YAŞLI ADAM her gün KAFEYE geliyordu HİÇBİR ŞEY içmiyordu, gerçeği öğrenen kafe sahibi AĞLADI!

Sıcak Yuva’nın Gizemli Misafiri: Mehmet Bey’in Sırrı
I. Köşe Masasındaki Hüzün
İstanbul’un hareketli Kadıköy sokaklarında, 32 yaşındaki Emre Yılmaz, Sıcak Yuva Kafe adlı küçük işletmesini tek başına işletiyordu. Enerjisi, güler yüzü ve enfes kahveleriyle kısa sürede mahallenin gözdesi olmuştu. Her sabah 06:00’da kepenkleri açar, günün karmaşasına girmeden önce taze kahve kokusunu içine çekerdi. Ancak son üç aydır, hayatına giren gizemli bir müşteri, Emre’nin neşesini gölgede bırakacak büyük bir sır taşıyordu.
Ekim ayının soğuk ve yağmurlu bir sabahıydı. Saat 09:30’u gösterdiğinde, kapıdan yaklaşık 65 yaşlarında, gri saçlı, düzgün giyimli bir adam girdi. Yüzünde, tüm dertleri tek başına taşıyormuş gibi derin ve yorgun bir hüzün vardı. Adam, başını hiç kaldırmadan, doğruca pencerenin yanındaki köşe masasına yürüdü ve oturdu.
Emre hemen yaklaştı. “Hoş geldiniz efendim, ne içmek istersiniz?”
Adam yavaşça başını kaldırdı. Gözleri, sanki uzun bir ağlama seansından çıkmış gibi hafifçe kırmızıydı. “Teşekkürler oğlum. Sadece biraz oturmak istiyorum. Rahatsızlık vermezsem.”
Emre şaşırdı. Müşteriler her zaman bir şeyler sipariş ederdi. “Elbette efendim, buyurun rahat edin. Ama bir çay falan?”
“Hayır oğlum, teşekkür ederim. Sadece oturacağım.”
Mehmet Bey, adını sonradan öğrendiği bu gizemli adam, tam otuz dakika oturdu. Hiç konuşmadı. Sürekli pencereden dışarı baktı, bazen de cebinden buruşuk bir fotoğraf çıkarıp ona uzun uzun baktı. Gözleri doluyor ama ağlamıyordu; sanki ağlamaya bile hakkı yokmuş gibi, gözyaşlarını hemen siliyordu. Tam 10:00’da ayağa kalktı. “Teşekkürler oğlum,” dedi ve ayrıldı.
Ertesi gün, sonraki gün ve haftalarca bu ritüel tekrarlandı. 09:30’da gelir, 10:00’da giderdi. Hiçbir şey sipariş etmezdi. Mahalleli de durumu fark etmeye başlamıştı. Berber Mustafa Usta’dan bakkal Ahmet Abi’ye kadar herkes merak ediyordu. “Bu adam kim, neden her gün geliyor da tek kuruş harcamıyor?”
II. Gözyaşları ve Sessiz Konuşmalar
İkinci hafta Emre cesaretini topladı. “Efendim, her gün geliyorsunuz. Lütfen, size bir çay ikram etsem çok mutlu olurum.”
Adam, Mehmet Özkan, nazikçe gülümsedi. “Sen çok iyi bir çocuksun oğlum. Ama bana bir şey içirme zahmeti verme. Ben sadece buraya oturmaya geliyorum.”
“Peki, neden burayı seçtiniz?” diye sordu Emre.
Mehmet Bey derin bir nefes aldı. “Çok özel bir yer burası. Benim için… çok özel.”
Haftalar geçtikçe, Emre bazı detaylar fark etti. Mehmet Bey her gün aynı lacivert ceket, beyaz gömlek ve koyu renk pantolonu giyiyordu. Saate sürekli bakması, tam dakikasında gelip gitmesi, bu zaman diliminin ne kadar önemli olduğunu gösteriyordu. Ve en önemlisi, başka masalar boş olsa bile o köşe masasını tercih etmesiydi. Dudakları bazen kımıldıyor, Emre “Özür dilerim” kelimesini yakaladığı oluyordu.
Bir ay sonra Emre, Mehmet Bey’e yaklaşıp son soruyu sordu: “Efendim, bu masa sizin için özel mi?”
Mehmet Bey başını kaldırdı. Gözleri dolmuştu. “Evet oğlum, çok özel. Burası, burası benim kızımla son buluştuğumuz yer.”
Emre’nin kalbi sıkıştı. “Kızınız mı?”
“Evet, Zeynep. En değerli hazinemdi ama artık yok.”
III. Zeynep’in Ritüeli
Artık sırlar dökülmeye başlamıştı. Mehmet Bey, emekli bir mühendisti. Kızı Zeynep’in 32 yaşında olduğunu, çocuk hemşiresi olduğunu ve yakında evleneceğini anlattı. “Kendisinin de çocuğu olacaktı,” derken sesi titriyordu. Üç ay önce, başka bir şehirde bir trafik kazasında kaybetmişti onu.
“Zeynep,” diye devam etti Mehmet Bey, “her Cumartesi sabahı tam 09:30’da burada benimle buluşurdu. Bu masayı çok severdi. ‘Baba,’ derdi, ‘Buradan insanları izlemeyi, hayatın akışını seyretmeyi seviyorum.'”
Emre şimdi her şeyi anlamıştı. Mehmet Bey her gün, kızıyla buluşma saatinde, onunla konuştuğu masaya geliyordu.
“Şimdi her sabah buraya gelip onunla konuşuyorum,” dedi Mehmet Bey. “Sanki hâlâ karşımda oturuyor. Ona işten bahsediyorum, mahalledeki olayları anlatıyorum. Evde çok yalnızım. Burada onunla birlikteymişim gibi hissediyorum.”
Mehmet Bey, Emre’ye fotoğrafı çıkardı. “Son buluşmamızda çekmişti. ‘Baba, selfie çekelim,’ demişti. ‘Sen çok tatlısın,’ dedi bana.” Fotoğrafta, genç bir kadın babasına sarılmış gülümsüyordu.
Emre’nin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Peki, Mehmet Bey,” diye sordu kalbi paramparça olarak. “Neden hiçbir şey sipariş etmiyorsunuz?“
Mehmet Bey acı bir gülümsemeyle cevap verdi: “Zeynep hep benim için sipariş verirdi. Ben menüye bakmasını bile bilmem. ‘Baba sen hiç karışma,’ derdi. Ben çay içerdim, o da Türk kahvesi. İkimize de börek alırdı… Tek başıma sipariş vermek… Sanki ona ihanet ediyormuşum gibi geliyor. Bu bizim ritüelimizdi. Onu değiştirmek istemiyorum.”
IV. Acıyı Umuda Çevirmek
Zamanla mahalleli de Mehmet Bey’in hikâyesini öğrendi. Berber Mustafa Usta ücretsiz tıraş teklif etti, çiçekçi Ayşe Teyze her hafta Zeynep’in mezarı için çiçek hazırladı. Ama Mehmet Bey nazikçe hepsini reddetti. O sadece kızıyla sessizce buluşmaya geliyordu.
İki ay daha geçti. Bir sabah Mehmet Bey her zamankinden farklı, daha huzurlu görünüyordu. Emre’ye yaklaştı.
“Emre oğlum,” dedi. “Dün gece Zeynep rüyama girdi. ‘Baba,’ dedi, ‘artık benimle burada buluşmana gerek yok. Ben hep senin kalbindeyim. Git artık diğer insanlara da iyilik yap. Benim gibi acı çeken başkaları var.'”
Mehmet Bey cebinden Zeynep’in hastanedeki çocuklarla çekilmiş fotoğraflarını çıkardı. “Bunları sakla oğlum. Zeynep nasıl bir insandı, görmeni istiyorum. O, bütün çocukların mutlu olmasını isterdi.”
Sonra beklenen cümleyi söyledi: “Ben onun hayallerini gerçekleştireceğim. Zeynep Özkan Çocuk Vakfı‘nı kuruyorum. Tüm mal varlığımı bağışladım. Yoksul çocuklara eğitim bursu vereceğiz. Afrika’da hastane yapacağız.”
Emre’nin gözleri yaşlarla doldu. “Bu çok güzel Mehmet Bey.”
Mehmet Bey son kez köşe masasına baktı. “Zeynep’çiğim, artık gitme zamanı. Sen her zaman kalbimde yaşayacaksın ama artık senin adına yaşayacağım.”
Kalktı, Emre’yi kucakladı. “Sağ ol oğlum. Bu üç ay bana çok iyi geldi. Sen gerçekten iyi bir çocuksun.”
Mehmet Bey o gün kafe’den ayrıldı ve bir daha, o eski ritüel için asla geri gelmedi.
V. Gerçek Sevgi Ölmez
Üç ay sonra, gazetelerde büyük bir haber çıktı: “Zeynep Özkan Çocuk Vakfı Kuruldu.” Mehmet Bey, acısını sevgiye, kaybını umuda çevirmişti.
O akşam Emre, köşe masasına küçük, el yapımı bir çerçeve koydu. İçinde şu cümle yazıyordu: “Bu masa, Zeynep Özkan ve babası Mehmet Bey’in anısına ayrılmıştır. Gerçek sevgi ölmez, sadece farklı şekillerde yaşar.”
Bir yıl sonra, Mehmet Bey kafeye geldi. Yanında Suriyeli yetim bir kız çocuğu vardı; vakıf sayesinde okuyordu.
“Emre oğlum,” dedi. “Bu Fatma. Zeynep’in manevi kız kardeşi.”
Küçük kız gülümsedi. “Zeynep Abla bana rüyalarımda ders veriyor. O benim melek ablam.”
O gün üçü, Zeynep’in masasında oturdular. Kahvelerini içtiler, böreklerini yediler. Zeynep’in anılarıyla, sevgisiyle dolu yeni bir başlangıçtı bu. Emre, bu deneyimden çok şey öğrenmişti; artık kafesindeki her müşteriye, taşıdığı gizli hikâye için farklı bir gözle bakıyordu.
Zeynep’in masası hâlâ orada duruyor. Artık yetim çocuklar, Mehmet Dede’nin anlattığı hikâyeleri dinliyor. Ve bazen, özellikle Cumartesi sabahları 09:30’da, sanki Zeynep hâlâ orada oturuyor, gülümsüyor ve hayatın akışını seyrediyordu. Çünkü gerçek sevgi ölmez; sadece binlerce çocuğun hayatında, farklı şekillerde yaşamaya devam eder.