“BU TEKNEYİ TAMİR EDEBİLİRSEN, SENİN OLUR” DİYE GÜLDÜ MİLYONER KADIN. AMA O BİR DAHİYDİ.
Mersin Limanı o sabah tuzlu rüzgârla birlikte hüzün kokuyordu.
Yirmi üç yaşındaki Oğuz Demirer, paslanmış alet çantasını sıkı sıkıya tutarak hasarlı bir tekneye baktı. Babası denizde kaybolmuş, annesi birkaç ay önce hayata veda etmişti. Elinde sadece onlardan kalan bilgiler ve eskimiş birkaç alet vardı.
Limanın görünmez işçilerinden biriydi. Akgün Denizcilik’te temizlikçi olarak çalışıyor, kimsenin dikkatini çekmeden zenginlerin ardını topluyordu. Ama onun elleri sıradan değildi; Necmi amcanın dediği gibi “altın eller”di. Ölü makineleri diriltme yeteneği vardı.
Bir gün limana beyaz elbisesi ve kibriyle Süreyya Akgün geldi. Milyoner bir ailenin kızı, şımarık, buyurgan ve sabırsızdı. Haftalardır tamir edilemeyen lüks teknesine öfkeyle bağırıyor, mühendisleri azarlıyordu. Sonra kalabalığın içinde paspasıyla duran Oğuz’u fark etti. Alaycı bir gülümsemeyle, “Sen, temizlikçi çocuk!” dedi. “Bu tekneyi bir saat içinde tamir edebilirsen, senin olur. Ama başaramazsan limandan kovulursun.”

Kalabalık kahkahaya boğuldu. Oğuz başını kaldırdı, gözlerini Süreyya’nın gözlerine dikti. “Anlaştık, hanımefendi.”
Kaybedecek bir şeyi kalmamıştı.
Dakikalar içinde Oğuz teknenin makine dairesine indi. Kabloların yanlış bağlandığını, valflerin bilerek kapatıldığını fark etti. Bu bir arıza değil, sabotajdı. “Birileri bu tekneyi bilerek bozmuş,” diye mırıldandı. Ter içinde, sistemleri tek tek düzeltmeye başladı. Kalabalık nefesini tutmuş bekliyordu.
Saat elli beşinci dakikayı gösterdiğinde Oğuz derin bir nefes aldı ve marş düğmesine bastı. Önce hafif bir uğultu, ardından güçlü bir motor sesi duyuldu. Tekne, sanki hiç arızalanmamış gibi çalışmaya başlamıştı. Liman bir anda alkışlarla inledi.
Süreyya’nın yüzü bembeyazdı. Herkes onun sözünü hatırlıyordu. “Tekneyi tamir edersen senin olur” demişti. Necmi amca cep telefonunu kaldırdı: “Tüm konuşmayı kaydettim hanımefendi. Herkes şahit.”
Süreyya panikle babasını aradı. Fakat Mert Akgün telefonda soğukkanlı bir sesle, “Yarın sabah toplantıya gelin,” dedi.
Ertesi sabah Oğuz, ilk kez takım elbise giymiş halde Akgün Holding’in cam binasına girdi. Masanın başında oturan Mert Akgün, gri saçlarıyla sert bir görünüme sahipti. “Beş mühendisin yapamadığını bir saatte başardığını söylüyorlar,” dedi. “Nasıl yaptın?”
“Tekne sabote edilmişti efendim,” diye cevap verdi Oğuz. “Kamera kayıtlarını ve kanıtları getirdim.”
Ekranda görüntüler belirdiğinde herkes dondu kaldı. Sabotajı yapan kişi Süreyya’nın kuzeni Cem’di. Mert Akgün öfkeyle yumruğunu sıktı. “Kardeşimin oğlu kendi teknemi sabote etmiş…”
Sonra bakışlarını Oğuz’a çevirdi. “Adın Demirer mi dedin? Selim Demirer’in oğlu musun?”
Oğuz şaşkınlıkla başını salladı. “Evet, efendim.”
Mert’in sesi yumuşadı. “Baban bir dâhiydi. Yıllar önce şirketimin en büyük gemisini o kurtardı. Ona hisse teklif ettim ama reddetti. Özgürlüğünü severdi.”
Oğuz’un boğazı düğümlendi. Babasını ilk kez birinin saygıyla andığını duyuyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra Mert Akgün konuştu:
“Kızımın düşüncesizliği yüzünden şirketim tehlikeye girdi. Sözünü mahkemeye taşısan haklı çıkarsın, ama ben ondan önce adil bir çözüm istiyorum. Tekne senin olsun. Ayrıca şirketin yüzde beş hissesi ve teknik danışmanlık pozisyonu teklif ediyorum.”
Oğuz bir an düşündü. “Ben kimsenin malını istemiyorum,” dedi. “Yalnızca emeğimin karşılığını. Şirket hissesi yerine limanda bir tamir atölyesi kurmak için arsa ve sermaye istiyorum.”
Mert Akgün gülümsedi. “Gerçekten babanın oğlusun. Anlaştık.”
Toplantı bittiğinde Süreyya sessizdi. Yüzünde öfke, hayranlık ve pişmanlık karışımı bir ifade vardı. Oğuz’un yanına yaklaşarak fısıldadı:
“Dün beni rezil edebilirdin. Neden yapmadın?”
“Çünkü intikam sizi küçültür,” dedi Oğuz. “Ben farklı olmayı seçiyorum.”
Süreyya başını eğdi. O an ilk kez, aşağı gördüğü birine saygı duymayı öğrendi.
Oğuz binadan çıktığında Necmi amca onu limanda bekliyordu. “Nasıl geçti evlat?”
Oğuz gülümsedi. “Artık kendi teknem var. Ve yakında kendi atölyem de olacak.”
Yaşlı adamın gözleri doldu. “Baban gurur duyardı. Annen de öyle.”
Ama kader bir kez daha oyun oynayacaktı. Bir hafta sonra Oğuz, anlaşma gereği kendisine verilmesi gereken liman arsasını almak için şirkete gittiğinde, gayrimenkul müdürü Tevfik Bey soğuk bir ifadeyle, “Üzgünüm, Mert Bey’in talimatı değişti. O bölge yeni marina projesine ayrıldı,” dedi.
Oğuz şaşkına dönmüştü. Masadaki belgelerde tarihlere baktı: proje anlaşmadan önce onaylanmıştı. Yani birileri onu kandırmıştı.
“Bu adil değil,” dedi öfkeyle.
Tevfik omuz silkti. “İstersen şehir dışında bir arsa verebiliriz. Ya da bekle… belki Mert Bey dönerse konuşursun.”
Oğuz ofisten çıktığında rüzgâr yine tuzluydu. Deniz dalgaları iskeleye vururken içinden bir ses yükseldi:
Savaş bitmedi.
Artık sadece bir temizlikçi değil, bir tekne sahibi ve kendi kaderini yazmaya kararlı bir adamdı.
Babası denizde kaybolmuştu ama onun mirası — o altın eller — hâlâ yaşamaya devam ediyordu.