah güneş doğdu, Suna bahçeye çıktı, çiçekler açmıştı, kuşlar ötüyordu. Hayat güzeldi. Deniz koştu, “Babaanne, günaydın!” “Günaydın tatlım. Bugün ne yapacağız?” “Bugün dondurma yemeye gideceğiz, aile olarak.” Ve o gün öyle yaptılar. Üçü Arnavutköy sokaklarında yürüdüler, dondurma yediler, güldüler, konuştular. İnsanlar baktı, bazıları fısıldadı ama Suna umursamadı. Çünkü artık önemli olan tek şey vardı: Sevgi.

Ve Suna 71 yıl yaşadı ama gerçekten yaşadığı yıllar son 17 yıldı. Çünkü bir çocuk ona yaşamayı öğretti ve bu en büyük hediyeydi.

SON

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News