“Beni öpebilir misin? O burada,” — dedi kadın, adamın kendi CEO patronu olduğunu bilmeden…
Acil servis bekleme salonunun floresan ışıkları Emma Chen’in başının üzerinde uğuldayarak yanıyordu. 27 yaşındaki genç kadın, soğuk hastane duvarına yaslanmış, titreyen elleriyle telefonunu zor tutabiliyordu. Junior bir pazarlama koordinatörü olarak çalışıyor, maaşının yarısını göçmen ailesine gönderiyordu. Ancak şimdi, hayatının en kötü anlarından birini yaşıyordu. Eski erkek arkadaşı Marcus, birkaç metre ötede, otomat makinelerinin yanında durmuş, kalabalık bekleme salonunu avcı bir dikkatle tarıyordu. Bir zamanlar sevgi sandığı o bakışların altında şimdi sadece tehdit ve öfke vardı.
Emma, ne kadar kör ve aptal olduğunu düşündü. Çantasındaki uzaklaştırma kararı, şu anki durumda bir peçeteden farksızdı. Derin bir nefes alarak fısıldadı: “Lütfen… birisi, yardım edin.” Gözyaşları yanaklarından süzülürken, çaresizlik içinde etrafına bakındı.
O sırada onu gördü. Karizmatik bir adam, pahalı bir kömür rengi takım elbise giymişti. Hafif buruşmuş ceketi ve gözlerinin altındaki yorgunluk halkaları, uykusuz gecelerin izlerini taşıyordu. Resepsiyon masasının yanında durmuş, telefonu kulağında, sert bir ses tonuyla talimatlar veriyordu. Her haliyle güç, kontrol ve otorite yayıyordu. Emma, normalde böyle bir adamın kendisini fark etmeyeceğini biliyordu. Ama o an başka seçeneği yoktu.

Marcus’un onu fark ettiğini gördü. Adamın yüzünde tanıdık bir ifade belirmişti; bu, kötü şeylerin yaklaştığının habercisiydi. Marcus, kalabalığın arasından ona doğru ilerliyordu. Emma’nın sadece birkaç saniyesi vardı.
Kalbi göğsünden çıkacakmış gibi atarken, adamın yanına doğru yürüdü. “Özür dilerim,” dedi panikle, sesi titriyordu. “Çok özür dilerim ama lütfen… bana yardım etmelisiniz.” Adam, şaşkın bir ifadeyle ona baktı, telefonu hâlâ kulağındaydı. Gözleri koyu kahverengiydi; yorgun ama dikkatli ve keskin bir zekâya sahip olduğu belliydi.
“Beni öpebilir misiniz?” diye pat diye sordu Emma. Kelimeler ağzından dökülüyordu. “Lütfen, o burada. Geliyor. Eğer biriyle olduğumu düşünürse belki…” Sesi çatladı. “Lütfen.”
Adamın bakışları Emma’nın omzunun üzerinden geçti ve yüzündeki ifade birden ciddileşti. Hiçbir şey sormadı, tereddüt etmedi. Telefonunu kapattı, cebine koydu ve iki eliyle Emma’nın yüzünü nazikçe tuttu. “Bana güven,” diye fısıldadı. Ardından dudakları Emma’nınkine değdi.
Bu bir öpücükten çok bir koruma kalkanıydı. Emma, bunun bir nezaket hareketi olduğunu biliyordu. Ama adamın elleri nazikti, başparmağı yanağındaki bir gözyaşını silerken, Emma kendini beş saniyeliğine güvende hissetti. Adam geri çekildiğinde, kolunu Emma’nın beline doladı ve birlikte Marcus’a döndüler.

Marcus, birkaç adım ötede durmuş, öfkeyle bakıyordu. “Emma, konuşmamız lazım,” dedi sert bir sesle. Adamın sesi sakindi ama tehditkâr bir ton taşıyordu. “Bayan sizinle konuşmak istemiyor,” dedi.
“Bu senin işin değil, adamım,” diye karşılık verdi Marcus. “Emma, hadi ama, biliyorsun, biz birbirimize aitiz.”
Adamın kolu Emma’nın beline daha sıkı sarıldı. “O benimle ve şimdi gitmelisiniz,” dedi kararlı bir şekilde. Marcus bir adım daha attı, Emma istemsizce irkildi. Ama adam yerinden kıpırdamadı. Sadece telefonunu cebinden çıkardı ve ekrana dokundu. “Güvenliği çağırıyorum,” dedi sakince. “On saniyen var. Ya kendi isteğinle gidersin ya da uzaklaştırma kararını ihlal ettiğini polise açıklarsın. Seçim senin.”
Marcus’un yüzündeki öfke çatladı. Parmağını Emma’ya doğrulttu, titreyen bir sesle, “Bu bitmedi,” dedi. Adam, “Evet, bitti,” diye karşılık verdi. Marcus sonunda kapıya yöneldi ve dışarı çıktı.
Emma, adamın göğsüne yaslanmış, hâlâ titriyordu. “Gitti mi?” diye fısıldadı.
Adam başını salladı. “Güvenlik, arabasına bindiğini izliyor.” Ardından Emma’yı nazikçe bıraktı, onun dengede olduğundan emin oldu. “İyi misiniz? Birini aramamı ister misiniz?”

Emma başını salladı, konuşamıyordu. Adrenalin vücudundan çekilirken, boşluk ve yorgunluk hissiyle doluydu. “Hey, hey, gelin buraya,” dedi adam. Emma’yı bir sandalyeye oturttu, onun yanında diz çökerek sırtını nazikçe sıvazladı. Emma, gözyaşlarına engel olamadı ve o hastane bekleme salonunda tamamen dağıldı.
Kendine geldiğinde, adama baktı. “Teşekkür ederim,” dedi boğuk bir sesle. “Size nasıl teşekkür edeceğimi bile bilmiyorum.”
Adam gülümsedi. “Teşekkür etmenize gerek yok. Sadece insanlık görevimi yaptım.”
Adam ceketinin cebinden bir kartvizit çıkardı. “Ben James Caldwell. Eğer o adam geri dönerse ya da yardıma ihtiyacınız olursa, beni arayın. Gece ya da gündüz fark etmez.” Emma kartı aldı, teşekkür etti ve eve gitmek üzere bir Uber çağırdı.
Eve vardığında, kartvizite baktı. Kartta yazan ismi görünce nefesi kesildi: James Caldwell, CEO, Caldwell ve Ortakları Pazarlama Şirketi. Bu, Emma’nın çalıştığı küçük ajansı yeni satın alan dev şirketti. James Caldwell, artık Emma’nın patronuydu.
Pazartesi sabahı, Emma işe giderken midesinde bir düğüm vardı. Ofisteki herkes, yeni şirketin yöneticileriyle yapılacak toplantıyı konuşuyordu. Emma, toplantı salonunun arkasında bir köşeye saklandı. Ancak James Caldwell’i görmezden gelmek imkânsızdı. James konuşmaya başladığında, gözleri Emma’yı buldu. Küçük bir gülümsemeyle ona baktı. Emma, o an bu adamın sadece bir CEO olmadığını, aynı zamanda insanlığıyla da güçlü biri olduğunu anladı.