Sakat asker yemekhanede hemşirenin yanına oturdu… Herkes güldü ama o kim olduğunu biliyordu.

KAŞIĞIN PARILTISI
Yağmur durmuyordu.
Üç gündür aralıksız yağıyordu; rehabilitasyon merkezinin çinko çatısını dövüyor, camlardan aşağı gri, bulanık nehirler gibi akıyor, avludaki çamuru botları yutacak kadar derin bir bataklığa çeviriyordu. Gökyüzü alçaktı. Kurşun rengiydi. Sanki binaların üzerine çöküp onları ezmek istiyordu.
Yemekhane binası ana koğuştan elli metre uzaktaydı. Sağlam bir adam için bir dakikalık yürüyüştü. Yusuf içinse bir seferdi; bir savaş, bir hesaplaşma, bir tür sessiz meydan okuma.
Kapıyı itti. Kapı ağırdı. Menteşeleri paslanmıştı; demirin o kuru şikâyet sesi, içerideki uğultunun içine karıştı. Yüzüne çarpan hava sıcak, nemli ve yoğundu. Yemekhane kokuyordu: haşlanmış lahana, ucuz ayçiçek yağı, ıslak askeri paltolar ve klorlu yer temizleyicisi. Bu koku genzi yakmıyordu belki, ama midenin üzerine taş gibi oturuyordu; sanki yemek değil, mecburiyet yeniyordu burada.
İçerisi gürültülüydü. Metal tabildotların birbirine çarpması, yüzlerce kaşığın tabağa sürtünmesi, genç erkeklerin kahkahaları… hepsi bir uğultu sisine dönüşmüş, insanın kafatasının içinde vızıldayan bir arı kovanı gibi dolanıyordu.
Yusuf eşikte durdu. Üzerindeki haki parka sırıl sıklamdı. Suyu damlıyordu; gri muşambanın üzerine küçük, karanlık göletler bırakıyordu.
Bir adım attı.
Tak. Bastonun sesi.
Bir adım daha.
Gırç. Protezin sesi.
Bu ses mekanikti, yapaydı ve uyumsuzdu. Devletin verdiği en ucuz modeldi. Diz kapağının hemen altındaki soket, her adımda Yusuf’un güdüğüne sürtünüyor; oradaki sinir uçlarını ateşliyor, sanki içerden bir tel koparıp geriyordu.
Ama Yusuf’un yüzünde ifade yoktu. Acı onun için yeni bir haber değildi. Acı sabahları onunla uyanan, geceleri onunla yatan eski, geveze bir ev arkadaşıydı. Konuşur, durmadan konuşur; Yusuf dinlemezdi. Artık dinlemiyordu.
Sıraya girdi. Önünde üç genç asker vardı. Yaraları hafifti. Biri kolunu incitmişti; diğeri eğitimde ayağını burkmuştu. Üniformaları temizdi, yüzleri pürüzsüzdü. Tıraş losyonu kokuyorlardı. Savaş görmemişlerdi. Sadece askerlik yapıyorlardı.
Yusuf’u fark ettiklerinde konuşmaları bir bıçak gibi kesildi.
Gençlerden biri arkasına döndü, Yusuf’un yüzünü gördü ve hızla önüne döndü. Arkadaşını dürttü. Fısıldaştılar. Omuzları gerildi.
Yusuf’un yüzünün sağ tarafı yoktu.
Orada deri yoktu. Sakal yoktu. Kaş yoktu. Sadece erimiş, büzüşmüş, parlak pembe ve mor bir et yığını… ateşin öptüğü yer. Kulağının olması gereken yerde bir delik vardı. Göz kapağı kapanmıyordu. Mavi, donuk göz hep açıktı; hep bakıyordu. İnsanlar o göze bakamıyordu. Sanki bakarlarsa, gördükleri şey onların içine sızacak, orada büyüyecek, gece uyurken bile onları dürtecekti.
Sıra ilerledi. Yusuf tepsisini aldı. Turuncu, sert, plastik bir tepsi. Köşesinde çatlaklar vardı. Yağlıydı.
Aşçı kepçeyi kazana daldırdı.
“Çorba,” dedi Yusuf.
Sesi hırıltılıydı. Duman solumuş, bağırmış, sonra uzun süre susmuş bir gırtlaktan çıkan bir sesti.
Aşçı Yusuf’un yüzüne bakmadan kepçeyi boşalttı: mercimek çorbası, yeşilimsi, sulu. Üzerinde kırmızı biberli yağ tabakası yüzüyordu ama yağ donmuştu. Çorba her zaman soğuktu. Sanki burada hiçbir şey gerçekten ısınmıyordu; sadece “ılık” olmayı taklit ediyordu.
Yanına bir parça bayat ekmek koydu; kenarları sertleşmişti. Bir de salçalı makarna: yapış yapış, birbirine küsüp ayrılmayı reddeden bir kütle.
Yusuf tepsiyi tek eliyle kavradı. Diğer eliyle bastonuna dayandı.
Şimdi en zor kısım başlıyordu: masaya yürümek.
Yemekhanenin ortasından geçmesi gerekiyordu. O ortadan geçmek, bir tür geçit töreniydi—ama alkış yoktu. Bir tür teşhirdi—ama suç yoktu. Sadece var olmak.
Yürüdü.
Tak-gırç. Tak-gırç.
Bu ses, kalabalık uğultuyu yarıp geçti. Masalardaki başlar kalktı. Gözler ona döndü.
Kimse selam vermedi. Kimse “geçmiş olsun” demedi. Kimse “gel buraya otur” demedi.
Onların gözünde Yusuf bir kahraman değildi.
O bir hatırlatıcıydı.
Savaşın parlak, kahramanlık dolu yalanlarının altındaki çirkin gerçek… kimsenin olmak istemediği şey… korkunun eti kemiğe bürünmüş hali… Sanki bir ucubeye bakar gibi baktılar. Bazıları tiksintiyle, bazıları acımayla, çoğu ise sadece rahatsızlıkla.
Yusuf onların iştahını kaçırıyordu.
Yusuf bakışları hissetti ama karşılık vermedi. Sadece önüne, gideceği yere baktı.
Sağ bacağı—olmayan bacağı—kaşınıyordu.
Hayalet uzuv, demişti doktorlar. Olmayan bir parmağın kaşınması, olmayan bir topuğun sızlaması. Beyin kaybettiği parçayı unutmayı reddediyordu. Yusuf beynine “o yok” diyordu. “O dağda kaldı, karların altında.” Ama beyin inatçıydı. Hâlâ oradaymış gibi sinyal gönderiyordu. Botun içindeymiş gibi. Toprağa basıyormuş gibi.
Cam kenarındaki masalar doluydu. Gençler oralara yerleşmiş, dışarıdaki yağmuru izleyerek şakalaşıyordu. Yusuf boş bir yer aradı. Köşedeki kalorifer peteğinin yanı sıcak bir yerdi ama doluydu. Ortadaki uzun masaların uçları boştu; ama insanlar Yusuf yaklaşınca tepsilerini hafifçe kaydırıp mesafe koyuyordu.
Sanki yanık bulaşıcıymış gibi.
Sanki Yusuf’un talihsizliği havadan onlara geçecekmiş gibi.
Yusuf durdu.
Salonun diğer ucunda, mutfak çıkışına yakın küçük kare bir masa vardı. Masada tek bir kişi oturuyordu.
Bir kadın… hemşire üniforması giymişti. Beyaz değil; soluk mavi. Saçları sıkıca toplanmıştı. Önünde yarım kalmış bir tabak makarna ve bir bardak su vardı. Yemiyordu. Sadece oturuyordu. Elleri masanın üzerindeydi: çıplak, süssüz eller. Tırnakları kısaydı.
Başını öne eğmişti; sanki masanın yüzeyindeki çizikleri okuyordu.
Yusuf kadını tanıdı.
Zeynep.
Yusuf yönünü değiştirdi. O masaya yürümeye başladı. Mesafe uzundu; zemin kaygandı. Birinin döktüğü su muşambanın üzerinde parlıyordu. Yusuf dikkatli bastı. Düşemezdi. Düşerse kalkamazdı. Kalkamazsa gülerlerdi. Ya da daha kötüsü: yardım ederlerdi. Acıyarak kaldırırlardı.
Yusuf acınmaktansa ölmeyi tercih ederdi.
Her adımda protez güdüğünü ısırıyordu. Ter sırtından aşağı soğuk bir yılan gibi süzülüyordu.
Tak, gırç…
Zeynep’in masasına vardı. Durdu. Gölgesi masanın üzerine düştü.
Zeynep başını kaldırdı. Kahverengi gözler… yorgun gözlerdi. Uykusuzluğun ve çok fazla ölüm görmüş olmanın verdiği o mat ifade vardı. Genç bir kadının gözleri değildi bunlar; yaşlı bir ruhun pencereleriydi.
Zeynep Yusuf’un yüzüne baktı. O yanığa, o erimiş ete, o kapanmayan göze…
İrkilmeyince Yusuf’un içinde küçük bir şey kıpırdadı. Zeynep gözlerini kaçırmadı. Yüzünü buruşturmadı. Sanki duvardaki bir saate, penceredeki yağmura bakıyormuş gibi baktı. Olağan bir gerçek gibi. Orada olması gereken bir şeymiş gibi.
Yusuf tepsisini masanın boş tarafına bıraktı. Plastik tepsi masaya çarptı.
“Dolu mu?” diye sordu.
Sesi kısaydı. Kelime harcamayı sevmezdi.
Zeynep sandalyeyi ayağıyla hafifçe itti. “Boş.”
Yusuf bastonunu masanın kenarına yasladı. Oturdu.
Oturmak yürümekten daha zordu. Sert plastik bacağı masanın altına sığdırmak bir manevra gerektiriyordu. Dişlerini sıktı. Çene kasları seğirdi ama ses çıkarmadı. Sonunda yerleşti.
Çorbasına baktı. Yağ tabakası donmuştu. Kaşığını daldırdı. Yağ kırıldı. Bir kaşık aldı. Ağzına götürdü. Tadı yoktu. Sadece tuz ve ılık su tadı.
Yuttu.
Midesi kasıldı ama kabul etti. Yemek zorundaydı. Yakıt lazımdı. Makine çalışmalıydı.
Etraftaki sesler devam ediyordu ama bu masada, Yusuf ile Zeynep’in arasında görünmez, kalın bir cam duvar vardı. Sessizlik duvarı.
Rahatsız edici değildi. Boş değildi. Dolu bir sessizlikti. Yağmur cama vuruyordu.
Yusuf ikinci kaşığı aldı. Eli hafifçe titredi. Çorbanın bir damlası çenesine—yanık derinin üzerine—düştü. Hissetmedi; sinirler ölüydü.
Zeynep gördü. Peçeteye uzanmadı. Silmedi. Çünkü biliyordu: silerse Yusuf masayı terk ederdi. Yusuf’un utancı, bir mayın tarlasıydı; yanlış yere basarsan patlardı.
Yusuf çorbayı bitirdi. Kaşığı tabağa bıraktı. Metalin plastiğe çarpma sesi masadaki sessizliğin içinde kuru bir tık çıkardı.
Şimdi makarna.
Salçalı, soğumuş, yapışmış bir kütle.
Yusuf çatalını eline aldı. Sağ eli… “sağlam” olan eli. Ama tam sağlam sayılmazdı. Sinir hasarı vardı. Başparmakla işaret parmağı arasında gözle görünmeyen ama hissedilen ince bir titreme dolaşıyordu. Yorgunken artardı. Yusuf hep yorgundu.
Çatalı makarnaya batırdı. Bileğini çevirdi.
Makarna dolanmadı. Kaydı. Tabağın kenarından dışarı taşmaya çalıştı.
Yusuf durdu. Derin bir nefes aldı. Tekrar denedi. Bu sefer daha yavaş, daha dikkatli… bir mayını etkisiz hale getirir gibi.
Yan masadan bir kıkırtı duyuldu.
Sarışın, sivilceli yüzlü bir genç asker yanındakine eğildi. Fısıldadı ama fısıltısı gürültüyü delip geçti:
“Bak, bebek maması lazım buna. Çiğneyemiyor bile.”
Yanındaki ağzı dolu halde güldü.
“Belki hemşire ablaya söylersek ona yedirir.”
Bir başkası araya girdi:
“Uçak geliyor, aç ağzını!”
Kahkahalar arttı. Kısa, kesik, acımasız kahkahalar.
Yusuf başını kaldırmadı. Çatalı bırakmadı. Sadece çenesindeki kas seğirdi. Yanık derinin altında bir damar attı.
Onları duyuyordu. Her kelimeyi.
Ama kızmıyordu. Öfke enerji isterdi. Yusuf’un harcayacak enerjisi yoktu.
Onlar bilmiyordu.
Savaşı filmler gibi sanıyorlardı: müzik eşliğinde ölünür, sonra ışıklar yanar, herkes evine gider. Yusuf, oyunun bittiğini ve ışıkların hiç yanmadığını biliyordu.
Zeynep, önündeki suya bakıyordu. Bardağın dışındaki buğu damlacıklarını izliyordu. Damlalar birleşiyor, ağırlaşıyor ve aşağı kayıyordu. Camdaki yağmur gibi.
Yan masadaki sözleri duymuştu. Yüzünde bir tiksinti belirdi ama müdahale etmedi. Henüz değil. Zeynep gereksiz hareketlerden kaçınırdı. Hemşirelik ona, yarayı deşmek için doğru zamanı beklemeyi öğretmişti.
Gözlerini sudan ayırdı. Karşısındaki adama baktı.
Yusuf’un yüzüne bakmadı.
İnsanlar hep oraya bakardı. Oraya bakıp ya dehşete düşer, ya acır, ya kaçardı.
Zeynep ellerine baktı.
Bir adamın hikâyesi yüzünde değil, ellerinde yazılıydı.
Yusuf’un elleri büyüktü. Parmakları kalın, küt, nasırlı. Tırnak kenarları kararmıştı. O kararılık kir değildi; deriye işlemiş barut, yağ ve toprak lekesiydi. Yıkanmakla çıkmazdı.
Sağ elinin üzerinde, başparmağının hemen altında küçük beyaz bir çizgi vardı; eski bir bıçak izi.
Zeynep’in bakışları bileğe kaydı. Yusuf’un parkasının kolu yemek yerken hafifçe sıyrılmıştı. Bileğinin iç kısmında damarların üzerinde tuhaf bir iz vardı.
Dövme değildi. Yanık izi de değildi. Çok spesifik bir yaraydı: düzensiz, yıldız şeklinde; etrafı büzüşmüş bir doku.
Şarapnelin girdiği ama çıkmadığı, içeride döndüğü ve sonra elle, aceleyle çıkarıldığı bir yaranın izi… Üstelik düzgün dikilmemiş, dağlanmış…
Zeynep’in çatalı elinde dondu.
Nefesini tuttu.
O izi tanıyordu.
Hayır… sadece tanımıyordu.
O izi o yapmıştı.
Üç yıl önce, karda, kanın donduğu o gece… o bilek bir tüfeğin kabzasını sıkıyordu. Şimdi ise plastik bir çatalı tutmaya çalışıyordu.
Yusuf izlendiğini hissetti. Askerler tehlikeyi hissetme konusunda vahşi hayvanlardan daha hassastır. Bakışların ağırlığını ensede değil, deride duyar.
Çatalı bıraktı. Başını kaldırdı. Mavi, donuk gözünü Zeynep’e dikti.
“Neden bakıyorsun?” dedi.
Sesi düzdü. Tehdit değildi. Yağmur niye yağıyor der gibi.
Zeynep geri çekilmedi.
“Yüzüne bakmıyorum,” dedi. “Ellerine bakıyorum.”
Yusuf ağzının sağlam kalan kenarıyla hafifçe güldü. Acı bir gülümseme.
“Herkes yüzüme bakar. En kolayı odur. Korkmak kolaydır.”
“Ben korkmuyorum,” dedi Zeynep.
Sesi sakindi.
Yusuf bakışlarını ellerine indirdi. Sonra tekrar Zeynep’e:
“Ellerimde ne var?”
“Bir iz,” dedi Zeynep. Çenesiyle bileğini işaret etti. “Şu yıldız şekli…”
Yusuf refleksle bileğini çevirdi, izi sakladı. Kolunu masanın altına çekti.
“Eski bir hikâye,” dedi. “Önemsiz.”
“Önemsiz değil,” dedi Zeynep. “Şarapnel… 120’lik havan parçası. Sıcakken çıkarılmış. Dikiş ipi kalmamıştı. Dikiş atılmamış. Dağlanmış.”
Yusuf durdu.
Gözleri kısıldı. Donuk maviliğin içinde bir anlık parıltı—şüphe—belirdi.
“Sen nereden biliyorsun?”
“Çünkü o dikişi ben atmadım,” dedi Zeynep. “Ben sadece kanamayı durdurdum.”
Masaya sessizlik çöktü. Bu, az önceki sessizlik değildi. Bu barut kokan, kar kokan bir sessizlikti.
Yemekhanedeki uğultu sürüyor gibiydi ama Yusuf ve Zeynep artık duymuyordu. Onlar zamanın dışına düşmüştü. Üç yıl önceki tepeye geri dönmüşlerdi.
Yusuf Zeynep’in yüzüne daha dikkatli baktı. O zamanlar karanlıktı. Her yer kandı. Yüzleri hatırlamazdı insan; sadece elleri, sesleri, acıyı hatırlardı.
Bir ses… “Dayan yüzbaşım, sakın uyuma.”
Kadın sesi. Soğuk ama titremeyen bir ses.
“Sen…” dedi Yusuf. Sesi fısıltıya döndü.
“Doktor değil,” diye düzeltti Zeynep. “Hemşire. O zaman da hemşireydim. Ama orada herkes doktordu. Herkes askerdi. Herkes… ölüydü.”
Yusuf’un masanın altındaki eli yumruk oldu. Titremesi durmuştu.
“Beni tanıdın,” dedi. Soru değildi.
“Seni herkes tanır,” dedi Zeynep. “İsmen, efsane olarak.”
Duraksadı. Gözleri Yusuf’un yanık yanağına kaydı.
“Ama yüzünü kimse bilmiyor… çünkü o yüz o gece orada kaldı.”
Yusuf arkasına yaslandı. Sandalye gıcırdadı.
“İyi,” dedi. “Böylesi daha iyi. Efsaneler yaşlanmaz. Efsaneler sakat kalmaz. Efsaneler yemekhanede makarna yemeye çalışırken üzerine dökmez.”
Sesindeki alay kendine acıma değildi; duruma duyulan bir öfkeydi.
Zeynep suyundan bir yudum aldı.
“Mesele makarna değil,” dedi.
“Mesele ne peki, hemşire?”
“Mesele senin hâlâ burada olman,” dedi Zeynep. Ve başını yan masadaki gülen askerlere çevirdi. “Onların hiçbir şey bilmemesi.”
Yusuf omuz silkti.
“Bilmesinler. Bilmek ağır yüktür. Bırak gülsünler. Gülmek bedava.”
Yusuf tekrar çatalına uzandı ama Zeynep elini uzatıp bileğine hafifçe dokundu. Yusuf’un teni sıcak ve sertti.
“Yeme,” dedi Zeynep. “Soğumuş. Sana yenisini getireyim.”
Yusuf Zeynep’in eline baktı, sonra gözlerine.
“Gerek yok,” dedi. “Ben soğuk severim. Sıcak… sıcak bana iyi gelmiyor.”
Elini çekti.
Ama o temas… o kısa dokunuş… aralarındaki cam duvarı çatlatmıştı.
Yusuf istemese de o geceye geri döndü.
KARIN ÜSTÜNDEKİ KARAR (Üç Yıl Önce)
Rakım 2800.
Tarih 12 Şubat.
Saat 03.45.
Kar yağıyordu ama İstanbul’daki gibi yumuşak, romantik bir kar değildi. Sertti. İğne gibiydi. Rüzgârla birleşince insanın yüzünü zımparalayan buzdan mermilere dönüşüyordu.
Mevzide yirmi kişiydiler. Sınır karakoluna destek için giden intikal timi. Tim’in başında Yüzbaşı Yusuf.
Zeynep o halini hatırladı. O zaman baston yoktu. Protez yoktu. İki bacağının üzerinde bir dağ keçisi gibi sağlam duruyordu. Sakalı buz tutmuştu ama altında sağlam bir deri vardı. Gözleri yine maviydi ama donuk değil—çelik gibi parlaktı.
Saldırı sessiz başlamadı.
Önce bir ıslık sesi duyuldu.
Sonra gökyüzü aydınlandı.
İlk havan topu elli metre aşağıya düştü. Karı ve toprağı havaya kaldırdı. Beyazın ortasında siyah bir krater açtı.
Sonra cehennemin kapıları açıldı.
Üç taraftan ateş altındaydılar. Karanlığın içinden kırmızı izli mermiler geliyordu. Arı sürüsü gibi vızıldayarak geçiyor, kayalara çarpıp kıvılcımlar saçıyordu.
“Temas!” diye bağırdı biri. “Saat 12 yönü! Kayalıklar!”
Yusuf panik yapmadı. Panik, lüks bir duyguydu; orada lüks yoktu. Eğildi. Telsize konuştu.
“Sakin olun,” der gibi bir ses tonuyla: “Baskı altındayız. Sayıca üstünler. Destek gelmesi imkânsız. Hava kapalı.”
Bulundukları yer bir kapan gibiydi. Orada kalırlarsa şafak sökmeden hepsi ölecekti. Tek çıkış yolu arkadaki dar boğazdı.
Ama birinin geride kalıp boğazı tutması gerekiyordu.
Diğerleri geçene kadar düşmanı oyalaması gerekiyordu.
Bu bir kahramanlık kararı değildi. Matematikti.
Yirmiden biri çıkarırsan on dokuz kalırdı.
Hepsini kaybedersen sıfır.
Yusuf astsubaya döndü.
“Timi boğaza çek,” dedi. “Yaralıları sedyeye alın. Koşmayın. Kayarsınız.”
“Komutanım, siz…”
“Ben burada kalacağım,” dedi Yusuf. “Bxi’yi alıyorum.”
Astsubay itiraz etti.
“Olmaz komutanım. Ben kalırım.”
Yusuf’un sesi kısaydı, netti.
“Emrediyorum.”
Tartışma bitti. Astsubay emri anladı. Savaşta gözyaşına yer yoktu. Sadece emirler vardı.
Zeynep gitmedi.
O sıhhiyeydi. Ve sıhhiye, son adam düşene kadar terk etmezdi.
“Sen de git, hemşire,” dedi Yusuf. Makineli tüfeğin şeridini yerleştiriyordu.
“İşim bitmedi,” dedi Zeynep. Çantasını Yusuf’un yanındaki kayanın dibine bıraktı.
Yusuf ona baktı. Kızmadı. Sadece başını salladı.
“O zaman başını eğ,” dedi. “Ve aklını kapatma.”
Tim çekilmeye başladı.
Yusuf tetiğe asıldı.
Tak-tak-tak!
Makineli tüfeğin sesi rüzgârı bastırdı. Namlu ağzından çıkan alev geceyi yırttı. Yusuf gelen mermilere cevap veriyor; düşmanı baskılıyor; timin kaçması için zaman satın alıyordu.
Her saniye bir hayattı.
Zeynep Yusuf’un hemen arkasında şeridi besliyordu. Kovanlar sıcak bir yağmur gibi üzerine dökülüyor; karın üzerinde cızırdayarak sönüyordu.
Sonra o ses…
Mermilerin vızıltısından farklı.
Daha kalın, daha ağır.
Havan.
“Yat!” diye bağıramadı Yusuf. Zaman yoktu.
Sadece Zeynep’in üzerine kapandı.
Onu karların içine itti.
GÜM!
Dünya sarsıldı.
Beyaz kar, siyaha ve kırmızıya boyandı.
Basınç Zeynep’in ciğerlerindeki havayı boşalttı. Kulaklarında tiz bir çınlama başladı. Başka ses yoktu.
Gözlerini açtığında Yusuf yoktu.
Üç metre öteye savrulmuştu.
Sırtüstü yatıyordu. Parkası yanıyordu. Alevler sağ tarafını sarmıştı.
Ama asıl dehşet bacağındaydı:
Sağ bacağı dizinin altından itibaren yoktu.
Kopmamıştı—parçalanmıştı.
Kemik, et, kumaş birbirine girmiş; kanlı bir bulamaç olmuştu.
Kar o bölgede kıpkırmızı bir göle dönmüştü.
Zeynep süründü.
Yusuf ses çıkarmıyordu. Şoktaydı ama uyanıktı. Gözleri gökyüzüne bakıyordu. Sağ yüzü alevler içinde derisini kavuruyordu.
Zeynep yerden kar avuçladı; Yusuf’un yüzüne bastırdı. Alevi söndürdü.
Yanık et ve saç kokusu… O koku burnuna bir kez girince bir daha çıkmaz.
Sonra bacağına baktı. Arter patlamış olmalıydı. Kan fışkırıyordu.
Zeynep çantasını açtı.
Turnike.
Bacağın üst kısmına bağladı. Sıktı. Daha çok sıktı.
Yusuf inledi. Zeynep, dişlerinin kırılma sesini duydu; Yusuf çenesini o kadar sıkmıştı.
Kanama yavaşladı ama durmadı. Doku çok hasarlıydı. Parçalanmış damarlar sarkıyordu.
Zeynep’in kararı bir saniye sürdü: Bu şartlarda o bacağı kurtaramazdı. Orada bırakırsa enfeksiyon ve kan kaybı Yusuf’u dakikalar içinde öldürürdü.
Kesmesi gerekiyordu.
Kalan o ince deri parçasını, sinirleri kesip damarları dağlaması gerekiyordu.
“Yusuf,” dedi, “bacağını almam lazım.”
Yusuf ona baktı. Yüzünün yarısı artık yoktu.
“Yap,” dedi.
Neşteri çıkardı.
Anestezi yoktu. Morfin yoktu. Çantaları timle gitmişti.
“Sigara,” dedi Yusuf.
Zeynep cebinden ezilmiş paketi çıkardı. Bir dal buldu. Yusuf’un dudaklarına koydu, yaktı.
Yusuf derin bir nefes çekti. Dumanı burnundan verdi.
“Başla,” dedi.
Zeynep neşteri ete gömdü.
Yusuf bağırmadı. Sadece başını geriye atıp karı yumrukladı. Bedeni yay gibi gerildi.
Zeynep kesti: kasları, deriyi, damarları… Kanama devam ediyordu.
Zeynep çakmağını çıkardı. Metal bir levye parçasını ısıttı—kora dönene kadar.
Sonra o kızgın metali Yusuf’un açık yarasına bastırdı.
Cızzz!
Etin yanma sesi… o ağır koku…
Yusuf’un ağzından sigara düştü. Bayıldı ama ölmedi.
Zeynep işi bitirdiğinde elleri kan içindeydi. Yusuf’un nabzını kontrol etti. Zayıftı ama atıyordu.
Tüfeği aldı. Yusuf’un yanına oturdu.
Sabaha kadar bekledi.
Kar üzerlerini örttü; iki beyaz tepecik oldular.
Helikopter geldiğinde Zeynep hâlâ oradaydı. Yusuf’un elini tutuyordu. Bırakmamıştı.
Yusuf’un bileğindeki o yıldız şeklindeki iz… Zeynep’in sıcak metali bastırırken elinin kaydığı, deriyi yakıp büzüştürdüğü son izdi.
YEMEKHANEYE DÖNÜŞ: GERÇEĞİN AĞIRLIĞI
Zeynep gözlerini kırptı.
Kar eridi.
Yemekhanenin gri muşambası geri geldi.
Yusuf karşısındaydı. Canlıydı. Bacağı yoktu ama yaşıyordu.
O gece Zeynep onu Azrail’in elinden çekip almıştı.
Ama aldığı şeyden geriye ne kaldığını… işte onu bilmiyordu.
Şimdi karşısında oturan bu adam Yusuf muydu, yoksa Yusuf’tan geriye kalan enkaz mı?
Zeynep derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan hava, yanık et değil, lahana kokuyordu.
“Yemeğini ye Yusuf,” dedi. Sesi titriyordu ama belli etmemeye çalıştı.
“Soğuk sevsem bile,” dedi Yusuf.
“Ye,” dedi Zeynep. O dağdaki rüzgârın uğultusunu kesen bir tonla.
“Yemeğini ye, Yusuf.”
Yusuf gözlerini kırptı. Dağ silindi. Kar eridi. Geriye plastik tepsi, soğumuş makarna ve yemekhanenin sarı, kirli ışığı kaldı.
Çatalı tekrar eline aldı. Bir çatal aldı, ağzına götürdü. Çiğnemeden yuttu. Midesi kasıldı ama itiraz etmedi. Mide beyinden daha itaatkârdı; yakıta ihtiyacı olduğunu biliyordu.
“Ağrıyor mu?” diye sordu Zeynep.
Yusuf durdu. Lokmayı yuttu.
“Ne?” dedi.
“Bacağın,” dedi Zeynep. “Yağmur yağınca ağrır derler. Basınç değişimi.”
Yusuf masanın altındaki boşluğa baktı.
“Bacağım yok, hemşire,” dedi. “Olmayan şey ağrımaz.”
“Hayalet ağrı,” dedi Zeynep. “Sinir uçları hâlâ orada olduğunu sanıyor.”
Yusuf elindeki çatalla makarnayı dürttü.
“Mesele sinirler değil,” dedi. “Mesele hafıza. Beden unutmuyor o geceyi. O soğuğu. O bıçağı.”
Bir an durdu.
“Beden hiçbirini unutmuyor. Ağrıyan bacak değil. Ağrıyan… o bacağın bastığı toprak.”
Zeynep sustu. Bu cevap tıbbın ötesindeydi. Bir rapora yazılamazdı. Bir reçeteye sığmazdı.
Yusuf’un içinde “hiçlik” vardı.
Savaş ondan sadece bacağını almamıştı. Geleceği de almıştı. Umudu da almıştı. Hatta korkuyu bile.
Korku bile bir canlılık belirtisiydi. Yusuf’ta canlılık kalmamış gibiydi. Sadece rutin kalmıştı: sabah kalkmak, yürümek, yemek, uyumak.
“Nedenini sormuyorum,” diye mırıldandı Yusuf. “Çünkü neden sorusunun cevabı yok.”
Sonra başını çevirip pencereden dışarı baktı. Gri yağmur cama vuruyordu.
“Hepsi bir hiç uğrunaydı,” dedi. “O tepe… o taşlar… o bacak. Şimdi bakıyorum: sadece yağmur yağıyor. O gün de yağıyordu, bugün de yağıyor. Değişen bir şey yok.”
Zeynep elini masaya koydu; Yusuf’un eline dokunmak istedi ama yapmadı. Aradaki görünmez sınırı ihlal etmek istemedi.
“Sen varsın,” dedi Zeynep. “Sen değiştin. Ve…” başını diğer masalara çevirdi. “Onlar yaşıyor senin sayende.”
Yusuf hırıltılı, kuru bir sesle güldü.
“Yaşıyorlar,” dedi. “Evet. Ama ne bildiklerini sanıyorlar?”
Çatalıyla yan masayı işaret etti. Orada kahkahalar hâlâ sürüyordu.
“Gülüyorlar. Şakalaşıyorlar. Savaşa gitmek için can atıyorlar. Çünkü savaşı üniformadan, madalyadan ibaret sanıyorlar.”
Zeynep’in gözleri sertleşti.
Yusuf devam etti: “Savaş madalya değil, çamurdur. Savaş zafer değil… kan kokusudur.”
Yan masadaki sesler yükseldi. Sarışın çocuk Yusuf’un işaret ettiğini fark etmişti.
“Hey!” diye bağırdı. “Bize mi bakıyor o?”
Diğeri güldü: “Bırak baksın. Belki nasıl asker olunacağını öğrenir.”
Kahkahalar patladı.
Bu bir alaydan fazlasıydı: cehaletin küstahlığıydı.
Yusuf’un elindeki çatal titredi ama yüzünü onlara dönmedi.
“Duyuyor musun?” dedi Yusuf, Zeynep’e. “Öğrenmekten bahsediyorlar.”
Zeynep sandalyesini geriye itti. Gözlerinde öfke kıvılcımı çaktı.
“Hayır,” dedi Yusuf sertçe. “Otur.”
“Yusuf…”
“Otur,” dedi Yusuf. “Bu bir emirdir.”
Emir kelimesi, aralarındaki o eski hiyerarşiyi, o dağdaki geceyi geri getirdi. Zeynep yavaşça yerine oturdu.
“Neden?” diye fısıldadı. “Neden izin veriyorsun?”
Yusuf tek gözünün içine baktı.
“Ben yüzbaşı değilim,” dedi. “Ben sakat bir adamım. Devlet bana ‘malulen emekli’ dedi. Kağıt üzerinde ben artık bir hiçim.”
Derin bir nefes aldı.
“Onlar çocuk,” dedi. “Masumlar… cahiller. Ve ben onların cehaletini kıskanıyorum.”
Zeynep’in yüzü kasıldı.
“Keşke ben de onlar gibi olabilseydim,” dedi Yusuf. “Keşke savaşın ne olduğunu bilmeseydim de bir sakat gördüğümde gülebilseydim. Bilmek… bilmek bir lanettir, Zeynep. Bırak gülsünler. Çünkü gerçeği öğrendikleri gün bir daha asla gülemeyecekler.”
Tam o sırada havada bir hareket oldu.
Küçük beyaz bir şey yay çizerek uçtu ve Yusuf’un tepsisine düştü.
Tık.
Makarnanın ortasına.
Buruşturulmuş bir peçete topu. İçinde muhtemelen yemek artığı vardı.
Yusuf peçeteye baktı.
Sonra yavaşça başını çevirdi.
Sarışın çocuk sırıtarak ona bakıyordu. Eli hâlâ havadaydı.
“Pardon,” dedi çocuk. “Basket atmaya çalışıyordum. Çöp kutusu sandım.”
Masalara vurarak güldüler.
“Üçlük!” diye bağırdı biri.
Yemekhanedeki diğer masalar sustu. Herkes bu tarafa bakıyordu.
Bu artık şaka değildi.
Bu açık bir saldırıydı.
Bir aşağılamaydı.
Zeynep’in yüzü kireç gibi oldu. Elleri masanın kenarını sıkmaktan bembeyaz kesildi.
“Bu kadarı fazla,” dedi. Sesi titriyordu.
Yusuf elini kaldırdı.
“Dur.”
Yusuf’un yüzünde öfke yoktu. Utanç yoktu. Sadece o derin, sonsuz hiçlik vardı.
Peçeteyi tepsiden almadı. Çatalı bıraktı.
“Doydum,” dedi.
Zeynep inanmayan gözlerle baktı.
“Yusuf, buna izin veremezsin. Onlara kim olduğunu söylemelisin.”
“Kim olduğumu mu?” Yusuf’un yanık dudaklarında acı bir gülümseme belirdi. “Ben kimim Zeynep? Dağda bacağını bırakan adamım. Yüzünün yarısını ateşe veren adamım. Çocuklar yaşasın diye kendini feda eden adamım. Şimdi gidip ‘ben sizin hayatınızı kurtardım, saygı duyun’ mu diyeyim?”
Başını iki yana salladı.
“Saygı dilenilmez, hemşire. Ya vardır ya yoktur.”
Bastonuna uzandı. Ayağa kalkmaya çalıştı.
Sandalyeden kalkmak en zoruydu. Denge bozuluyordu. Masa hafifçe sallandı. Su bardağı titredi.
Yan masadaki çocuklar pür dikkat izliyordu. Düşmesini bekliyorlardı. Düşsün de gülelim diye.
Yusuf tüm gücünü tek bacağına ve baston tutan koluna verdi. Dişlerini sıktı. Alnında damar şişti.
Yavaşça doğruldu.
Dimdik durdu.
Bir anlığına o kambur, sakat adam gitti; yerine Hakkari dağlarındaki komutan geldi.
Ama sadece Zeynep görebildi bunu.
Diğerleri sadece titreyen bir sakat gördü.
“Gidiyorum,” dedi Yusuf.
Tepsisini almadı. O peçeteli, kirletilmiş tepsiyi masada bıraktı. Arkasını döndü.
Yağmur camlara daha sert vurmaya başladı; sanki gökyüzü de bu adaletsizliğe ağlıyordu.
Yusuf ağlamıyordu.
İlk adımını attı.
Tak.
Ve o anda sarışın çocuk ayağını uzattı.
Küçük, sinsi bir çelme.
Yusuf görmedi. Sağ tarafı kör noktasıydı.
Baston çocuğun botuna takıldı.
Denge bozuldu.
Yusuf ağır çekimde devrilmeye başladı.
Yer çekimi acımasızdı ve tarafsızdı.
Önce omzu düştü.
Sonra protez altından kaydı.
Yusuf ellerini yere koymaya çalıştı ama refleksleri zihni kadar hızlı değildi.
GÜM!
Yere çarptı.
Önce dizleri—biri et, biri plastik—soğuk zemine vurdu.
Sonra gövdesi.
Nefesi kesildi; ciğerlerindeki hava boşaldı.
Ama asıl ses bu değildi.
Asıl ses tepsinin yere çarpmasıydı.
ŞLAK!
Tepsi döndü. İçindekiler havaya saçıldı.
Su bardağı kırıldı. Cam parçaları yayıldı.
Makarna Yusuf’un parkasının üzerine ve zemine sıçradı. Çorba kasesi yuvarlandı; yeşil sıvı yerde bir harita gibi yayıldı. Kaşık tiz bir sesle sekti, sekti ve Yusuf’un burnunun dibinde durdu.
Çın. Çın. Çın.
Bir saniyelik sessizlik…
Şok sessizliği.
Sonra patlama.
Sarışın asker ve arkadaşları kahkahaya boğuldu. Diğer masalar da katıldı. İnsan sürü psikolojisiyle hareket eden bir hayvandı. Biri gülerse, diğeri de gülerdi. Neye güldüğünü bilmesine gerek yoktu; yerde olan birini görmek, ayakta olmanın bayramıydı.
Yusuf yerdeydi.
Yüzü çorbanın birkaç santim üzerindeydi. Burnuna o koku geldi: klor, toz, mercimek.
Kalkmaya çalışmadı.
Kıpırdamadı bile.
Gözleri metal kaşığa takılı kaldı.
Kaşık parlıyordu. Floresan ışığın yansıması üzerinde titriyordu.
Yusuf o an kendini kaşık kadar boş, kaşık kadar metalik ve soğuk hissetti.
Bu dipti.
Dağda bacağını kaybetmek dip değildi. O savaştı.
Ama burada—sıcak yemekhanede—bir tabak makarna ve bir grup züppe çocuğun yüzünden yerde yatmak…
İşte bu yenilgiydi.
Yusuf gözlerini kapattı.
Keşke o mağarada ölseydim, diye düşündü. O zaman bir mezarım olurdu. O zaman saygı duyardınız. Şimdi sadece bir şakayım.
Aniden kahkaha duvarını yaran bir ses duyuldu:
Bir sandalyenin sertçe geriye itilme sesi.
Sonra adımlar.
Hızlı, öfkeli ama kontrollü adımlar.
Kahkahalar yavaşça sönmeye başladı. Çünkü bu adımların ritminde tehdit vardı.
Zeynep yürüyordu.
Yemekhanenin ortasından, ıslak zeminden geçerek geliyordu. Yüzü bembeyazdı. Dudakları ince bir çizgi halindeydi. Kahverengi gözleri artık yorgun değildi. Alev alev yanıyordu.
Yusuf’un yanına geldi.
Hiç tereddüt etmeden o kirli, çorbalı zemine diz çöktü. Üniformasının dizleri ıslandı, kirlendi; umursamadı.
Yusuf’un omzuna dokundu.
“Yusuf,” dedi.
Sesi fısıltı değildi.
Yemekhanenin akustiğinde yankılanan bir çan gibiydi.
Yusuf gözlerini açtı.
“Bırak,” dedi hırıltıyla. “Bırak. Ben buraya aitim. Çöpün yanına.”
“Sen çöpe ait değilsin,” dedi Zeynep. “Sen baş köşeye aitsin.”
Zeynep uzandı; metal kaşığı yerden aldı.
Kaşık ağırdı.
Sanki tonlarca.
Çünkü o kaşık, Yusuf’un onuruydu.
Zeynep kaşığı temizledi, cebine koydu.
Sonra Yusuf’un koluna girdi.
“Kalkıyoruz,” dedi.
“Yapamam,” dedi Yusuf. “Gücüm yok.”
“Benim var,” dedi Zeynep. “O gün sen beni taşıdın. Bugün ben seni taşıyacağım.”
Zeynep Yusuf’un kolunu omzuna attı. Güçlü bir kadındı. Yıllarca sedye taşımış, hasta çevirmişti.
“Bir, iki, üç…”
Yusuf’u kaldırdı.
Bastonunu yerden aldı, eline verdi.
Yusuf sendeledi ama ayakta kaldı.
Zeynep Yusuf’un üzerindeki makarna parçalarını eliyle silkeledi. Bir anne şefkatiyle değil; bir silah arkadaşı ciddiyetiyle.
“Üniforman kirlendi,” dedi Yusuf.
“Üniforma yıkanır,” dedi Zeynep. “Ama vicdan yıkanmaz.”
Sonra başını çevirdi.
Yan masaya.
Sarışın çocuğa.
Çocuk artık gülmüyordu. Elinde çatalıyla donup kalmıştı. Zeynep’in gözlerindeki öldürücü soğukluğu görmüştü.
Yemekhane ölüm sessizliğine büründü. Sadece yağmur ve Yusuf’un hırıltılı nefesi duyuluyordu.
Zeynep Yusuf’u bırakmadı. Masanın önüne yürüdü. Sarışın çocuğun tam karşısına.
Aralarında bir metre vardı.
Zeynep çocuğun gözlerinin içine baktı.
“Komik mi?” diye sordu.
Sesi alçaktı ama o sessizlikte gök gürültüsü gibi patladı.
Çocuk cevap veremedi. Gözlerini kaçırdı.
“Sana soruyorum asker,” dedi Zeynep, sesi yükselerek. “Komik mi? Bir gazinin yere düşmesi seni eğlendirdi mi?”
Çocuk mırıldandı: “Ben… şaka…”
“Görmedin,” dedi Zeynep. “Tabii görmedin. Çünkü sen körsün.”
Elini kaldırdı, Yusuf’u işaret etti.
“Bak,” dedi. “İyice bak. Gözünü kaçırma.”
Çocuk korkuyla Yusuf’a baktı; yanık yüze, eksik bacağa.
Zeynep’in sesi jilet gibiydi:
“Ne görüyorsun? Bir sakat mı? Bir ucube mi?”
Yemekhanedeki herkes nefesini tutmuştu. Aşçılar kepçeleri bırakmış, bulaşıkçı elindeki tabağı yarım bırakmıştı.
Zeynep derin bir nefes aldı.
“Ben ne görüyorum biliyor musun?” dedi. “Senin yaşındaki on dokuz çocuğu evine gönderebilmek için kendi bacağını Hakkari’nin karlarında bırakan bir adam görüyorum.”
Yusuf Zeynep’in arkasında bastonuna yaslanmış duruyordu. Başını kaldırdı. Susturmak ister gibi bir hareket yaptı ama eli kalkmadı. Çünkü gerçek artık söylenmeliydi.
Zeynep devam etti.
“Siz burada kaloriferin yanında devletin yemeğini yiyip şaka yaparken,” dedi, “o eksi yirmide üç gün bir mağarada hayatta kaldı.”
Bir adım daha yaklaştı.
“Neden biliyor musunuz?”
Sarışın çocuğun gözlerinin içine eğildi.
“Sizin gibi çocuklar bir gün bu üniformayı giyip onunla dalga geçebilsin diye.”
Fısıltılar tamamen kesildi. Utanç, bulaşıcı bir hastalık gibi masadan masaya yayılmaya başladı. Bazı askerler başını öne eğdi. Sarışın çocuğun yüzü kızardı; çatalını masaya bıraktı. Metal sesi bir itiraf gibiydi.
Zeynep Yusuf’un yanık yanağına bakıp konuştu:
“Onun yüzüne bakıp ‘çirkin’ diyorsun. O yanık izi ne biliyor musun? Havan topunun alevi. O alev arkadaşlarını yakmasın diye onun yüzünü yaktı.”
Sesi titremedi.
“O yüz bir haritadır,” dedi. “Fedakârlığın haritası.”
Yusuf’un yüzünde zafer yoktu. Rahatlama yoktu. Sadece yorgunluk vardı. Bu onun için onurlandırma değil; bitmesi gereken bir prosedürdü.
“Gidelim hemşire,” dedi Yusuf. “Hava kararıyor.”
“Bir dakika,” dedi Zeynep.
Topuklarını birleştirdi. Yemekhanenin ortasında esas duruşa geçti. Sağ elini şakağına götürdü: kusursuz, sert, nizami bir asker selamı.
“Yemeğiniz için teşekkürler, Yüzbaşı Yusuf,” dedi.
Sesi gürdü; hemşirenin değil, silah arkadaşının sesi.
Bu isim odaya bomba gibi düştü.
Fısıltı dalgası yayıldı:
“Yüzbaşı Yusuf mu?”
“Dağdaki hayalet mi?”
Sarışın çocuk titredi. Az önce kime çelme taktığını anlamıştı. Bir efsaneye. Eğitimde anlatılan, komutanların örnek verdiği o adama.
Çocuk ayağa kalktı. Ne yapacağını bilemedi. Özür mü dilemeliydi? Ağlamalı mıydı?
Sadece başını öne eğdi. Bu bir teslimiyetti.
Yusuf Zeynep’e baktı. Tek mavi gözü hafifçe kısıldı.
“Abarttın,” dedi fısıltıyla.
Sesindeki kızgınlık değil; minnetti.
Zeynep selamı bozmadı.
Yusuf bastonunu düzeltti. Omuzlarını geriye attı. Sağ elini—titreyen, yaralı elini—şakağına götürdü. Kısa, yorgun bir selam verdi.
“Sağ ol,” dedi.
Arkasını döndü. Çıkış kapısına doğru yürümeye başladı.
Tak-gırç. Tak-gırç.
Bu ses artık komik değildi.
Bu ses bir marştı.
Kimse gülmedi. Kimse fısıldamadı. Bazıları ayağa kalktı. Birkaç kişi selam durdu. Ama Yusuf onlara bakmadı.
Onların saygısına ihtiyacı yoktu.
Onların acımasına ihtiyacı yoktu.
O görevini yapmıştı. Bedelini ödemişti. Şimdi tek istediği sessizlikti.
Kapıyı itti.
Dışarıda yağmur durmuştu.
Gri bulutlar dağılıyordu. Ufukta, binaların arkasında soluk, soğuk bir akşam güneşi kendini gösteriyordu. Hava serinlemişti; boğucu nem gitmiş, yerine toprak ve ozon kokusu gelmişti.
Yusuf eşikten dışarı adım attı.
Zeynep arkasından gelmedi. Kapıda durdu, onu izledi.
Yusuf ıslak avluda, çamurlu yolda tek başına yürüyordu. Yavaştı ama ilerliyordu. Durmuyordu.
Bir adamın yıkılması için bacağını kaybetmesi yetmezdi.
Ruhunu kaybetmesi gerekirdi.
Ve Yusuf ruhunu o çorbanın içinde bırakmamıştı.
Onu geri almıştı.
Zeynep, cebindeki metal kaşığa dokundu. Soğuktu.
O kaşık bir madalya değildi. Altın değildi. Parlamıyordu bile doğru düzgün. Ama Zeynep için o kaşık, bir şeyin kanıtıydı: İnsan bazen en dipteyken bile, yerden bir parça onur toplayıp cebine koyabilir.
Yusuf köşeyi döndü ve gözden kayboldu.
Geriye ıslak zemindeki baston izleri kaldı.
Ve yemekhanenin içinde, herkese ağır gelen ama öğretici bir sessizlik…
Hayat devam ediyordu. Güneş yine doğacaktı. Ama o gün o yemekhanede olan hiç kimse, gerçeği gördükten sonra bir daha eskisi gibi olamayacaktı.
Çünkü gerçek… komik değildi.