Milyonerin oğlundan tüm bakıcılar kaçtı, ama yeni gelen bakıcı her şeyi değiştirdi!

On Birinci Dadı: Elif’in Son Arzusu
Altı ayda on birinci dadı. Altı yaşındaki Can Yılmaz, bazı avukatların tüm kariyerleri boyunca başaramayacağı kadar çok iş sözleşmesini bozmuştu.
“Hayır! Hayır! HAYIR!” Can’ın çığlığı villayı inletirken, son dadısı Ayşe Hanım koridordan boyadan sırılsıklam kaçıyordu. Beyaz üniforması artık gökkuşağının tüm renklerini taşıyordu.
Çocuğun küçük elleri hâlâ boya fırçasını sıkıca tutuyordu, sanki zaferini ilan ediyormuş gibi.
“Bu kadar yeter!” Serkan Yılmaz’ın sesi villayı çınlattı. 39 yaşındaki iş adamı, oğlunu görünce bir kez daha o tanıdık çaresizliğe kapıldı. Can durduğu yerde dona kalmış, gözleri babası ile dadı arasında gidip geliyordu.
Ayşe Hanım çantasını kapıp kapıya doğru yönelirken nefes nefese konuşuyordu: “Serkan Bey, ben çok deneyimli bir dadıyım ama bu çocukla çalışmak imkânsız. Bu para buna değmez.”
Villa kapısı çarpıldığında geride sessizlik kaldı. Can hâlâ elindeki fırçayla oturma odasının ortasında duruyordu. Babası ona bakıyordu ama aralarındaki mesafe bir okyanus kadar uzaktı.
Zeynep Hanım mutfaktan çıktı. 55 yaşındaki deneyimli idareci, bu sahneyi daha önce de görmüştü. 15 yıldır bu evde çalışıyordu ve Yılmaz ailesinin mutlu günlerini de, acılı günlerini de izlemişti.
“Cancığım, gel ellerini yıkalım,” dedi sakin bir sesle. Çocuk ona doğru yürürken, Serkan telefonu cebinden çıkardı.
“Alo, Seçkin Dadı Ajansı mı?” Serkan’ın sesi gerginlikten titriyordu. “Evet, tekrar ben. Ayşe Hanım da işe yaramadı.”
Telefonun öbür ucundaki kadının sesi yorgundu. “Serkan Bey, size daha önce de söylemiştim. Elimizde artık uygun aday kalmadı. Can Bey’le çalışabilecek birini bulmak gerçekten çok zor.”
“Nasıl yani? Antalya’da hiç dadı kalmadı mı?”
“Dadı var elbette, ama Can Bey’in durumuyla ilgili şehirdeki tüm ajanslar arasında konuşuluyor. Hiç kimse…” Serkan telefonu kapatmadan önce kadının cümlesini tamamlamasını beklemedi.
Elini alnına götürdü ve derin bir nefes aldı. Villa büyük ve lüks olmasına rağmen, bu anda ona çok küçük ve boğucu geliyordu.
Zeynep, Can’ı mutfağa götürmüştü. Serkan, oturma odasındaki koltuk grubunun arasındaki boyanın kuruyacağını düşündü. Bu da başka bir masraf demekti. Ama asıl masraf, oğlunun giderek uzaklaştığı ve mutsuzlaştığı gerçekti.
Üç yıl öncesi başka bir hayattı. Eşi Elif hâlâ yanlarındaydı ve bu villa kahkahalarla doluyordu. Can o zamanlar normal bir çocuktu; şimdiki gibi öfkeli, kimsesiz ve ulaşılmaz değildi.
“Baba?” Can’ın küçük sesi Serkan’ı düşüncelerinden çıkardı.
“Evet, Can?”
“Yeni dadı ne zaman gelecek?” Bu soru Serkan’ın kalbini sızlattı. Çocuk, sanki dadıları kaçırmanın bir oyun olduğunu, yenisinin gelip aynı şeyi yaşayacağını biliyormuş gibi konuşuyordu.
“Bilmiyorum, oğlum. Belki…”
“Belki gelmesin,” dedi Can, gözlerini yere dikmiş. “Nasılsa hepsi gidiyor.”
Zeynep Hanım salona geri döndü. Elleri temizlenmiş olan Can şimdi sessizce oturuyordu. Bu sessizlik, Serkan için çığlıklardan daha kötüydü, çünkü bu, umudunu kaybetmiş bir çocuğun sessizliğiydi.
“Serkan Bey,” Zeynep usulca söyledi. “Belki farklı bir yaklaşım deneyebiliriz. Dadı ajansı yerine, başka yerlere…”
“Başka neresi olabilir, Zeynep Hanım? Artık kim gelir ki?”
Zeynep’in gözlerinde bildiği bir şey vardı. Yılların verdiği tecrübeyle konuştu. “Bazen en beklemediğimiz kişi, tam ihtiyacımız olan kişidir.”
Serkan bu sözlerin ne anlama geldiğini anlamadı ama Zeynep’in hiç yanılmadığını da biliyordu. Bu yüzden sadece başını salladı ve pencerenin dışındaki Akdeniz’in mavi sularına baktı.
Can ise küçük koltuğunda oturmuş, elindeki oyuncak arabayla oynuyordu. Arabayı sürekli kendinden uzağa itiyordu, sanki herkesi uzaklaştırma alışkanlığını oyununa da yansıtıyormuş gibiydi. Bu sahnede garip bir ironi vardı: Antalya’nın en lüks villalarından birinde parası olan bir adam ve çocuğu, ama aralarında köprü kuracak kimse yoktu. Lükslerin içindeki duygusal fakirlik.
Zeynep mutfağa dönerken düşünüyordu. Yarın farklı bir gün olabilirdi. Kadınlık sezgisiyle hissediyordu ki değişim yakındı.
Ertesi sabahın erken saatleri, Gülsen Kara için yeni bir umudun başlangıcıydı. 29 yaşındaki genç kadın, Antalya şehir merkezinden Kaş’a giden otobüste pencereden dışarı bakıyordu. Çantasında sadece özgeçmişi, birkaç referans mektubu ve son umudunu taşıyordu.
Üç aydır işsizdi. Akdeniz Hastanesi’nde pediatri hemşiresi olarak çalıştığı dönemler artık çok uzak görünüyordu. Bütçe kısıtlamaları yüzünden işten çıkarılmıştı. O günden beri her gün iş arıyordu ama hiçbir hastane hemşire almıyordu.
Otobüs Kaş’a yaklaştıkça manzara değişiyordu: Büyük villalar, tertemiz sokaklar, pahalı arabalar. Burası tamamen farklı bir dünyaydı.
Gülsen çantasındaki gazete kupürüne tekrar baktı: Deneyimli Dadı Aranıyor. Cömert Ücret.
Acil dadı, diye düşündü. Ben hemşireyim, dadı değilim ama açıklamalarda çocuk bakımından bahsediyor. En azından deneyimim var.
Villa kapısının önünde durduğunda bir an tereddüt etti. Bu kadar büyük bir eve sahip insanlar neden gazeteye ilan veriyor? Neden dadı bulamıyorlar? Ama kirasını ödemesi gerekiyordu ve başka seçeneği yoktu.
Zili çaldığında kapıyı nazik görünümlü yaşlı bir kadın açtı. “Gülsen Hanımsınız sanırım. Ben Zeynep,” dedi gülümseyerek. “Serkan Bey sizi bekliyor.”
Villa içerisi, Gülsen’in hayal ettiğinden daha büyük ve soğuktu. Mermer zeminler, kristal avizeler… Her şey mükemmele yakındı. Ama bir şeyler eksikti. Evde çocuk yaşadığına dair belirtiler çok azdı.
Serkan Yılmaz çalışma odasında onu bekliyordu. Uzun boylu, yapılı bir adamdı. Ancak gözlerinde derin bir yorgunluk vardı.
“Gülsen Hanım, oturun lütfen,” dedi resmi bir sesle. “Özgeçmişinizi inceledim. Hemşiresiniz.”
“Evet. Pediatri hemşiresiyim. Çocuklarla çalışma konusunda beş yıllık deneyimim var.”
“Peki dadılık deneyiminiz?”
Gülsen dürüst olmaya karar verdi. “Dadılık deneyimim yok ama çocuk bakımını çok iyi biliyorum.”
“Hastanede bu iş kolay değil,” diye araya girdi Serkan. “Can çok özel bir çocuk.”
Bu sırada koridordan ayak sesleri geldi. Küçük bir çocuk, kapının aralığından içeri baktı. Sarı saçları dağınıktı ve mavi gözleri meraklıydı ama aynı zamanda mesafeliydi.
“Can, gel bakalım,” dedi Serkan. “Gülsen Hanım’la tanış.”
Can yavaşça odaya girdi, ancak babasının arkasında durdu. Gülsen’e şüpheli gözlerle baktı.
“Merhaba Can,” dedi Gülsen yumuşak bir sesle. “Ben Gülsen. Senin yeni arkadaşın olmak istiyorum.”
Can hiçbir şey söylemedi. Sadece babasının arkasından Gülsen’i süzüyordu.
“Can, biraz çekingen,” diye açıkladı Serkan. “Son dadılarla pek iyi geçinemedi.”
“Anlıyorum,” dedi Gülsen. Sonra doğrudan Can’a döndü. “Biliyor musun Can? Ben hastanede çok çocukla tanıştım. Bazıları çok konuşkan, bazıları sessiz. Hepsi özeldi.”
Can’ın gözlerinde bir anlığına ilgi parladı ama hemen kendini topladı ve geri çekildi.
Zeynep bu sırada odaya çay getirmişti. Gülsen’in sakin tavrını beğenmiş gibiydi. “Serkan Bey,” dedi Zeynep. “Belki Gülsen Hanım Can’la biraz vakit geçirebilir.”
Serkan tereddüt etti. “Bilmiyorum. Belki önce şartları konuş…”
“Baba,” diye sözünü kesti Can. Bu, o sabah söylediği ilk kelimeydi. “O gerçekten dadı mı olacak?”
Gülsen Can’a döndü. “Eğer sen istersen, evet. Ama sadece sen istersen.”
Bu cümle Can’ı şaşırttı. Daha önce hiç kimse onun fikrine önem vermemişti. Dadılar hep babasının kararıyla geliyordu.
“Sen neden hemşire değil de dadı olmak istiyorsun?” diye sordu Can. Bu soru hem Serkan’ı hem de Zeynep’i şaşırttı. Çocuk gerçekten düşünüyordu.
Gülsen dürüst cevap verdi. “Çünkü şu anda dadı olmam gerekiyor. Ama sana söz veriyorum Can. Seninle bir hemşire kadar iyi ilgileneceğim.”
Can babasına baktı. Sonra Gülsen’e… Uzun bir sessizlikten sonra küçük sesle sordu: “Sen de gidecek misin?”
Bu soru odada bulunan herkesin kalbini sızlattı. Çocuk ne kadar çok dadı değiştirmişti ki böyle bir soru soruyordu?
Gülsen Can’ın gözlerine baktı. “Neden böyle soruyorsun Can?”
Can başını öne eğdi. “Çünkü sen de gideceksin. Hepsi gidiyor.”
Odada sessizlik ağırdı. Serkan, oğlunun bu kadar acı çektiğini görmek istemiyordu. Gülsen yavaşça ayağa kalktı ve Can’ın seviyesine çömeldi.
“Can, sana bir şey söyleyebilir miyim? Ben gitmek zorunda kalana kadar gitmeyeceğim. Ve gitmek zorunda kalırsam, sebebini sana açıklayacağım. Anlaştık mı?”
Can başını kaldırdı ve Gülsen’in gözlerine baktı. Bu kadında farklı bir şey vardı. Diğer dadılar gibi yapay gülümsemiyordu veya onunla çok konuşmaya çalışmıyordu.
Zeynep bu sahneyi izlerken gülümsüyordu. Kadınlık sezgisi onu yanıltmamıştı. Bu genç kadında, bu eve gerekli olan şey vardı.
Serkan kararını vermek zorundaydı. Ajanslardan gelecek kimse yoktu. Gülsen deneyimli görünüyordu ve Can ona karşı tamamen olumsuz davranmamıştı.
“Gülsen Hanım,” dedi nihayet. “İşe ne zaman başlayabilirsiniz?”
Can, ağır silahlarını hazırlamıştı: Boya, kırık oyuncaklar ve bir dadının daha vazgeçmesini sağlayacak mükemmel plan.
Gülsen’in işe başladığı ilk günün öğle vakti, küçük çocuk mutfakta sessizce oturuyordu. Gözleri Gülsen’i takip ediyordu. Onun her hareketini analiz ediyordu. Bu kadın ne kadar dayanırdı? Diğerleri bir gün, bazıları bir hafta dayanmıştı. En fazla dayanan iki hafta sürmüştü.
“Can, öğle yemeği hazır,” dedi Gülsen sakin bir sesle. “Ne yemek istiyorsun?”
Can hiçbir şey söylemedi. Masanın altına saklandı ve orada kaldı.
“Anlıyorum,” dedi Gülsen. “Masanın altında yemek yemek istiyorsun. Sorun değil.”
Bu cevap Can’ı şaşırttı. Diğer dadılar hep “Çık buradan!” derdi. Gülsen ise tabağını masanın yanına koydu ve kendisi de yere oturdu. “Biliyor musun?” dedi Gülsen. “Ben de küçükken bazen tuhaf yerlerde yemek yerdim. Dolabın arkasında, bahçedeki ağacın altında…”
Can masanın altından merakla baktı. Bu kadın neden ona bağırmıyordu? İlk test başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Can planını değiştirdi.
Öğleden sonra Gülsen Can’ın odasını toplamaya çalışırken, çocuk oyuncaklarını ortalığa saçmaya başladı. Kitapları yere attı. Oyuncak kutularını devirdi. Yastığını pencereden aşağı fırlattı.
“Can,” dedi Gülsen. “Odanı toplamama yardım etmek ister misin?”
“Hayır,” diye bağırdı Can. “Ben karıştırıyorum, sen topluyorsun.”
Gülsen durdu ve Can’a baktı. “Anlıyorum. Sen karıştırmak, ben toplamak istiyorsun. Peki o zaman bu bizim oyunumuz olsun.”
Can duraksadı. Bu da beklenmedik bir tepkiydi. Gülsen toplayınca Can tekrar dağıtıyordu ama Gülsen hiç sinirlenmiyordu. Aksine, sanki gerçekten bir oyun oynuyorlarmış gibi davranıyordu. Birkaç saat sonra Can yorulmaya başladı. Sürekli dağıtmak aslında çok yorucuydu.
“Neden bana bağırmıyorsun?” diye sordu nihayet.
“Çünkü sen bana zarar vermek istemiyorsun,” dedi Gülsen. “Sen sadece beni test ediyorsun.”
Can bu cevaba şaşırdı. “Test mi?”
“Evet. Görmek istiyorsun ki, ben de gidecek miyim? Bütün dadılar gibi.”
Bu söz, Can’ın kalbini vurdu. Gülsen onu anlıyordu.
Akşam vakti Can, son ve en ağır silahını kullanmaya karar verdi.
Serkan işten eve geldiğinde oturma odasında korkunç bir manzara gördü. Can, annesinin en sevdiği kristal vazoyu parçalara ayırmıştı. Vazo, Elif’in annesinden ona hediye ettiği en değerli eşyalardan biriydi.
Ev sessizlikle dolmuştu. Zeynep mutfakta durmuş, nefesini tutuyordu. Serkan donmuş kalmıştı. Can ise vazoya diz çökmüş, parçaları elleriyle toplamaya çalışıyordu. Gözlerinden yaşlar akıyordu.
“Bu kadar yeter!” diye bağırmak üzereydi Serkan. Ama Gülsen ondan önce davrandı.
Yavaşça Can’ın yanına geldi ve onun yanında yere çömeldi. “Bu vazo özeldi, değil mi Can?”
Can hıçkırarak cevap verdi. “Annemdendi. Babam çok seviyordu onu.”
“O halde birlikte toplayalım,” dedi Gülsen. “Bazı kırık şeyler, birlikte yapıştırıldığında daha da güzel olabilir.”
Serkan bu sahneyi izlerken donmuş kalmıştı. Bağırmaya hazırlanmıştı ama Gülsen’in tepkisi onu şaşırtmıştı.
Gülsen, Can’la birlikte vazonun her parçasını topladı. “Yarın bunu birlikte tamir etmeye çalışalım, olur mu?”
Can başını salladı. “Babam çok kızar mı?”
Gülsen Serkan’a baktı. Sonra Can’a döndü. “Baban seni seviyor Can. Kırgın olabilir, ama seni seviyor.”
Serkan, oğlunun gözlerindeki korkuyu gördü. Can cezalandırılmayı bekliyordu, hep olduğu gibi.
“Can,” dedi Serkan yumuşak bir sesle. “Gel buraya.”
Can titreyerek babasına yaklaştı. Serkan onu kucağına aldı. “Vazo önemli değil, oğlum. Sen önemlisin.”
Can, babasının göğsüne başını yaslayıp ağlamaya başladı. “Üzgünüm baba. Ben sadece… sadece…”
“Sadece ne istiyordun Can?”
“Sadece beni sevmeni istiyorum ama ben hep kötü şeyler yapıyorum.”
Bu itiraf odadaki herkesi etkiledi. Gülsen bu sahneyi izlerken, bu çocuğun aslında ne kadar acı çektiğini anlıyordu. Zeynep gözyaşlarını tutamadı.
“Can,” dedi Gülsen, “biliyor musun, ne öğrendim bugün?”
Can başını kaldırdı. “Sen çok akıllı bir çocuksun ve çok güçlüsün. Çünkü bu kadar acı çekmene rağmen hâlâ sevmeye çalışıyorsun.”
Can, Gülsen’e baktı. Bu kadın gerçekten onu anlıyordu.
O gece Can, ilk kez aylardır rahat uyudu. Gülsen onun odasında otururken çocuk mırıldandı.
“Gülsen Abla?”
“Evet Can?”
“Sen gerçekten gitmeyecek misin?”
Gülsen eliyle Can’ın saçını okşadı. “Gitmek zorunda kalana kadar gitmeyeceğim. Sana söz vermiştim, hatırladın mı?”
Can gülümsedi ve gözlerini kapattı.
Koridorda Serkan bu konuşmayı dinliyordu. Oğlunun ilk kez bu kadar huzurlu göründüğünü fark etti. Belki Zeynep haklıydı. Belki de en beklenmedik kişi, tam ihtiyaçları olan kişiydi.
Gülsen Can’ın odasından çıkarken Serkan’la karşılaştı. “Teşekkür ederim,” dedi Serkan.
“Henüz teşekkür etmeyin,” dedi Gülsen. “Asıl iş şimdi başlıyor.”
Bu sözler Serkan’ı düşündürdü. Gülsen sadece dadı olmaya gelmemişti. O, Can’ı iyileştirmeye gelmişti.
Gece geç saatlerde villa sessizdi. Ama bu sessizlik artık umutsuzluğa değil, huzurlu bir sessizliğe benziyordu. Değişim başlamıştı.
O gece Gülsen Can’ın kitaplarını düzenlerken, çocuğun çizdiği resimlerin arasında bir şey keşfetti ve her şeyi açıklayan şeyi buldu.
Can’ın resim defterini açtığında, sayfalarda garip bir düzen vardı. Her sayfada aile resimleri vardı ama hepsinde bir eksiklik göze çarpıyordu. Baba figürü, çocuk figürü… Ama anne figürü hep silinmiş, karalanmış veya hiç çizilmemişti.
Bir resimde Can kendini tek başına bir evde çizmişti. Evin içinde büyük ve boş odalar vardı. Başka bir resimde kendini ağlarken çizmişti. Yanında “Anne nerede?” diye yazmıştı.
En acısı ise son sayfadaydı. Can babasının elini tutarken çizilmişti ama babanın diğer eli havada, hiçliği tutuyormuş gibiydi. Sanki orada birini tutması gerekiyor ama o kişi yokmuş gibi.
Gülsen bu resimleri incelerken kalbi sıkıştı. Bu çocuk annesini özlemini bu şekilde dile getiriyordu ama evde annesinden hiç bahsedilmediğini fark etmişti.
Sessizce mutfağa indi. Zeynep geç saatlerde hâlâ çay içiyordu.
“Zeynep Hanım,” dedi Gülsen usulca. “Can’ın annesine ne oldu?”
Zeynep’in yüzü karardı. Çayını bırakıp derin bir nefes aldı. “Elif Hanım, üç yıl önce kanserden vefat etti. Çok genç ve güzeldi. Can o zamanlar sadece üç yaşındaydı.”
“Anlıyorum. Ama Can ondan neden hiç bahsetmiyor?”
Zeynep etrafına bakındı, sanki Serkan duyabilirmiş gibi. “Serkan Bey, Elif Hanım öldükten sonra evdeki her şeyini sakladı. Fotoğrafları, eşyalarını… Hepsini bir odaya koydu ve o odayı kilitledi. Can’a da annesi hakkında konuşmamamızı söyledi.”
“Neden?”
“Çok acı veriyor,” dedi. “‘Can onu unutursa acı çekmez’ dedi. Ama Can unutmadı. Aksine, konuşamadığı için daha çok acı çekiyor.”
Gülsen bu bilgiyle sarsılmıştı. Çocuk annesini unutmamıştı. Sadece onun hakkında konuşmasına izin verilmiyordu.
“Zeynep Hanım,” dedi Gülsen. “O kilitli oda nerede?”
“Üst katta, Serkan Bey’in odasının yanında. Ama oraya giremezsiniz. Serkan Bey çok kızar.”
Ertesi gün Serkan işte iken Gülsen Can’la resim yapmaya karar verdi.
“Can, bugün güzel bir resim yapalım mı? Nasıl bir resim? Sen ne çizmek istersen ama bu sefer silemeyiz, tamam mı? Ne çizersen öyle kalacak.”
Can biraz düşündü. “Aile resmi çizebilir miyim?”
“Tabii ki. Ailende kimler var?”
Can kalemini aldı ve çizmeye başladı. Önce kendini çizdi, sonra babasını… Sonra duraksadı.
“Başka kim var Can?”
“Anne,” diye fısıldadı.
“Annen nerede Can?”
Can’ın gözleri doldu. “Bilmiyorum. Babam ondan bahsetmiyor. Belki beni sevmediği için gitti.”
Bu sözler Gülsen’in kalbini kırdı. Can, annesinin öldüğünü bile tam olarak bilmiyordu.
“Can, annenin nasıl biri olduğunu hatırlıyor musun?”
Can başını salladı. “Çok güzeldi. Bana şarkı söylerdi ve sarılırdı. Çok sıcaktı.”
“Peki onu özlüyor musun?”
Can ağlamaya başladı. “Çok özlüyorum ama babam kızıyor ben onun hakkında konuşursam.”
Bu sırada kapı açıldı ve Serkan erken eve gelmişti. Can’ın ağladığını ve masada anne resmi gördüğünde dondu kaldı.
“Ne oluyor burada?” diye sordu sert bir sesle.
Can korkarak kalemini bıraktı. Gülsen ayağa kalktı. “Serkan Bey, Can sadece…”
“Can, odana git!” dedi Serkan soğuk bir sesle.
Can hızla koşarak odasına gitti. Gülsen ile Serkan yalnız kaldılar.
“Size Can’la resim yapın demedim,” dedi Serkan. “Çocuğum annesini özlüyor, bu benim sorunum. Siz sadece dadısınız.”
“Evet. Ama bir dadının görevi, çocuğun duygusal ihtiyaçlarını da karşılamaktır.”
Serkan sinirliydi. “Can’ın duygusal ihtiyaçlarını ben bilirim.”
“Gerçekten mi?” diye sordu Gülsen. “O halde neden annesinin öldüğünü bile bilmiyor?”
Bu sözler Serkan’ı vurdu. “Ne demek istiyorsunuz?”
“Can annesinin öldüğünü bilmiyor. Onu terk ettiğini sanıyor. Bu yüzden sizden de herkesten de korkuyor. Herkesin onu terk edeceğini düşünüyor.”
Serkan masaya oturdu. Bu gerçekle yüzleşmek zordu. “Ben onu korumaya çalışıyordum,” dedi sessizce.
“Ama onu daha çok acıya sürüklediniz. Çocuklar gerçeği bilmeyi hak ederler.”
Serkan başını ellerine aldı. Üç yıldır yanlış yaptığını fark ediyordu.
Bu sırada Can odasından çıktı ve merdiven başında durdu. Anne babasının konuştuğunu duyabiliyordu.
“Baba?” diye seslendi küçük sesle.
Serkan başını kaldırdı. Oğlu merdiven başında durmuş, onu izliyordu.
“Can, gel buraya.”
Can yavaşça indi. Gülsen ile babasının arasında durdu.
“Can,” dedi Serkan zor bir sesle. “Annenle ilgili konuşmamız gerekiyor.”
Can’ın gözleri büyüdü. Sonunda annesinden bahsedebilecek miydi?
“Annem nerede baba?”
Serkan derin bir nefes aldı. Bu anki konuşması hayatlarını değiştirecekti. “Can, annen… Annen gökte, yıldızların yanında.”
Can bu cevabı anlamaya çalıştı. “Gökte mi?”
“Evet, oğlum. Annen hasta oldu ve iyileşemedi. Ama seni çok seviyor. Gökyüzünden seni izliyor.”
Can ağlamaya başladı. Ama bu sefer rahatlamış bir ağlayıştı. Nihayet gerçeği biliyordu. Gülsen bu sahneyi izlerken düşünüyordu: Bazen gerçek acı verse de, yalan daha çok acı veriyordu.
O akşam üçü birlikte anneden bahsettiler. İlk kez üç yıl sonra.
Ertesi sabah Gülsen Can’la birlikte kilitli odanın anahtarını bulmuştu. Zeynep’in yardımıyla Elif’in eşyalarının saklandığı odaya girmişlerdi. Can ilk kez üç yıl sonra annesinin fotoğraflarını görüyordu.
“Bu gerçekten benim annem mi?” diye sormuştu Can, küçük elleriyle fotoğrafı tutarken.
“Evet Can. Çok güzeldi, değil mi?”
Can fotoğrafı göğsüne bastırdı. “Beni seviyor muydu?”
“Çok seviyordu. Bu fotoğraflarda ne kadar mutlu olduğunu görebiliyorsun.”
Bu sırada Serkan işten erken gelmişti. Merdivenleri çıkarken Can’ın sesini duydu. “Gülsen Abla, annemle ne zaman tekrar görüşeceğim?”
“Can, annen şimdi farklı bir yerde ama onu her gece yıldızlara bakarak hissedebilirsin.”
Serkan kilitli odanın kapısının açık olduğunu görünce dondu kaldı. İçeride Gülsen ve Can, Elif’in fotoğraflarına bakıyorlardı.
“Ne yapıyorsunuz?” Serkan’ın sesi öfkeyle titriyordu. Can ve Gülsen döndüler. Can korkmuş gibiydi ama fotoğrafı bırakmıyordu.
“Serkan Bey, Can sadece…”
“Bu odaya girmeyi kim size söyledi?” Serkan odaya girdi ve fotoğrafı Can’ın elinden aldı.
“Baba, o benim annem!” diye bağırdı Can.
“Can, odana git hemen!”
“Hayır! Ben annemle konuşmak istiyorum.”
Serkan artık kontrol edemiyordu kendini. “Yeter! O gitti Can. Geri gelmeyecek. Bu fotoğraflar sadece acı getiriyor!”
“Sen annemi sevmiyorsun!” Can ağlayarak bağırdı. “O benim annem! Ve sen onu benden saklıyorsun!”
Bu sözler Serkan’ı vurdu ama öfkesi Gülsen’e döndü. “Bu sizin yüzünüzden oluyor. Sizi çocuğa bakmanız için işe aldım. Acılarını deşmeniz için değil!”
Gülsen sakin kalmaya çalışıyordu. “Serkan Bey, Can’ın annesini hatırlamaya hakkı var.”
“Hakkı mı? Ben onun babasıyım. Onun için neyin iyi olduğunu ben bilirim!”
“Gerçekten mi?” Gülsen’in sesi ilk kez sertleşmişti. “O halde neden üç yaşından beri bu kadar mutsuz?”
“O mutsuz değil.”
“Öyle mi? O halde neden on bir dadıyı kaçırdı? Neden sürekli insanları uzaklaştırıyor?” Can bu tartışmayı dinlerken ağlıyordu ama aynı zamanda birinin kendini savunduğunu görmenin gururunu yaşıyordu.
“Çünkü herkesin gideceğini düşünüyor,” diye devam etti Gülsen. “Annesi gitti. Annesinin hatırası silindi. Şimdi de babasının onu sevmediğini düşünüyor.”
“Ben oğlumu seviyorum!” Serkan bağırdı.
“O halde neden onunla konuşmuyorsunuz? Neden duygularını paylaşmıyorsunuz? Neden onu korumak bahanesiyle ondan kaçıyorsunuz?” Bu soru Serkan’ı susturdu.
Gülsen devam etti. “Can’ı korumuyorsunuz Serkan Bey. Kendinizi koruyorsunuz. Elif’i hatırlamaktan korkuyorsunuz.”
“Siz hiçbir şey bilmiyorsunuz!” Serkan’ın sesi çatladı. “Ona her baktığımda, onu görüyorum. Gülümsediğinde onu, ağladığında onu… Her an acı veriyor.”
“Evet, acı veriyor. Ama bu acı Can’ın da hakkı. O da annesini özlüyor ve sizinle bu acıyı paylaşmak istiyor.”
Can babasına koştu ve bacaklarına sarıldı. “Baba, ben de anneyi özlüyorum. Çok özlüyorum ama seninle konuşamıyorum.”
Serkan oğluna baktı. İlk kez Can’ın gözlerindeki acıyı gerçekten gördü.
“Can baba, annem beni sevdi mi? Gerçekten sevdi mi?”
Bu soru Serkan’ın kalbini paramparça etti. Yavaşça oturdu ve Can’ı kucağına aldı. “Çok sevdi oğlum, çok sevdi.”
“O halde neden onun hakkında konuşmuyoruz?”
Serkan cevap veremiyordu. Gülsen bu sahneyi izlerken bir şey daha söylemesi gerektiğini biliyordu.
“Serkan Bey,” dedi yumuşak bir sesle, “Size bir şey söylemem gerekiyor. Ben Akdeniz Hastanesi’nde çalışıyordum. Elif Hanım’ın son günlerinde onun hemşiresiydim.”
Bu açıklama odadaki havayı değiştirdi. Serkan şok olmuştu. “Ne dediniz?”
“Elif Hanım benden bir ricada bulundu. Eğer Can’a rastlarsam, ona yardım etmemi istedi.”
“Bu mümkün değil…”
Gülsen çantasından eski bir hemşire kimliği çıkardı. “Bu benim eski kimliğim. Elif Hanım son gününde bana dedi ki, ‘Gülsen, sen çocukları çok seviyorsun. Eğer bir gün Can’la karşılaşırsan, ona annesini hatırlat. Ona söyle ki, ben onu her gece yıldızlardan izliyorum.'”
Serkan artık ağlıyordu. Üç yıldır içinde sakladığı acı dökülüyordu. “O senden bahsetti. ‘Sarı saçlı, güler yüzlü hemşire’ derdi. Sen miydin?”
“Evet. Ve size söz veriyorum. O Can’ı çok seviyordu. Son nefesine kadar ondan bahsetti.”
Can bu konuşmayı dinlerken gözleri parladı. “Annem senden bahsetti mi?”
“Evet Can. Seni ne kadar akıllı ve güçlü bulduğunu söylerdi ve bir gün büyük bir adam olacağını biliyordu.”
Serkan Gülsen’e baktı. Şimdi her şey anlamını buluyordu. Bu tesadüf değildi.
“Elif sizi gönderdi,” diye fısıldadı.
Gülsen gülümsedi. “Belki de… Belki de anneler çocuklarını korumak için her şeyi yaparlar.”
O akşam üçü birlikte Elif’in fotoğraflarına baktılar. Can annesinin hikayelerini dinledi. Serkan ise üç yıl sonra ilk kez eşi hakkında konuşabildi.
“Can,” dedi Serkan gece yatarken, “Annen seni çok seviyor ve ben de seni çok seviyorum.”
“Biliyorum baba. Artık biliyorum.”
Villa o gece farklı bir sessizlikle doldu. Acı sessizliği değil, huzur sessizliği. Gülsen kendi odasında düşünürken gülümsüyordu. Elif’in son arzusu gerçekleşmişti. Can artık annesini hatırlayabilecekti.
Üç ay sonra Yılmaz villası, yıllardır duyulmayan seslerle doluyordu: Çocuk kahkahaları ve ninni melodileri.
Güneşli bir Akdeniz sabahı, Can bahçede Gülsen’le futbol oynuyordu. Artık eskisi gibi öfkeli değildi. Güldüğünde annesine benzediğini fark eden Serkan, bu benzerlikten artık korkmuyordu, aksine mutlu oluyordu.
“Gol!” diye bağırdı Can, topu küçük kaleye soktuğunda.
“Harika Can. Annen de futbol severdi,” dedi Gülsen.
“Gerçekten mi? Bana hiç öğretti mi?”
“Evet. Sana ilk topunu o aldı.” Can bu bilgiyi dinlerken gözleri parladı. Artık annesinden bahsetmekten korkmuyor, aksine onun hikayelerini merakla dinliyordu.
Serkan terasta çalışırken bu manzarayı izliyordu. Şirketi eskisi kadar önemli değildi. Artık oğluyla geçirdiği zaman daha değerliydi.
“Serkan Bey,” Zeynep yanına geldi. “Öğle yemeği hazır.”
“Teşekkürler Zeynep Hanım. Bu değişim için çok teşekkür ederim.”
Zeynep gülümsedi. “Ben hiçbir şey yapmadım. Gülsen Hanım ve siz yaptınız.”
Yemek masasında Can annesinin en sevdiği yemeği istedi. “Gülsen Abla, annemin sevdiği makarnayı yapabilir misin?”
“Tabii Can. Ama bu sefer sen de yardım edeceksin.”
“Ben de mi?”
“Evet. Annen sana yemek yapmayı öğretmek isterdi.”
Serkan bu konuşmayı dinlerken içi ısındı. Gülsen Can’ı annesini hatırlatmıyor, onunla yaşamayı öğretiyordu.
O öğleden sonra üçü birlikte Elif’in mezarını ziyaret ettiler. Can artık buraya gelmekten korkmuyor, aksine annesine yakın hissettiği için seviyordu.
“Anne,” dedi Can mezar taşına. “Yeni bir resim çizdim sana.”
Can çantasından renkli bir resim çıkardı. Resimde dört kişi vardı: Kendisi, babası, Gülsen ve gökyüzünde gülümseyen annesi. “Bu bizim yeni ailemiz,” diye açıkladı. “Sen gökte, biz yeryüzünde ama hep birlikteyiz.”
Serkan, oğlunun bu olgunluğuna şaşırdı. Acı onu büyütmüştü ama aynı zamanda güçlendirmişti.
“Cancığım,” dedi Gülsen. “Bu resim çok güzel. Annen çok mutlu olurdu.”
“Sen nasıl biliyorsun?”
“Çünkü o da benimle aynı şeyi istiyordu. Senin mutlu olmanı.”
Eve döndüklerinde Can Gülsen’e koştu. “Gülsen Abla, sen hiç gitmeyeceksin, değil mi?”
Gülsen Can’ı kucağına aldı. “Can, ben artık sadece dadın değilim. Ben, ailenin bir parçasıyım.”
Bu sözler Can’ı mutlu etti ama aynı zamanda meraklandırdı. “Aile nasıl büyür?”
Gülsen ve Serkan bakıştılar. İki aydır aralarında gelişen ilişki hakkında Can’a nasıl anlatacaklarını düşünüyorlardı.
“Can,” dedi Serkan. “Gülsen Hanım’la evlenmek istiyorum.”
Can’ın gözleri büyüdü. “Gerçekten mi? Evet. Ama sadece sen de istersen.”
Can düşündü. “Annem kızar mı?”
Gülsen Can’a baktı. “Can, annen bizi mutlu görmek isterdi. O gitmek zorunda kaldı ama seni yalnız bırakmak istemedi.”
“Yani Gülsen Abla, yeni annem mi olacak?”
“Hayır Can,” dedi Gülsen nazikçe. “Ben yeni annen olmayacağım. Çünkü senin annen zaten var. Ben senin Gülsen Annen olacağım. Farklı bir şey.”
Bu açıklama Can’ı rahatlattı. “İki annem olabilir mi?”
“Tabii ki. Biri gökte, biri yeryüzünde.”
Can mutlulukla zıpladı. “O halde evet, evlenin!”
Akşam yemeğinde Zeynep bu haberi duyunca gözyaşlarına boğuldu. 15 yıldır bu aileyi izliyordu ve nihayet mutlu sonunu görüyordu. “Elif Hanım çok mutlu olurdu,” dedi Zeynep.
“Biliyor musunuz?” dedi Gülsen. “Ben Elif’le hastanede konuştuğumuzda o bana bir şey daha söyledi. Dedi ki, ‘Gülsen, ben gidemem ama Can büyümeli. Yeni mutlulukları da olmalı. Beni hatırlasın ama benim için yaşamasın.'”
Bu sözler herkesi etkiledi. Elif, ölürken bile oğlunun geleceğini düşünmüştü.
O gece Can yatarken sordu. “Gülsen Anne, bebek kardeşim de olur mu?”
Gülsen ve Serkan şaşırdılar. “Neden sordun Can?”
“Çünkü annem hastanede sana bebek sevdiğini söylemiş. Belki o da bir kardeş istemiştir bana.”
Bu soru Gülsen’i duygulandırdı. Gerçekten de Elif hastanede bebeklerden çok bahsederdi.
“Can,” dedi Gülsen. “Aslında, senin çok yakında bir kardeşin olacak.”
Can şaşırdı. “Gerçekten mi?”
Gülsen karnını okşadı. “Evet. Burada küçük bir bebek büyüyor.”
Can sevinçle bağırdı. “Baba, bebek kardeşim olacak!”
Serkan gülümsedi. Hayat onlara ikinci bir şans veriyordu.
Birkaç hafta sonra aile Can’ın doğum günü için hazırlık yapıyordu. Can için ilk normal doğum günü olacaktı.
“Can,” dedi Gülsen, “Doğum günün için ne istiyorsun?”
“Annemin fotoğrafının pastanın üzerinde olmasını istiyorum. O da doğum günümde olsun.”
Bu istek herkesi duygulandırdı. Can artık annesinden kaçmıyor, onu hatırlamak istiyordu.
Doğum günü akşamı villa arkadaşlarla doluydu. Can mutluydu ama en önemlisi, huzurluydu. Pastayı üflerken dilek tuttu: “Anne, ben mutluyum. Gülsen Anne ve bebek kardeşime iyi bak.”
Gecenin sonunda Can Gülsen’e sarıldı. “Gülsen Anne, sen gerçekten hiç gitmeyeceksin, değil mi?”
“Hiç gitmeyeceğim Can. Söz veriyorum.”
Ay ışığının altında villa huzur içindeydi. Elif’in hayali gerçekleşmişti. Can mutluydu, sevgi doluydu ve geleceği güvendeydi.
Serkan pencereden gökyüzüne baktı. “Teşekkürler Elif. Sen haklıydın. Bazen beklenmedik kişi, tam ihtiyacımız olan kişidir.”
Yıldızlar pırıl pırıl parlıyordu, sanki cevap veriyorlarmış gibi.