Odun Taşımana Yardım Edersem, Evimden Kötü Adamları Kovar Mısın?” Dedi Çocuk Yörük Adama

Bozkırda Üç Taş
Yıl 1876’ydı. Yavuz ağır adımlarla yürüyordu. Acele etmiyordu. Çünkü gidecek bir yeri yoktu. Atı zayıftı, kaburgaları derisinin altında belirgindi. Susuzluktan ve yorgunluktan kurtulmayı öğrenmişti. Yavuz’un boynunda üç küçük taş asılıydı, basit bir iple bağlanmıştı. Her taş, hiç sahip olamadığı üç evlat için oyulmuştu. Geceleri uyuyamadığında bu taşları oymuş, kararının ağırlığını her gece hissetmişti. Köyünü terk etmişti. Liderler kan dökmeye karar vermişti, Yavuz buna katılmamıştı. “Kan dökmek hiçbir şeyi çözmez,” demişti. Kimse dinlememişti. Belki dinlediler ama ses çıkarmadılar. Onu gitmesine izin verdiler. Takip etmediler. “Savaşmayan adam köyünde kalamaz,” diyorlardı. Ama Yavuz köyde olmaktan daha derin bir şey aradığını biliyordu.
Güneş batmaya başladığında vadide yalnız bir kulübe gördü. Bacasından hafif bir duman çıkıyordu. Ahır eğikti, bir sonraki rüzgarda yıkılacak gibiydi. Orada bir çocuk, büyük bir odun yığını taşımaya çalışıyordu. Odunlar ondan iki kat büyüktü. Çocuk pes etmiyordu. İbrahim on yaşındaydı, gözleri yirmi yaşında birinin gözleri gibiydi. Yavuz’u görünce durdu, korkan bir hayvan gibiydi ama kaçmadı. Sırtını dikleştirdi, yabancıyı inceledi. “Eğer odun taşımama yardım edersen, kötü adamları evimizden kovarsın,” dedi. Yavuz atını durdurdu. Çocuğun sözleri bir rica değil, bir pazarlıktı. Yavuz yavaşça attan indi, eklemleri ağrıyordu. Günlerdir yoldaydı. Çocuğa yaklaştı. “Ne adamlar?” diye sordu. “Kasabadan geliyorlar. Her hafta gelirler. Babamın savaştan geri gelmeyeceğini söylerler. Annemin burada yaşadığı için onlara borcu varmış. Ne varsa veriyor ama hiçbir zaman yeterli olmuyor. Geçen sefer tavukları alacaklarını söylediler ya da daha kötü bir şey.”
Yavuz kulübeye baktı. Pencereler içeriden tahtalarla kapatılmıştı. Kapıda darbe izleri vardı. Açık tek pencereden perde hafifçe hareket etti. “Annen içeride mi?” dedi Yavuz. “Evet,” dedi İbrahim, sesi korkudan alçaldı. “Hasta. Uyumuyor. Onların geri gelmesini bekliyor.” Yavuz odun yığınını çocuğun elinden aldı, çok kolaydı. “Hadi,” dedi, “bunları içeri taşıyalım.” Kulübeye doğru yürürlerken İbrahim sordu: “Gerçekten yörük müsün?” “Evet.” “Kötü şeyler yapacak mısın?” Yavuz durdu. “Ne kötü şeyler?” “Kasabadakiler diyor ki yabancılar evleri yakar, insanlara zarar verir.” Yavuz’un dudakları hafifçe kıvrıldı. “O zaman kasabadakiler bizimle haydutları karıştırıyor.”
Kapı aniden açıldı. Eşikte bir kadın duruyordu, elinde mutfak bıçağı. Elleri titriyordu ama kendini topluyordu. Otuz yaşlarındaydı, güzel ama hayatın zorluğu onu yıpratmamış, keskinleştirmişti. “İbrahim!” dedi, sesi kontrollüydü. Yavuz’dan gözünü ayırmıyordu. “Eve gir.” “Ama anne, o odunla yardım etti.” “İçeri gir.” Çocuk itaat etti ama pencereye yapıştı, izliyordu. Yavuz odunları yere bıraktı, ellerini kaldırdı. “Zarar vermek istemiyorum.” “Herkes başta böyle söyler,” dedi kadın. “Burada ne istiyorsun?” “Atım için su, bu gece için bir yer. Başka bir şey değil.” Kadın onu inceliyordu. “Karşılığında?” Çünkü her zaman bir bedel vardı. “Şu ahırı tamir edebilirim. Marangozluk bilirim.” “Ödeyecek param yok.” “Para istemedim. Su ve bir yer istedim.” Uzun bir süre bakıştılar. Sessizliği İbrahim bozdu: “Kasabadakiler hiçbir şeyi tamir etmeyi teklif etmez.” Kadın bıçağı indirdi. “Kuyu evin arkasında. Ahırın yanına kamp kurabilirsin ama eve girme.” “Eğer bir şey denersem izin istemezdim.” Bu söz kadını rahatlattı. Başını salladı, eve girdi, kapıyı sertçe kapattı.
Yavuz atını kuyuya götürdü. Hayvan su içerken etrafı inceledi. Mülk zorla terk edilmiş gibiydi. Ama terk edilmeye karşı mücadele işaretleri de vardı. Çatıda yeni yamalar, küçük bir bahçe, temiz çamaşırlar bir ipte sallanıyordu. Birisi bu terk edilmeye karşı savaşıyordu.
Ahırda çalışmaya başladığında İbrahim belirdi. “Anne seni rahatsız etmememi söyledi.” “Rahatsız etmiyorsun.” Çocuk yakındaki bir taşa oturdu. “Neden yardım ediyorsun ki bizi tanımıyorsun?” “Sen neden yardım istedin ki beni tanımıyorsun?” “Çünkü başka her şeyi denedik. Annem kadıya yazdı, cevap gelmedi. Camiye gitti ama imam erkeklerin işi dedi. Komşular da kasabadakilerden korkuyor.” “Peki baban?” Çocuğun yüzü karardı. “Savaşa gitti. Üç yıl oldu. Aa Süleyman babamın öldüğünü söylüyor ama annem inanmıyor. Burada hissederim diyor, gerçek olsaydı bilirdim.”
Yavuz başını salladı. Çok dul görmüştü. İnkar ile umut arasındaki farkı biliyordu. Bu kadın inkarda değildi, sadece kanıt olmadan teslim olmayı reddediyordu. Sessizlik içinde çalıştılar. Yavuz tamir ediyordu, İbrahim alet uzatıyordu. Güneş batarken kadın dışarı çıktı, elinde bir tabak fasulye ve ekmek. “İşçi için,” dedi sertçe. “Teşekkür ederim.” Kadın durakladı. “Adamlar perşembe gelir. Bugün salı.” Bu bir uyarıydı, belki de bir sınamaydı.
Yavuz geceyi ahırda geçirdi. Ertesi gün çalışmaya devam etti. İbrahim ona su getirdi. Kadının pencereden izlediğini fark etti. Annen cesur,” dedi Yavuz. “Dünyanın en cesaretlisi,” dedi İbrahim. “Adamlar geldiğinde hiç ağlamaz, yalvarmaz. Sadece verebileceğini verir. Onlara bakar, gidene kadar. Adamlar geldiğinde sen ne yaparsın?” “Bodruma saklanırım. Annem beni korumak için.” “Ama biliyorum, beni görseler belki…” Cümleyi bitirmedi. Yavuz anladı. “Yarın saklanmayacaksın,” dedi Yavuz. “Annenin onaylamayacağı bir şey değil. Bu adamlar kaç kişi gelir?” “Bazen beş. Lider Hüseyin, ağa Süleyman’ın yeğeni. Silahlı gelirler.”
O öğleden sonra kadın ahıra geldi. “İbrahim yarın saklanmayacakmış,” dedi. “Eğer sözüme güveniyorsan, onun kararı. O bir çocuk.” Yavuz kadına baktı. “Annesini korumak için yabancıdan yardım isteyen çocuk, sadece çocuk değil, neredeyse adam ve adam gibi hissetmeyi hak ediyor.” Kadın dudaklarını sıktı. “Bu adamların ne yapabileceğini bilmiyorsun.” “Siz biliyorsunuz.” Kadın sessiz kaldı. “Üvey kardeşim ağa Süleyman… Babamın başka bir kadınla ilişkisi olmuştu. Yörük bir kadınla. Doğduğumda beni tolere ettiler. Evlenmeden hamile kaldığımda kovdular. İbrahim’in babası Kemal iyi bir adamdı. Evlendik. Bu toprakları aldık. Mutluyduk. Sonra savaş geldi.” “Bunu bana anlatmak zorunda değilsin.” “Zorundayım. Çünkü anlamanız lazım. Bu adamlar geldiğinde sadece yemek için gelmiyor. Bana yerimi hatırlatmak için geliyorlar. Erkeği olmayan bir kadının hiçbir şey olmadığını hatırlatmak için…”
Yavuz onu yeni gözlerle gördü. Bu sadece bir kurban değildi. Sessiz direniş ve bükülmez onurla farklı bir savaş veren bir savaşçıydı. “Oğlun kasabadaki tüm adamlardan daha değerli,” dedi. Kadının dudaklarında ilk kez bir gülümseme belirdi. “Ben de öyle düşünüyorum. Yarın kötü giderse…” “Kötü gitmez.” “Ama kötü giderse, İbrahim’i almanızı istiyorum. Urfa’da bir teyzesi var. Adresi biliyor.” Yavuz başını salladı.
Perşembe günü dört atlı geldi. Hüseyin liderdi. “İyi günler Emine,” dedi sahte nezaketle. “Haftalık katkı için geldik.” Kadın hazırladığı her şeyi verdi. Hüseyin İbrahim’i fark etti. “Vay, çocuk artık saklanmıyor. Adam oluyor.” “10 yaşında,” dedi kadın. “Çocuklar burada çabuk büyüyor. Belki çiftlikte yardıma ihtiyacımız var.” O anda Yavuz çatıdan indi, adamların arkasına düştü. “Sen de kimsin?” diye bağırdı Hüseyin. “Marangoz,” dedi Yavuz. “Hanım ahırı tamir etmem için tuttu.” Dört adam bakıştı. “Marangoz tutacak paran olduğunu bilmiyordum Emine.” “Yemek ve barınak karşılığında çalışıyorum,” dedi Yavuz. “Adil bir anlaşma.” “Kimse sana sormadı.” Yavuz gülümsedi. “Ama ahırın yapısı çok kötü. Her an çökebilirdi. İçinde saklanan şeylerle birlikte kayıp olurdu.” Hüseyin oltayı yuttu. “Ahırda ne var?” “Aletler, tohumlar… Gerçi hanımın kocasının zamanından kalma eski kutular buldum. Açmadım. Sadece kutulardan birinde ordu mührü gördüm sandım ama yanılmışımdır.” Hüseyin’in gözleri açgözlülükle parladı. “Şu kutuları görelim,” dedi. Yavuz onları ahıra götürdü. Adamlar içeride kutuları ararken Yavuz kapıyı kapattı, kirişle kilitledi. “Bu aileyi rahat bırakacaksınız. Artık ziyaret yok, katkı yok, tehdit yok. Eğer buraya bir daha ayak basarsanız geçen yıl kaybolan silah kargona ne olduğunu kasabadaki herkes öğrenecek.” Adamlar korkuyla onayladı. Yavuz kapıyı açtı, adamlar atlarına binip gittiler.
Takip eden haftalarda Yavuz ahırı bitirdi, kapıları güçlendirdi, saklanacak stratejik yerler yarattı. Ama en önemlisi öğretmeye başladı. İbrahim’e iz sürmeyi, sessizce hareket etmeyi, hayvanların davranışlarındaki tehlike işaretlerini okumayı öğretti. “Neden köyünle savaşmıyorsun?” diye sordu İbrahim. “Çünkü başka bir yol seçtim.” “Bu seni korkak yapmaz mı?” “Hangisi daha cesur? Herkesin beklediğini yapmak mı? Yoksa herkes seni reddetse bile doğru olduğuna inandığını yapmak mı?” Emine’ye ateş etmeyi öğretti. “Bundan hoşlanmıyorum,” dedi bir akşam. “Onlar gibi olmak istemiyorum.” “Onlar şiddetten zevk alır. Siz sadece korumak için kullanırsınız, fark var.”
Geceler ateşin yanında konuşmalarla dolmaya başladı. Emine çocukluğundan, Yavuz köyünün efsanelerinden bahsetti. “Neden üç taş?” diye sordu Emine. “Hiç sahip olamadığım üç evlat için,” dedi Yavuz. “Karım ilk çocuğumuzu doğururken öldü, bebek de kurtulmadı. Diğer ikisi sonra gelecek olan çocuklar için.” Emine elini uzattı, teselli için. Parmakları değdiğinde ikisi de bir şeyin değiştiğini hissetti.
Bir gün kasabaya yaşlı imam Nuri geldi. “Ağa Süleyman askerleri getirmekten bahsediyor,” dedi. “Gitmenizi herkesin iyiliği için?” “Hayır!” dedi İbrahim. “Gitmiyor. Burası bizim evimiz ve o arkadaşımız.” Emine de sessizce ekledi: “Arkadaşından daha fazla.” İmam iç çekti. “Daha fazla bilgelik bekliyordum senden Emine ama kalbinin akıldan daha yüksek sesle konuştuğunu görüyorum.” Sonra bir zarf verdi. Ordudan gelmişti, Kemal’in esir düştüğünü, kaçtığını, firari olarak arandığını bildiriyordu. İmam, Urfa’da dürüst bir kadı olduğunu, ifadeyle birlikte Kemal için af çıkarabileceğini söyledi. Yolculuk tehlikeliydi ama gitmeye karar verdiler.
Dağlar üzerinden yola çıktılar. Yolda eşkıyalar tarafından saldırıya uğradılar. İbrahim babasının asker olduğunu söyleyerek onları oyalamaya çalıştı. Çatışmada Yavuz ve Emine birlikte savaştı, eşkıyaları püskürttüler. Artık üç kişi değil, paylaşılmış tehlikede dövülmüş bir aileydiler.
Urfa’da kadı, belgelerle birlikte Kemal’in affını yazdı. Ayrıca Emine’nin topraklarının yasal haklarını da kanıtladılar. Dönüş yolculuğu hafif geçti. Eve vardıklarında komşuların desteğiyle erzak buldular. Kasaba yavaşça değişmeye başladı.
Bahar geldiğinde Kemal döndü. Zayıftı, sakallıydı ama Emine onu hemen tanıdı. Yavuz gitmeye hazırlanırken Kemal geldi. “Ailem için yaptığınız her şey için teşekkür ederim,” dedi. “Onlara bak. Onlara kendi aileniymiş gibi bak.” “Bunu yapamam.” “Yapacaksın. Çünkü onurlu bir adamsın. Ve onlar sana ihtiyaç duyduğu kadar, sen de onlara ihtiyaç duyuyorsun.” Sonunda Kemal huzur içinde öldü. Emine bir elini tutarken Yavuz diğerini. Son sözleri oğlunaydı: “Annene bak ve babana. Yavuz iyi bir adam.”
Cenazeden altı ay sonra imam Nuri başka bir törene başkanlık etti. Bu sefer Emine ve Yavuz’u evlendiriyordu. “Düzensiz zamanlar, gerçek aşkı kutlamamak günah olur,” dedi. İbrahim tanık olarak hizmet etti. “Kim gelini teslim ediyor?” diye sorduğunda çocuk cevap verdi: “Ben teslim ediyorum. Ve kendimi de. Biz paket anlaşmayız.” Kahkahalar küçük mescidi doldurdu.
Yıllar geçti. Ev genişledi, bahçe parladı. Daha fazla çocuk geldi. Yavuz’un gözlerine sahip bir kız, Emine’nin kararlılığına sahip bir oğul. İbrahim öğretmen oldu, ilk oğluna Kemal Yavuz adını verdi. Hikayenin sonunda Yavuz ve Emine, inşa ettikleri ağacın altında oturuyordu. Emine sordu: “Pişman mısın?” “Neye pişman olacakmışım?” dedi Yavuz elini tutarak. “Aradığımdan fazlasını buldum.”
İbrahim, küçük oğluyla yaklaştı. Çocuk, büyükbabasına küçük bir taş oymayı gösterdi. “Mükemmel,” dedi Yavuz. “Taşların ne temsil ettiğini biliyor musun?” “Koruma,” dedi çocuk. “Ve aile,” diye ekledi Yavuz. Etrafta Emine’ye, İbrahim’e, diğer çocuklara, torunlara baktı. “Her zaman aile.”
Güneş dağların üzerine batıyordu. Gökyüzü şans rengiyle boyalıydı. Ağacın dalında şimdi birçok taş asılıydı; ailenin her üyesi için birer tane. Bir yerde, bozkır rüzgarında ataların sesleri onayını fısıldıyordu. Çünkü sonunda aşk, ırk ya da sınır tanımaz. Sadece umut, şefkat ve aileyi seçmeye hazır cesur kalpleri tanır.
Birlikte, ayrı olduklarından daha güçlüydüler. Ve gerçek aşk, en kurak toprakta bile filizlenebilirdi.
SON