“SOKAKTA KALDIK” YAŞLI ÇİFTİ GÖREN MİLYONER O GÜN HER ŞEYİ DEĞİŞTİRDİ!

Bazen hayatın en büyük dersini kendi evinin kapısında alırsın. Mert Arslan o sabah yalnızca işe gitmek istemişti ama evinin önündeki manzara tüm planlarını, hatta kendini sorgulatacaktı.
Mert’in arabası villanın önüne yaklaştığında güvenlik görevlisi elini kaldırdı. “Beyefendi, bahçede iki yaşlı insan var. Ağaç altında oturuyorlar.” Mert anlamadı. “Ne demek ağaç altında? Bizim bahçede mi?” “Evet efendim. Az önce fark ettik.” Mert arabayı durdurdu. Farların önünde, ağacın gölgesinde birbirine yaslanmış iki yaşlı insan oturuyordu. Yağmur saçlarını ve kıyafetlerini sırıl sıklam etmişti. Yanlarında sadece eski bir bavul.
Mert arabadan indi. Şemsiyesini bile almadan yaklaştı. Kadının başı adamın omzundaydı. Gözleri kapalıydı. Adamın parmakları titriyordu. Sesi neredeyse duyulmuyordu. Mert şemsiyesini bile almadan koştu. Eğildi. Adamın omzuna dokundu. “İyi misiniz? Yardım edeyim. Kalkın.” Adam cevap veremedi. Dudakları morarmıştı. Kadın başını kaldırdı. Gözleri yaşlı ve korkmuştu. “Biz sadece biraz dinlenmek istemiştik.” dedi titreyen bir sesle. O an Mert’in boğazı düğümlendi. “Burada kalamazsınız. Hadi içerisi sıcak. Yürüyebilir misiniz?” Kadın tereddüt etti. “Rahatsız etmeyelim.” “Etmiyorsunuz.” dedi Mert kararlı bir tonla. “Lütfen içeri gelin.” Güvenliğe dönüp bağırdı. “Hemen battaniye ve sıcak çay getirin.” Yaşlı adamın koluna girdi. Kadını da destekledi. Yağmur altındaki bu üç kişi Villa’nın merdivenlerinden yavaşça içeri yöneldi. Mert’in adımları ağırdı çünkü içinde bir şeyler kıpırdamıştı. Uzun süredir hissetmediği bir şey: insanlık.
Villa kapısı açıldığında içeriden sıcak bir hava yüzlerine vurdu. Mermer zemindeki ışıklar dışarıdaki gri yağmurla tezat oluşturuyordu. Nuriye ve Hasan ayakta durmakta zorlanıyordu. Mert yardımcısına işaret etti. “Salonun yanındaki odayı hazırlayın. Hemen!” Kadın görevli şaşkındı. Kısa sürede iki sandalye, havlu, sıcak çay hazırlandı. Mert ceketini çıkardı, yaşlı adamın omzuna koydu. “Biraz dinlenin. Doktor çağıracağım.” Nuriye’nin dudakları titredi. “Oğlum gerek yok. Biraz ısınırız. Geçer…” “Geçmez teyze. Şimdi siz konuşmayın ben halledeceğim.” Mert içeri geçti. Telefonundan doktoru aradı. Yağmur damlaları hala saçlarından süzülüyordu. Telefonu kapatınca bir an durdu. Onların oturduğu köşeye baktı. Nuriye ellerini çay bardağına sarmış, dikkatle etrafa bakıyordu. Hasan sessizce oturmuş, gözlerini yere dikmişti. Bir an Mert’in aklından şu geçti: “Kaç gündür böyleler acaba?”
Bir süre sonra Nuriye sessizliği bozdu. “Evlat kusura bakma. Yağmur bastırınca ne yapacağımızı bilemedik. Buraya sığındık. Kimseye zararımız olmaz.” Mert’in sesi yumuşadı. “Kimse zarar demedi teyze. Burası sizin için de güvenli. Birazdan doktor gelir.” Hasan güçlükle konuştu. “Sana zahmet ettik.” “Zahmet değil amca. İnsan insana yardım etmeyince bu dünya dönmez zaten.” O an Hasan başını kaldırdı. Yılların yorgunluğunu taşıyan gözleriyle Mert’e baktı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra sadece şu cümleyi söyledi: “Evlat keşke herkes senin gibi düşünse.” Mert cevap veremedi. O cümle içini yaktı. Çünkü kendisi bile ne kadar o insanlardan biri olduğunu bilmiyordu. Yardım ediyordu. Ama neden? Vicdan mı yoksa geçici bir merhamet mi? Bunu kendine bile açıklayamıyordu.
Bir süre sonra doktor geldi. Nabızlarına baktı. Tansiyon ölçtü. “Biraz yorgunluk. Biraz da üşütme.” dedi. “Dinlenirlerse toparlarlar.” Doktor çıkınca Mert elindeki havluyu aldı. Hasan’ın ellerine uzattı. “Şimdi içiniz rahat olsun. İstediğiniz kadar kalabilirsiniz.” Nuriye hemen karşı çıktı. “Olmaz evladım. Rahatsız etmeyelim.” “Teyze bu ev büyük. İki misafir fazla olmaz.” Kadın başını eğdi, gözleri doldu. “Allah razı olsun.” Mert gülümsedi ama yüzü dalgındı. Onlara bakarken içinden bir ses fısıldıyordu. “Bir şey oldu. Bu insanları burada bulmam bir tesadüf değil.”
Yağmur camlara vurmaya devam ederken Mert pencereye yöneldi. Kendi yansımasına baktı. O yansımanın ardında pahalı bir takım elbise, düzenli bir hayat vardı. Ama bugün ilk kez o görüntüye sığmayan bir şey hissetti: İnsanlık borcu.
Sabah olduğunda yağmur hafiflemişti. Bahçedeki çamurlar kurumaya başlamış. Kuş sesleri bile ürkek çıkıyordu. Mert erkenden uyanmıştı. Aşağı indiğinde salonun ışıkları yanıyordu. Nuriye koltuğun köşesinde sessizce oturmuştu. Yanında bir tabak içinde yarısı içilmiş bir çorba vardı. Hasan pencereye yakın bir sandalyede dışarıyı izliyordu. Mert yaklaşırken Nuriye ayağa kalkmaya çalıştı. “Evladım kusura bakma. Burayı kirlettik. Biz erkenden çıkalım.” Mert elini kaldırdı. “Oturun teyze. Çıkmak yok. Önce kahvaltı yapın.” Kadın mahcup bir şekilde yerine oturdu. Mert Garson’a seslendi. “Kahvaltı hazırlayın. İki misafirimiz var.” Garson şaşkın bir ifadeyle başını salladı. Çok geçmeden masaya birçok kahvaltılık geldi. Nuriye’nin gözleri doldu. “Yıllar oldu böyle masaya oturmayalı.” “Afiyet olsun” dedi Mert. “Burada evinizde gibisiniz.”
Bir süre sessizlik oldu. Sadece çay kaşıklarının sesi duyuluyordu. Sonra Mert sessizliği bozdu. “Ne zamandır dışarıdasınız?” Hasan çayından bir yudumu aldı. Derin bir nefes verdi. “İki haftadır, belki biraz fazla. Evimiz vardı ama kira borcunu ödeyemedik. Ev sahibi eşyaları dışarı koydu. Oğlumuz, ‘Birkaç gün sonra sizi alırım.’ dedi ama bir daha aramadı.” Mert başına eğdi. “Oğlunuz nerede şimdi?” “Bilmem.” dedi Nuriye sessizce. “En son Bursa’daydı. İşi varmış, çocukları varmış. ‘Bizi idare et.’ dedi ama sonra kayboldu.” Kadının sesi titredi, gözleri doldu. “Biz kötü anne baba olmadık. Onu okutmak için yıllarca uğraştık. Sadece bir çatı istedik. Ama belli ki bazen çocuklar anne babayı yük sanıyor.”
O cümle Mert’in içine oturdu. Birden kendi kardeşi Emir aklına geldi. Yıllardır konuşmadığı, miras kavgası yüzünden küstüğü kardeşi, “Belki ben de birilerini yük sandım.” diye geçirdi içinden.
Hasan ellerini dizlerine koydu. “Yolda kalınca bir süre cami avlusunda yattık. Sonra dedim, ‘Yağmur yağarsa ne yaparız?’ Yürüdük, yürüdük, kendimizi burada bulduk.” Nuriye ekledi “Evladım, biz aslında kimsenin kapısını çalmak istemedik ama o gece çok üşüdük. Bahçede ağaç görünce altına oturduk. Sonra zaten gözlerimiz karardı.” Mert sessiz kaldı. İçinden bir şey koptu. O kadar zamandır bu şehirde yardım kampanyalarına sponsor olmuştu ama ilk defa bir insanın hikayesini yüz yüze dinliyordu.
Masadan kalktı, pencereye yöneldi. Dışarıda çamurlu bahçe ve dün geceki bavul hala oradaydı. İçinden birkaç eski fotoğraf yere düşmüştü. Eğilip fotoğraflardan birini eline aldı. Fotoğrafta genç bir kadın, kucağında küçük bir çocuk vardı. Arka planda deniz, ufak bir sandal. “Bu siz misiniz?” diye sordu. Nuri’ye gülümsedi. “Evet, gençtik. O zaman Hasan balıkçılıkla uğraşırdı. Ben dikiş diker pazara çıkardım.” Kadın fotoğrafı eline alınca parmakları titredi. “O zamanlar mutluyduk, yoksulduk ama birbirimize sırt dayamıştık.” Mert fotoğrafa baktı. Sonra ikisine, “Hala öylesiniz.” dedi. Nuriye gözlerini kapadı. “Bilmiyorum evladım. Belki hala birbirimize dayanıyoruz ama artık çok yorulduk.” Mert’in sesi kısıldı. “Artık dinleneceksiniz. Bunu ben halledeceğim.” Hasan hemen araya girdi. “Olmaz evladım! Biz kimsenin yükü olmayız.” Mert sakin bir şekilde yanıtladı. “Yük değil, misafirsiniz.” Sonra elini cebine attı. Küçük bir kart çıkardı. “Bugün dinlenin. Yarın şirketimden bir görevlim gelecek. Sizin için birkaç şey ayarlayacağız.” Hasan anlamadı. “Ne şeyleri?” “Küçük sürprizler diyelim.” Mert gülümsedi ama içinde bir plan şekillenmeye başlamıştı. Onları sadece misafir etmek değil hayatlarını yeniden kurmalarına yardım etmek.
O gece villa sessizdi. Yağmur durmuştu ama pencerelere vuran rüzgar hala inceden uğuluyordu. Mert çalışma odasında tek başına oturuyordu. Masasının üzerinde birkaç evrak, bilgisayar, kahve fincanı ama hiçbirine bakmıyordu. Aklı salondaydı. Battaniyelere sarılmış iki yaşlı insanın yüzündeydi. Nuriye’nin, “Biz kimsenin yükü olmayız.” dediği an hala kulağındaydı. Sanki kendi geçmişini o cümlede duymuştu. Mert sandalyesine yaslandı, derin bir nefes aldı ve aniden geçmişine geri döndü. Küçük bir çocuktu o zamanlar. Bir gece sobanın yanındaki taburede oturuyordu. Annesi, “Yarın okulda ne giyeceksin?” diye sormuştu. O başına eğmişti. Çünkü giyecek doğru düzgün bir gömleği yoktu. Annesi gülümsemiş, “Ben hallederim.” demişti. Ertesi sabah eski bir gömleği yamamış, ona ütüyle şekil vermeye çalışmıştı. Kokusunu hala hatırlıyordu: Sabun, deterjan, fedakarlık. Babası erken yaşta vefat etmişti. Annesi evlere temizliğe giderdi. Bazen gece geç saatlerde dönerdi. Bir defasında yağmurda ıslanmış halde eve girdiğinde küçük Mert koşa koşa yanına gitmişti. “Anne, üşüdün mü?” “Biraz.” demişti kadın. “Ama sen hısın.” diye değdi.
Mert’in gözleri doldu. Yıllar geçti. O çocuğun annesi yaşlandı ve oğlu başarıdan başarıya koşarken annesiyle geçireceği son birkaç yılı ıskaladı. Mert şimdi fark ediyordu. Başarılı olmuştu. Zengin olmuştu ama bir şeyi kaybetmişti: Kalbini.
Gözleri duvardaki fotoğrafa kaydı. Kardeşi Emir’le birlikte çekilmişti. Gençlerdi. Gülüyorlardı. Ama o fotoğraf yıllardır bir hatırlatmaydı: Gururun nelere mal olduğunu. Bir miras meselesi yüzünden ayrılmışlardı. “Ben hak ettim” demişti Mert. Emir sessizce gitmişti. Bir daha da konuşmamışlardı. Mert başını iki elinin arasına aldı. “Ben de Hasan amcanın oğluna benzemiyor muyum?” diye mırıldandı. Bir farkla: Hasan’ın oğlu kaybolmuştu. Mert’in vicdanı.
Telefonunu aldı. Kardeşinin numarasına baktı. Yıllardır aramamıştı. Ekranda sadece isim duruyordu: Emir Arslan. Parmakları Ara tuşuna gitti. Sonra durdu. Derin bir nefes aldı. Henüz hazır değildi. Pencereden dışarı baktı. Yağmur tekrar başlamıştı. Ama bu kez o yağmur bir şeyi temizliyordu. İçindeki tozu, yılların katılığını, taş kesilmiş kalbini.
Bir süre sonra ayağa kalktı, ışıkları kapattı. Yatağına uzandı ama uyuyamadı. Gözlerini kapadığında hep aynı şey canlanıyordu. Nuriye teyzein elleri, Hasan amcanın sessizliği. Ve içinden şu cümle geçti: “Ben onlara yardım etmedim. Aslında onlar beni bana hatırlattı.”
Sabah olduğunda kararını vermişti. Bugün sadece yardım değil, bir adım daha atacaktı. Onlara bir gelecek kuracak ve belki de kendi geçmişiyle barışacaktı.
Sabahın ilk ışıkları villanın geniş camlarından içeri süzülüyordu. Yağmur durmuş, yerini ıslak bir sessizliğe bırakmıştı. Mert kahvesini eline aldı, salona geçti. Hasan ve Nuriye çoktan uyanmıştı. Nuriye masanın köşesinde oturmuş, sessizce dua ediyordu. Hasan ise balkona bakıyordu. Sanki hala burası geçici bir rüya sanıyordu. Mert gülümsedi. “Günaydın. Nasılsınız?” Nuriye elini kalbine koydu. “İyiyiz evladım. Dün gece yıllardır ilk defa sıcak bir yatakta uyuduk.” Hasan başını eğdi. “Bize bu kadar yeter. Bugün çıkalım. Sizi de meşgul etmeyelim.” Mert sandalyeye oturdu. Ceketinin düğmesini açtı. “Bir yere çıkmıyorsunuz. Artık başka planlarım var.” Hasan şaşırdı. “Ne planı?” “Sizin için.” dedi Mert. “Ama önce bir şey konuşalım.” Nuriye çekingen bir şekilde başını kaldırdı. “Ne olur bize para teklif etme evladım. Onu kabul edemeyiz.”
Mert gülümsedi. Kadının sesindeki kararlılık ona annesini hatırlattı. Onun da kimseye yük olmamaya çalıştığı o gururlu tavrını içinden geçirdi. “Onlara para teklif edersem kırılırlar.” Diye düşündü. “Bu yardım bir lütuf değil. Onurlarını incitmeden, gururlarını koruyarak sunulacak bir yardım eli olmalıydı.”
Bir an sustu. Sonra Hasan’a döndü. “Hasan amca, senin hala çalışabileceğini biliyorum. Şirketimde güvenlik departmanı var. Kamera odasında birine ihtiyacımız olacak. Yorucu değil. Oturduğun yerden izliyorsun. Maaşını düzenli alacaksın. Kabul eder misin?” Hasan’ın yüzündeki ifade değişti. Önce anlamadı. Sonra gözleri doldu. “Evladım sen ciddi misin?” “Ciddiyim amca. Ama bana bir iyilik yap. Bu işi kabul et olur mu? Bu teklifim sadece bir iş değil. Size layık olduğunuz düzeni sağlamak. Kabul ederseniz ben mutlu olacağım ve içim sen oradayken daha rahat olacak.”
Hasan ellerini dizlerinin üzerine koydu, başını eğdi. Uzun süre konuşmadı. Sonra yavaşça fısıldadı. “Bir ömür çalıştım. Yaşlandım. Kimseye faydam kalmadı sanıyordum. Ama sen şimdi bana yeniden faydalı olma fırsatı verdin.” Nuriye ağlıyordu artık. “Allah senden razı olsun oğlum. Biz dilenmedik, sadaka istemedik ama sen bize onurumuzu geri verdin.” Mert derin bir nefes aldı. “O onur zaten sizdeydi. Ben sadece hatırlattım.”
Bir süre üçü de sessiz kaldı. Sadece çaydan yükselen buhar odada ince bir duman gibi dolanıyordu. Mert elini cebine attı. Bir zarf çıkardı. “Bu da yeni evinizin adresi. Orayı bugün hazırlatıyorum. Şirketten birkaç kişi eşyaları götürecek. İsterseniz yarın taşınırsınız.” Hasan zarfı almadı. “Bu kadarı fazla evladım.” “Değil.” Dedi Mert. Sakin bir sesle. “Ben sadece senin oğlun gibi davranıyorum. Belki gerçek oğlun duymayacak ama ben duydum. ‘Biz kimsenin yükü olmayız’ dedin ya. Artık kimsenin yükü değilsin. Kendi hayatını kuruyorsun.” Hasan başını kaldırdı. Gözlerinden yaş süzüldü. “Senin annen cennetliktir evladım.” Mert hafifçe gülümsedi ama sesi titredi. “Umarım öyledir amca. Çünkü bana bunu o öğretmişti.”
O an Nuriye sessizce yerinden kalktı. Mert’in yanına geldi. Ellerini tuttu. “Sen bize ev değil umut verdin. Allah senden bin kere razı olsun.” Mert’in sesi kısıldı. Sadece “amin” diyebildi. İçinden derin bir nefes aldı. Çünkü artık biliyordu. Hasan amca ve Nuriye teyze artık sokaklarda kaybolmayacak. Yalnızlığa terk edilmeyeceklerdi.
O günün akşamı Mert arabasına bindi. Şirkete geçti. Kamera odasında koltuğu gösterdi. “Burası senin yerin Hasan amca. Çay demlenir sen oturursun.” Hasan başını salladı. Dudakları kıpırdadı. “Bu yaştan sonra yeniden işe girmek garip ama güzel.” “Hayat bazen insana ikinci kez başlama şansı verir.” dedi Mert. “Sen o şansı hak ettin.” O an ikisinin de gözleri doldu ama ikisi de sessiz kaldı. Sessizlik bazen teşekkürün en samimi halidir.
Aradan birkaç gün geçti. Hava açmış, yağmurun yerini yumuşak bir güneş almıştı. Villanın önündeki toprak artık çamur değildi. Sanki o gece yağan yağmur herkesin hayatındaki kiri, yorgunluğu da temizlemişti. Hasan amca sabah erkenden şirkete gitti. Yeni lacivert üniformasını giymişti. Omzunda güvenlik yazıyordu ama o kelimenin anlamı artık bambaşkaydı. Yıllar sonra yeniden bir yere ait hissediyordu. Kamera odasına girdiğinde Mert çoktan oradaydı. Bilgisayar ekranlarında şirketin girişleri görünüyordu. Hasan amca kamera odasına adım attığında şaşkınlıkla etrafa baktı. Küçük ama tertemiz bir odaydı. Duvarda ekranlar yanıp sönüyor. Sessiz bir güven hissi yayıyordu. Mert onu kapıda karşıladı. Hafifçe omzuna dokundu. “Nasıl? Beğendin mi? Bundan sonra burası senin alanın.” Hasan gözleriyle monitörleri inceledi. Sonra sandalyeye oturdu. “Ekranlara bakmak kolay iş ama uzun zamandır biri bana ‘senin yerin burası.’ dememişti.” Mert gülümsedi. “O cümleyi duyman gerekiyordu amca. Çünkü insanın bir yeri olduğunu bilmesi en güzel güvenliktir.” Hasan başını eğdi. Dudaklarının kenarında küçük bir tebessüm belirdi. “Demek güvenliği ben değil, sen sağlıyorsun.” Mert kahkaha attı. Sonra ciddi bir tonla konuştu. “Asıl güven arkamda senin olduğunu bilmek. Bu koltuk bir görev değil Hasan amca. Bir teşekkür.” Hasan’ın gözleri doldu. Kelimeler boğazına düğümlendi. “Evladım ben teşekkür ederim. Yıllar sonra biri beni işe değil hayata geri aldı.”
Hasan sonra sessiz kaldı. Bir an sonra cebinden buruşturulmuş bir fotoğraf çıkardı. Genç bir adamla kendisi, “Oğlum, bunu görsen belki arardın.” dedi. Sesi titreyerek, Mert yutkundu. “Arayacak amca. Bir gün insan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın sonunda hep eve döner.” Hasan’ın gözleri doldu. “Ya senin kardeşin? Sen dönecek misin?” Mert bir an sustu. O soru doğrudan kalbine dokundu. “Bugün döneceğim.” dedi sonunda. “Hem de gerçekten.”
Aynı saatlerde Nuriye yeni evlerinin küçük balkonunda oturuyordu. Elinde tesbih, yanında çay. Pencereden içeri baktığında yepyeni perdeler, taze ekmek kokusu ve sıcak bir ocak vardı. Bir köşede küçük bir çerçeve. Mert, Hasan ve Nuriye’nin birlikte çekildiği fotoğraf. Altına Nuriye küçük bir not bırakmıştı: “İyilik eden unutulur sanma, dua eden çok.”
Mert arabasına bindi. Motoru çalıştırmadan önce telefonunu çıkardı. Ekranda yıllardır dokunmadığı o isim: Emir Arslan. Bir an durdu. Sonra derin bir nefes aldı. “Artık vakti” dedi kendi kendine. Arama tuşuna bastı. Birkaç çalma sesi. Sonra o tanıdık ses geldi. “Alo.” Mert’in sesi titredi. “Emir ben Mert.” Kısa bir sessizlik oldu. “Ne oldu abi?” “Sadece özür dilemek istedim. Annem yaşasaydı bizi böyle görmek istemezdi.” Emir’in sesi değişti. “Ben de seni aramayı çok istedim ama gururum izin vermedi.” Mert başını eğdi. “Gurur insanın en sessiz düşmanı. Ama artık susmasın. Beni affet.” Telefonun ucunda bir nefes sesi duyuldu. Sonra Emir’in yumuşak sesi. “Affettim abi. Hem de çoktan.” Mert’in gözlerinden yaş süzüldü. “O zaman akşama yemeğe gel. Birkaç misafirim daha var. Seni onlarla tanıştırmak istiyorum.” “Kimmiş bu kadar özel misafirler?” “Bir çift.” dedi Mert gülümserek. “Beni yeniden insan yapan bir çift.”
O akşam Villa her zamankinden daha canlıydı. Mutfaktan gelen taze ekmek ve çorba kokusu evin içini sarmıştı. Mert masadaki tabakları kontrol ediyor, arada aynaya bakıp kravatını düzeltiyordu. Bu akşam uzun zamandır beklediği bir buluşma olacaktı. Kapı zili çaldı. İlk gelenler Hasan amca ile Nuriye teyzeydi. Nuriye elinde küçük bir bohça getirmişti. “Boş gelinmez.” dedi utangaça. “Evde reçel yaptım.” Mert güldü. “Siz gelin yeter. Bu ev doluyor zaten.” Mert bahçede durdu. O ağacın altına baktı. O gece yağmurun altında gördüğü yer şimdi güneşliydi. Ama o görüntü hala gözünün önündeydi. Yanına gelen Hasan amca sessizce sordu. “Nereye dalıp gittin evlat?” “O geceye, sizinle ilk karşılaştığımız ana.” Hasan gülümsedi. “Her yağmur birilerini ıslatır ama bazen birini de uyandırır evlat.” Mert başını eğdi. “Evet. Beni uyandırdı.”
Biraz sonra ikinci kapı çaldı. Emir içeri girdi. Bir an durdu. Gözleri abeyine takıldı. Yılların sessizliği o bir saniyeye sığdı. Mert yaklaştı. Tereddüt etmeden kardeşine sarıldı. “Hoş geldin kardeşim.” Emir’in sesi boğuldu. “Hoş bulduk abi.” Mert gülümsedi. Kardeşinin omzuna dokundu. “Artık geçmişi değil bugünü konuşalım. Hadi oturun.”
Masa hazırdı. Bir köşede sıcak çorba, ortada taze ekmek, tabaklarda zeytinler. Lüks değildi ama huzur kokuyordu. Nuriye dua için ellerini açtı. “Rabbim bugün bu masada kimse yalnız değilse sebebi sensin. Bizi buluşturan, barıştıran her şeye hamd olsun.”
Masada sessizlik oldu. Sadece kaşık sesleri, arada çıkan küçük kahkahalar. Emir başını kaldırdı. Hasan amcaya baktı. “Mert bana sizden bahsetti. Şirketin kamera odasında görev yapıyormuşsunuz. Doğru mu?” “Doğru.” dedi Hasan gülümseyerek. “Eskiden balık ağlarını izlerdim. Şimdi kameraları izliyorum. Ama bir fark var. Bu defa huzurluyum.” Nuriye söze girdi. “Ben de boş durmuyorum. Apartman kapıcısının torununa örgü öğretiyorum. Küçük şeyler ama insanın içini ısıtıyor.” Emir şaşırdı. “Ne güzel şeyler bunlar. İnsan bazen bir yabancının evinde kendi ailesini buluyor.”
Mert sessizce çayını yudumladı. O cümle içini ısıttı. Yıllardır lüks sofralarda oturmuştu. Ama bu masa bambaşkaydı. Bu masa sadece yemek değil kalplerin birleştiği yerdi.
Yemekten sonra herkes salona geçti. Hasan amca koltuğa oturdu. Ellerini bastonunun üzerine koydu. “Evlat” dedi Mert’e bakarak. “Benim bir duam var. Bir gün oğlum beni ararsa, ‘Baba gurur duyuyorum.’ desin isterdim. Ama şimdi fark ettim. Dua yanlışmış. Asıl ben gurur duymalıymışım. Çünkü senin gibi bir evlat tanıdım.” Mert’in boğazı düğümlendi. Sadece başını eğebildi. “Ben kendi kendime iyi bir insan olmadım. Sizin gibi insanların doğası, temiz kalbi sayesinde değiştim.” dedi. O sırada Nuriye gözyaşlarını sildi. “İnsan birine iyilik ettiğinde aslında kendi kalbini onar evladım. Biz o gece senin kapına geldik ama meğer senin kalbine de yol bulmuşuz.”
Emir ayağa kalktı, camdan dışarı baktı. Yağmur yeniden başlamıştı ama bu sefer başka bir anlamı vardı. Taze, temiz, umutlu. “Abi” dedi, “biliyor musun bu yağmur artık bana üşümeyi değil, arınmayı hatırlatacak.” Mert yanına geldi. Omzuna dokundu. “Bana da, kardeşim, bana da.”
Gece ilerledi. Hasan amca ve Nuriye teyze kalkmak üzere hazırlandı. Mert onları kapıya kadar uğurladı. Nuriye elini Mert’in başına koydu. Dualı bir sesle fısıldadı. “Bir evlat kaybetmiştik. Rabbim bize iki tane verdi. Sağ olun oğlum.” Mert elini tuttu. “Siz bana insan olmayı hatırlattınız. Asıl ben teşekkür ederim.” Hasan bastonuna yaslandı. Hafifçe gülümsedi. “Evlat o gece seni bulmamız tesadüf değildi. Bir kapı ararken başka bir kalbe denk geldik.” Mert başını salladı. Yumuşak bir sesle konuştu. “Ben de öyle hissediyorum amca. İyi ki geldiniz.”
Onlar arabaya binerken Mert bahçeye döndü. Yağmurun altına çıktı. Yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Her damla sanki içindeki eski duvarları yıkıyordu. O anda içinden bir ses geçti: “Gerçek zenginlik dokunduğun kalplerin sayısıyla ölçülür.”