“Üzgünüm, Sanırım Yanlış Masaya Geldiniz” — Dedi Ama Kaderin Başka Bir Planı Vardı

Yanlış Masa, Doğru Kader
Elif Yılmaz, Kadıköy’deki küçük ama özenle dekore edilmiş dairesinin aynası karşısında duruyordu. Üzerindeki bej paltonun yakasını düzeltti. Yansıması, bir zamanlar hayat dolu olan, şimdi ise sadece yorgun görünen yüzünü gösteriyordu. Bu yorgunluk fiziksel değildi; Türkiye’nin en büyük danışmanlık firmalarından birinde günde on iki saat proje müdürlüğü yapmasına rağmen, bu daha derin bir ruhi yorgunluktu. Acıdan, hayal kırıklığından ve ihanetten kendini korumak için geçen yılların birikimiydi.
Elif otuz iki yaşındaydı ve yalnızdı. Etrafındaki erkekler sık sık randevu teklif ediyordu; çekici, zeki ve başarılıydı. Ancak o, her zaman bir bahane bulup reddediyordu: İş, yorgunluk, zaman yok. Gerçek daha basitti ve daha acı vericiydi: Aşka inanmayı bırakmıştı. Tüm erkeklerin aynı olduğu ya da aşkın bir yanılsama olduğu gibi genel bir inanç değildi bu. Daha ince, daha kişiseldi. O, artık kendisinin sevilmeyi hak ettiğine, bir ilişki için risk almaya değer olduğuna inanmıyordu.
Bu inancın kaynağı Murat’tı. Dört yıl sevdiği, geleceği planladığı adamdı. Aynı şirkette tanışmışlardı. Murat yakışıklı, hırslı ve çekiciydi. İlk iki yıl her şey kusursuzdu, ama sonra değişti. Soğuklaştı, mesafeli oldu, eleştirmeye başladı. Elif’in çok fazla çalıştığını, çok hırslı olduğunu, ona zaman ayırmadığını söylüyordu. Elif, daha az çalışarak, daha çok çabalayarak onu mutlu etmeye çalıştı. Ama yetmedi. Çünkü sorun Elif’te değildi. Sorun, Murat’taydı. Ve ilişkilerinin son yılında birlikte olduğu, pazarlama departmanından yirmi altı yaşındaki genç meslektaşındaydı.
Elif tesadüfen öğrendi. Bir gün Murat haritadan yol kontrol etmesi için telefonunu verdiğinde, gelen mesajları görmüştü. Açık, cinsel ve Murat’ın ona artık sunmadığı şeyleri vadeden mesajlardı. Yüzleşme korkunçtu. Murat ne inkâr etti ne de özür diledi. Aksine, Elif’i suçladı. “Daha iyi bir eş olsaydın, daha dikkatli, daha şefkatli olsaydın, başka yerlerde aramak zorunda kalmazdım,” dedi. Sanki ihanet onun suçuymuş gibi.
İki yıl önce ayrıldılar. O zamandan beri Elif kimseyle olmadı, kimseyi öpmedi, kimsenin duvarlarının yakınına gelmesine izin vermedi. Kalbinin etrafına ördüğü duvarlar o kadar kalın ve yüksekti ki, bazen ardında ne olduğunu unutuyordu. Hayatı iş oldu. Projeler, sunumlar, iş seyahatleri güvenliydi. Öngörülebilirdi. Kontrol altındaydı. Kalbini kırmaz, güvenini çiğnemezdi. Bu işte çok iyiydi. Geçen yıl terfi almış, yüksek bir maaşa sahip olmuştu. Konforlu, düzenli bir hayatı vardı ama mutlu değildi. Çünkü konfor, mutlulukla aynı şey değildi ve güvenlik, tatminle eşitti.
O akşam Elif’in bir iş yemeği vardı. Potansiyel bir müşteri, orta ölçekli bir teknoloji şirketinin sahibiyle işbirliği olasılığını konuşacaktı. Toplantı, İstanbul’un en iyi restoranlarından biri olan, sofistike mutfağı, zarif dekorasyonu ve gizliliğiyle bilinen “Zümrüt”te, saat 7’de, 7 numaralı masada yapılacaktı.
Elif, bu iş yemeklerini severdi. Yapılandırılmışlardı, net hedefleri vardı. İş konuşulur, yemek sipariş edilir, kartvizitler değiş tokuş edilir ve ayrılırdınız. Sürpriz yok, komplikasyon yok.
Aynaya son bir kez baktı. Kırışıksız palto, kusursuz makyaj, tek bir dağılmış teli olmayan saç. Mükemmellik onun zırhıydı. Dışarıdan her şey yolundaysa, kimsenin içinde ne kadar boş olduğunu bilmesine gerek yoktu. Çantasını alıp daireden çıktı.
Metrobüsle merkeze yarım saat sürdü. Elif bu süreyi notlarını, müşteri belgelerini ve soracağı soruları gözden geçirerek geçirdi. Her şey planlanmış, her şey kontrol altındaydı.
Saat 7:05’te Zümrüt’e vardığında, restoran doluydu. Koyu ahşaplar, yumuşak aydınlatma, mahremiyet için aralarında bol mesafe olan masalar. Garsonlar sessiz ve profesyoneldi. Havada şarap, taze çiçekler ve cennet gibi kokan yemeklerin karışımı vardı.
Elif resepsiyona yaklaştı. Kızıl saçlı genç bir kadın ona gülümsedi. “İyi akşamlar. Rezervasyonunuz var mı?” “Evet. Yılmaz, 7 numaralı masa.” Kadın listeyi kontrol etti ve başıyla onayladı. “Elbette. Lütfen beni takip edin.”
Elif’i restoranda gezdirdi. 7 numaralı masa köşedeydi, mum ışığında konuşan çiftlerin, gülen arkadaş gruplarının ve gazete okuyan yalnız iş adamlarının yanından geçtiler. Masa, İstanbul akşamının ışıklarının güzel ve melankolik bir manzara yarattığı sokağa bakan bir pencerenin hemen yanındaydı.
Masaya varmadan önce onu gördü. Bir adam çoktan oturmuştu. Koyu mavi takım elbise giymiş, kravatsız, üst düğmesi açık. Ona hem profesyonel hem de rahat bir görünüm veriyordu. Koyu saçları hafifçe kırpılmış, gözleri mesafeden tanımlanması zor olsa da, açık renkli görünüyordu; belki mavi, belki gri. Yakışıklıydı. Korkutucu değil, sakin ve sağlam bir güven veren bir şekilde.
Elif, bunun müşteri, Tech Vision Solutions’ın sahibi Bay Demir olduğunu varsaydı. Beklediğinden biraz daha gençti, belki otuz beşlerindeydi, ama teknoloji endüstrisinde bu alışılmadık değildi. Masaya yaklaştı, profesyonelce gülümseyerek elini uzattı.
“İyi akşamlar. Ben Elif Yılmaz.” Adam ayağa kalktı, geniş, sıcak bir şekilde gülümsedi ve elini sıktı. El sıkışması güçlü ve emindi. “Tanıştığımıza memnun oldum,” dedi. Sesi, profesyonel bir toplantı için fazla tanıdık, çok arkadaşça bir tondaydı. Elif bunu görmezden geldi, oturdu, çantasını yanına koydu ve notlarını çıkarmaya başladı. “Peki, Bay Demir. Anladığım kadarıyla danışmanlık hizmetlerimizle ilgileniyorsunuz…”
“Özür dilerim,” diye araya girdi, hala gülümsüyordu. “Demir mi?” Elif kaşlarını çattı. “Evet. Tech Vision Solutions’ın sahibi değil misiniz?” Adam kahkahayı bastırarak güldü. Alaycı değil, içten bir eğlenceyle. “Hayır, değilim. Adım Kemal. Kemal Arslan. Ve sanırım bir yanlış anlaşılma var.”
Elif gözlerini kırpıştırdı. Etrafındaki dünya hafifçe sallandı. Masanın numarasına baktı: Yedi. Sonra adama, Kemal’e baktı, hala tüm bunların eğlenceli olduğunu düşünen bir ifadeyle gülümsüyordu. “7 numaralı masa,” dedi yavaşça. “Saat 7’de 7 numaralı masaya rezervasyon yaptırdım.” “Ben de,” dedi Kemal. “Ama bir iş toplantısı için değil, kör bir randevu için.”
Elif yanaklarının kızardığını hissetti. Kör randevu. Elbette. Şimdi her şey mantıklıydı: Rahat tavrı, sıcak gülümsemesi, onunla iş yapmak zorunda olan biri gibi değil, onunla tanışmak isteyen biri gibi konuşması. “Özür dilerim,” dedi, hızlıca eşyalarını toplarken. “Bu bir hataydı. Restoran rezervasyonları karıştırmış olmalı. Resepsiyona sorayım…” Ancak kalkamadan Kemal elini masaya koydu, ona dokunmadan. Ama bu jest, onu durdurmaya yetecek kadar anlamlıydı.
“Bekle,” dedi. “Henüz gitmen gerekmiyor.” Elif ona baktı, kafası karışmıştı. “Ama bu senin randevun değil. Randevun muhtemelen bir yerlerde bekliyor.” Kemal omuz silkti. “Belki. Ama açıkçası, bu arkadaşım tarafından ayarlanan bir kör randevuydu. Daha fazla dışarı çıkmam gerektiğini düşünüyor. Buluşacağım kişinin nasıl göründüğünü bile bilmiyorum. Ama sen buradasın ve sen…” Durdu, kelimeyi arar gibi yaptı, sonra gülümsedi. “İlginç görünüyorsun.”
Elif ne diyeceğini bilemedi. Bu absürttü. Mantıksızdı. Randevulara, hele de bir restorandaki rezervasyon hatası sonucu ortaya çıkan rastgele randevulara zamanı yoktu. Ama onun bakış şeklinde bir şey vardı. Çaresizlikle değil, ihtiyaçla değil. Sadece umutla, beklenmedik bir şeye şans vermeye hazır olan biri gibi. Ve kalkıp doğru masayı, doğru toplantıyı, doğru hayatı aramak yerine, Elif kendini tamamen planlanmamış bir şey söylerken buldu:
“Tamam. Kalayım. Ama sadece kısa bir süre.” Kemal daha da geniş gülümsedi. O anda kader, her şeyi değiştirmişti.
Sonraki beş dakika tuhaftı. Elif, durumun absürtlüğü yüzünden hala biraz sersemlemiş halde Kemal’in karşısında oturuyordu. O ise hiç utanmadan menüye bakıyordu. “Peki,” dedi başını kaldırmadan. “Ne önerirsin? Buraya ilk kez geliyorum.” Elif derin bir nefes aldı, dengesini yeniden kazanmaya çalıştı. “Kremalı risotto çok iyi. Biftek de. Ama açıkçası, biz… bu durumu resepsiyonla netleştirmeliyiz.”
Kemal nihayet ona baktı, menüyü bırakarak. “Yapabiliriz. Ya da sadece bekleyebiliriz. Müşterin muhtemelen geç kalacak. Randevum da bu arada. Normal konuşabiliriz. Hiçbir baskı olmadan.”
Hiçbir baskı olmadan normal konuşmak. Kavram, Elif’e yabancıydı. Yabancı erkeklerle profesyonelce konuşurdu, yapılandırılmış bir amaçla. Ama bunu söyleme şeklinde onu rahatlatan bir şey vardı. Sadece biraz. “Tamam,” dedi. “Ama sadece garson gelene kadar.” Kemal gülümsedi. “Anlaştık.”
Garson siparişlerini aldı. Elif risotto sipariş etti, çünkü güvenliydi, tanıdıktı. Kemal biftek sipariş etti, orta pişmiş, salatayla. Paylaşmak için bir şişe kırmızı şarap. Her şey sıradan, rutin bir şekilde ilerliyordu, tamamen yabancı bir adamla oturduğu ve bu durumun bir randevu olduğunu düşündüğü gerçeği dışında.
Garson gidince bir sessizlik oldu. Rahatsız edici değildi, ama yüklüydü. Kemal, Elif’e kendisini gerçekten görülmüş gibi hissettiren bir şekilde bakıyordu. Yüzeysel bir bakış değil, daha derin. Sanki kim olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Demek danışmanlıkta çalışıyorsun,” dedi. Elif başını salladı. “Evet. Büyük firmalardan birinde proje müdürü. Çok seyahat, çok sunum, çok iş. Bazen stresli görünüyor. Ama severim. Yapılandırılmış, öngörülebilir.” Kemal kaşını kaldırdı. “Öngörülebilir mi? Bu, en heyecan verici tanım değil.” Elif omuz silkti. “Heyecan fazlasıyla abartılıyor.” “Katılmıyorum,” dedi Kemal öne eğilerek. “Heyecan, hayatı yaşamaya değer kılan şeydir. Sürprizler, planlanmayan şeyler.”
Elif ona baktı. İçinde bir şey hissediyordu: Merak mı, rahatsızlık mı? Belki ikisi birden. “Sen ne iş yapıyorsun?” “Mimarım,” dedi. “Evler, binalar tasarlıyorum. Bazen kamusal yapılar. Yaratıcı bir iş. İki proje asla aynı değildir.” “Öngörülemez görünüyor.” Kemal güldü. “İşte bu doğru.”
Şarap geldi. Garson onlara birer kadeh doldurdu. Elif bir yudum aldı. Pürüzsüz, zengin. Normalde kendisi için aldığından daha pahalıydı. Kemal de bir yudum aldı. Sonra kadehini koydu. “Sana bir şey sorabilir miyim?” dedi. “Ne olduğuna bağlı.” “Neden kalmayı kabul ettin? Kalkabilirdin. Garsona bir hata olduğunu söyleyebilirdin. Ama yapmadın.”
Elif bir an sessiz kaldı. Bu iyi bir soruydu. Neden kalmıştı? Rasyonel nedenler bulabilirdi: Yorgunluk, yüzleşmeye gerek olmaması, sadece kibar olmak. Ama gerçek farklıydı. Kaldı çünkü gözlerindeki bir şey, o umut, o içtenlik onu kalmaya ikna etmişti. Sadece bir an için. Sadece bir müşteri olmayan, meslektaş olmayan, dikkatle kontrol edilen hayatının parçası olmayan biriyle oturmanın nasıl bir şey olduğunu görmek için.
“Bilmiyorum,” dedi sonunda. “Belki aptallıktan. Ya da belki cesaretten.” “Ve bu cesaret işe yarar,” dedi Kemal sessizce. Ve bunu söyleme şekli, Elif’in kalbinin biraz daha hızlı atmasına neden oldu.
Akşam yemeği, Elif’in planladığından çok daha uzun sürdü. Bir saat, sonra iki saat, sonra üç saat. Risotto lezzetliydi, ama Elif zar zor fark etti, çünkü konuşmakla çok meşguldü. Gerçek konuşma. İş hakkında değil, rezervasyonlar veya programlar hakkında değil, hayat hakkında, hayaller hakkında, onları korkutan şeyler hakkında, sevdikleri şeyler hakkında.
Kemal, çocukken Lego ile bir şeyler yapmayı sevdiği için nasıl mimar olduğunu anlattı. Hiçbir şeyden bir şey yaratma dürtüsünün şimdi onu nasıl yönlendirdiğini, yakında başlayacağı bir projeden bahsetti: Konya dışında küçük bir kasabada bir okul. Sadece işlevsel değil, aynı zamanda ilham verici, çocukların çevrelerinin güzel ve saygıya değer olduğunu hissettikleri bir alan yaratmaya çalışıyordu.
“Kulağa çok güzel geliyor,” dedi Elif samimiyetle. “Öyle,” diye yanıtladı Kemal. “Ama zor. Her zaman uzlaşmalar var. Bütçe, düzenlemeler, insanların beklentileri. Vizyon ve gerçeklik arasında denge bulmalısın.” “Bu biraz hayat gibi,” dedi Elif kendini tutamadan. Kemal ona baktı. Gözleri dikkatliydi. “Aynen hayat gibi.”
Seyahat hakkında konuştular. Kemal, Barcelona’da Gaudi’nin mimarisini incelerken geçirdiği bir yılı, Sagrada Familia’yı görmenin alan ve güzellik hakkındaki düşünce şeklini nasıl değiştirdiğini anlattı. Elif, iş seyahatleri hakkında konuştu: Londra, Berlin, Amsterdam. Ama bu şehirleri asla bir turist olarak görmediğini itiraf etti. Her zaman havaalanı, otel, ofis, havaalanıydı. Asla müzeler, asla sokaklarda yürüyüş, asla hayat. “Bu üzücü,” dedi Kemal. “Bu pratik,” diye yanıtladı Elif. “Belki biri diğerini dışlamaz.”
Aile hakkında konuştular. Kemal, mühendis babası ve öğretmen annesinin ona çalışkanlık ve dürüstlük değerini nasıl öğrettiğini, şimdi İzmir’de doktor olan, hayat kurtaran, onu gururlandıran küçük kız kardeşini anlattı. Elif, on yıldır dul olan, Ankara’da küçük bir dairede yaşayan yalnız ama güçlü annesini anlattı. Yirmi iki yaşındayken kanserden kaybettiği babasını, ona söylemek istediği her şeyi söyleyemeyecek kadar genç kaybettiğini. “Üzgünüm,” dedi Kemal sessizce. “Teşekkür ederim. Uzun zaman oldu ama hala özlüyorum.” “Önemli insanlar için her zaman böyledir.”
Elif ona baktı ve o akşam ilk kez gözlerinde yaşlar hissetti. Ağlamadı. Burada değil, şimdi değil. Ama duygu oradaydı. Çünkü yıllardır kimse onunla bu kadar dürüstçe, bu kadar insanca konuşmamıştı.
Ve sonra, planlamadığı bir şey yaptı. Ona Murat’ı anlattı. Her şeyi değil, detayları değil, ama özünü: Birini sevdiğini, gelecek planladıklarını, onun aldattığını, onu suçladığını ve artık birine güvenebileceğine inanmayı bıraktığını.
Kemal, araya girmeden dinledi. Elif bitirdiğinde, sonsuza kadar hatırlayacağı bir şey söyledi: “Senin hatan değildi. Bunu biliyorsun, değil mi?” Elif omuz silkti. “Bazen merak ediyorum. Ya daha iyi olsaydım, ya daha çok çabalasaydım…” “O zaman hala seni hak etmeyen biriyle birlikte olurdun. Ve bu daha kötü olurdu.”
Elif ona baktı. Sözlerindeki bir şey, basitlik, gerçeklik, içinde bir şeyin kırılmasına neden oldu. Sadece biraz. Işığın içeri girmesi için yeterliydi.
Garson hesabı getirdiğinde Elif saatine baktı ve şok oldu: 22:30. Burada üç saatten fazla zaman geçirmişti. Müşterisi asla gelmemişti. Kemal’in randevusu asla görünmemişti. Ama ikisi de umursamıyor gibiydi.
“Paylaşalım mı?” diye önerdi Kemal. “Hayır, bırak ben ödeyeyim. Tüm bu durumu başlatan benim rezervasyonumdu.” Kemal güldü. “Tamam, ama sıradaki sefer ben ödüyorum.” Sıradaki sefer. Kelimeler aralarında havada asılı kaldı. Belirsiz, vaat dolu.
Restoranın dışına birlikte çıktılar, serin İstanbul gecesine. Sokaklar sessizdi, boştu, bir filmden fırlamış gibi romantikti. “Seni eve kadar bırakabilir miyim?” diye sordu Kemal. “Gerek yok. Kadıköy’de oturuyorum. Uzun bir yol.” “Yakın olup olmadığını sormadım. Bırakabilir miyim diye sordum.” Elif o akşamki ilk gerçek gülümsemesiyle gülümsedi. “Tamam.”
Ve şehirde birlikte yürüdüler. Konuşarak, gülerek, ikisinin de uzun zamandır hissetmediği bir şeyi hissederek. Umut.
Ertesi gün Elif, adını koyamadığı bir hisle uyandı. Mutluluk değildi, henüz değil. Ama bir şeydi. Göğsünde hafif bir sıcaklık, bir şeylerin değiştiği bilinci. Kemal’le geçirdiği akşam planlanmamıştı. Yapısının bir parçası değildi. Ama olmuştu ve güzeldi.
Telefonunu kontrol etti. Ondan bir mesaj vardı, gece 10’da gönderilmişti. Hayatımdaki en iyi kazara randevu için teşekkürler. Tekrarlamak istersen, bu sefer kasıtlı olarak haber ver. K.
Elif mesaja uzun süre baktı. Bir parçası hemen cevap vermek istedi. Bir parçası ise silmek istedi. Korkan parçaydı bu. Acıyı, ihaneti, hayal kırıklığını hatırlayan parça. Ama başka bir parça da vardı. Küçük, sessiz bir parça şöyle diyordu: Ya bu sefer farklıysa?
Elif bir cevap yazdı. Kısa, basit: Belki. Düşünmem lazım. Düşünebilmeden önce gönderdi.
Bir hafta sonra tekrar buluştular. Bu sefer Fatih’te küçük, rahat bir kafeydi. Tanıştıkları şık restorandan uzakta. İki saat konuştular. Sonra bir hafta sonra Emirgan’da bir yürüyüş. Sonra akşam yemeği, sonra sinema, sonra…
Kemal sabırlıydı. Zorlamadı. Elif’in neden bu kadar dikkatli, bu kadar korunaklı olduğunu sormadı. Sadece oradaydı. Tutarlı, dürüst, iyi. Ve Elif yavaşça, onu içeri almaya başladı. Aniden değil, dramatik olarak değil, ama yıllardır kapalı olan bir kapıyı açar gibi, kademeli olarak ve dikkatle.
Üç ay sonra Kemal onu ofisinin çatısına çıkardı. Normalde girilmesi yasak olan bir yerdi, ama binanın mimarı olduğu için anahtarı vardı. Orada durdular, İstanbul’un ışıklarına bakarak. Ve Kemal, Elif’in kalbinin durmasına neden olan bir şey söyledi:
“Komik olan ne biliyor musun? O gece gitmem gereken kör randevu… Asla gelmedi. Arkadaşıma sordum, son dakikada başka biriyle tanıştığı için iptal etmiş. Yani ben o masada tamamen yalnızdım. Kimseyi beklemiyordum.”
Elif ona baktı. Kalbi göğsünde çarpıyordu. “Ve ben, buluşacağım müşteriyle buluşacaktım. O asla gelmedi. Daha sonra kontrol ettim. Tarihi karıştırmış. Bir hafta sonra olduğunu sanmış.” Kemal gülümsedi. “Yani ikimiz de yanlış masada, yanlış zamanda mıydık? Yoksa…” “Doğru masada, doğru zamanda,” dedi Elif sessizce. Kemal ona baktı. Gözleri sıcaklık, umut ve aşkla doluydu. “Sanırım ikincisi.” Ve onu öptü. İlk öpücük. Yumuşak, nazik, vaatle dolu.
Bir yıl sonra Elif ve Kemal birlikteydi. Mükemmel değildi. Hiçbir ilişki mükemmel değildir. Tartışmaları, yanlış anlamaları, Elif’in kapandığı ve Kemal’in ona güvende olduğunu, başka biri gibi onu incitmeyeceğini hatırlatması gereken anlar vardı. Ama birlikte çalıştılar.
Elif terapiye gitmeye başladı. Kemal istediği için değil, gitmesi gerektiğini fark ettiği için. Geçmişe bu kadar sıkı tutunurken bir gelecek inşa edemezdi. Terapist, Murat’la olanların onun değerini tanımlamadığını görmesine yardım etti. İhanet, ihanet edenin karakterini anlatır, ihanete uğrayanın değil.
Kemal, on sekiz ay sonra Elif’in dairesine taşındı. Bu büyük bir karardı. Elif tereddüt etti, ama Kemal sabırlıydı. Bekleyeceğini söyledi. Ve üç hafta düşündükten sonra Elif, beklemek istemediğini fark etti. Yaşamak, risk almak, sevmek istiyordu.
Restorandaki o geceden tam iki yıl sonra Kemal ona evlenme teklif etti. Abartılı değildi. Kalabalık yoktu, havai fişek yoktu. Sadece ikisi, üçüncü randevularını yaptıkları, önceden gelen yüzlerce çiftin baş harflerinin oyulduğu eski meşe ağacının altında.
“Elif,” dedi, küçük bir kadife kutu tutarak. “Kadere inanan biri olmadığını biliyorum. Planları, yapıyı, kontrolü tercih ettiğini biliyorum. Ama o gece yanlış masaya oturup kalmaya karar verdiğinde hayatımı değiştirdin. Beni değiştirdin. Ve hayatımın geri kalanını sana aşkı hak ettiğini kanıtlamak için geçirmek istiyorum. Risk etmeye değer olduğunu. Benimle evlenir misin?”
Elif ona baktı. Gözyaşları yanaklarından akıyordu ve yıllar sonra, çocukluğundan beri hissetmediği bir şeyi hissetti: Mutlak kesinlik, mutlak sevinç. “Evet,” diye fısıldadı. “Evet.”
Düğün küçüktü. Sadece aile ve en yakın arkadaşlar. Ankara dışındaki Kemal’in ebeveynlerinin evinin bahçesinde yapıldı. Kemal’in kendisinin tasarladığı çiçeklerle, gösteriden çok vaatlerle ilgili basit bir törendi. Elif, orada dururken, Kemal’in elini tutarken, yeminlerini dinlerken o geceyi düşündü. Yanlış masaya oturup kalmaya karar verdiği geceyi, olmaması gereken geceyi. Her şeyi değiştiren geceyi.
O zaman bir şey öğrenmişti. Hayat her zaman plana göre gitmez. En iyi şeyler genellikle her şeyi kontrol etmeye çalışmayı bıraktığınızda gelir. Bazen hataya, sürprize, mucizeye izin vermelisiniz. Ve aşk, gerçek aşk mükemmellikten gelmez. Cesaretten gelir. Güvenmeye cesaret, açılmaya cesaret. Her şey içinizde hayır diye bağırdığında bile evet demeye cesaret.
Beş yıl sonra Elif ve Kemal’in iki çocukları vardı: Zeynep adında bir kız ve Deniz adında bir oğlan. Kemal’in tasarladığı, ışık, sıcaklık ve aşk dolu bir evde yaşıyorlardı. Bazen Elif, kocasını bahçede çocuklarla oynarken izlerken, eski halini hatırlardı. Sonsuza kadar yalnız kalacağına emin olan kadını, aşka inanmayı bırakan kadını. Ve hata için minnettar hissederdi. Yanlış masa için, olmaması gereken akşam için. Çünkü tam olarak her şeyin doğru olmasını sağlayan buydu.
O geceden on yıl sonra Elif ve Kemal Zümrüt’e döndüler. Özel bir durum için değil, sadece her şeyin başladığı yeri hatırlamak istedikleri için. 7 numaralı masayı istediler. Garson, o gecekiyle aynı değildi ama aynı derecede profesyoneldi ve onları gülümseyerek götürdü.
Oturduklarında birbirlerine baktılar. Kemal gülümsedi. “Hatırlıyor musun?” “Her şeyi,” dedi Elif. “O gece hata olmasaydı, tanışmamış olabileceğimizi düşünüyor musun?” Elif bunu düşündü. “Bilmiyorum. Belki. Ama tanıştık.” “Evet, tanıştık.” Kemal onun elini tuttu. “Bu, kadere inanmana sebep olur mu?” Elif gülümsedi. “Bu, mucizeye inanmama sebep olur.”
Ve bu gerçekti. Çünkü bazen hayattaki en iyi şeyler planlanmaz. Beklenmedik, istenmedik, hayal edilemezdirler. Ta ki olana kadar. Ve sonra her şeyi değiştirirler.