Mezarda Karşılaşma: Zehra ve İkizlerin Hikayesi
İstanbul’un gri gökyüzü Karaca Ahmet mezarlığının üzerine ağır bir örtü gibi serilmişti. Zehra Arman, Türkiye’nin en büyük otel zincirlerinden birinin sahibi, bir yıl önce trafik kazasında kaybettiği eşi Okan’ın mezarı başında diz çöküyordu. Elinde beyaz ve sarı karanfiller vardı, yüzünde ise buz gibi bir ifade. Zehra, iş dünyasında sertliğiyle tanınan bir kadındı; hiçbir kriz onu sarsamazdı. Ama bugün, unvanlar ve başarılar hiçbir anlam taşımıyordu.
Sessizliği iki ince ses bozdu. Zehra başını çevirdiğinde karşısında yırtık tişörtler içinde, ayakları çıplak, sekiz yaşlarında ikiz erkek çocukları gördü. Çocuklar cesurca mezar taşını işaret etti: “Bu bizim babamız.” Zehra şok içindeydi, ne diyeceğini bilemedi. “Ne diyorsunuz siz?” diye fısıldadı. Çocuklardan biri “Bizi tanımıyorsun ama Okan Arman bizim babamızdı,” dedi. Zehra’nın kalbi, yıllardır taş gibi duran kalbi, ilk kez sarsıldı.
Geçmişe döndü; iş kulelerinde otorite kuran, hayatını kontrol eden Zehra şimdi bir bilinmezliğin içine düşmüştü. Yanında 20 yıllık dostu ve avukatı Emel vardı. Emel, Zehra’ya bir zarf uzattı. İçinde Okan’ın yıllar önce başka bir kadınla ilişkisinden doğan ikiz çocukların fotoğrafları, doğum belgeleri vardı. Zehra, kocasının hayatında bilmediği bir bölümü öğrenmişti. Çocukların annesi yıllar önce vefat etmişti, ikizler ise sokaklarda hayatta kalmaya çalışıyordu.
Zehra, çocukları bulmak için harekete geçti. Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan bilgi aldı; ikizler üç yıl önce sistemden düşmüştü, koruyucu aileden kaçmışlardı. Zehra, sabahları mezarlığa gidip çocukları bekledi. Bir akşam, mezar taşının yanında iki küçük gölge belirdi. Zehra onlara sandviç, süt ve su getirdi. Büyük olanın adı Selim, küçük olan Kerem’di. Güvenmekte zorlanıyorlardı; yıllarca kimseye inanmamışlardı. Zehra sabırla, onlara söz verdi: “Sizi bırakmayacağım.”
Bir gece, barakada yangın çıktı. Kerem kurtulmuştu ama Selim kayıptı. Zehra parkın arka tarafında Selim’i buldu, kucağına aldı, hastaneye götürdü. Hastane odasında Zehra çocukların başında bekledi. İlk kez, iş dünyasının demir kadını, kalbini iki küçük çocuğa açıyordu. Selim’in nefesi düzene girince Zehra, “Asla bırakmayacağım,” dedi.
Hastanede geçen günlerde Zehra, çocuklarla oyunlar oynadı, kitap okudu, sütlü irmik yaptı. Onların güvenini kazandı. Kurum müfettişi Sevda Hanım geldi, yasal süreç başladı. Zehra, çocukların geçici koruması için başvurdu. Evini çocuklar için hazırladı; okuma köşesi, gece lambası, kolay ulaşılabilir raflar. Onlara sıcak bir yuva sunmak için her şeyi yaptı.
İlk akşam yemeğinde mercimek çorbası, pilav ve yoğurt vardı. Selim ve Kerem yavaş yavaş alışıyorlardı. Zehra, “Bugün pazardan domates aldım,” diye sohbet açtı. Çocuklar ilk kez bir sofrada güvende hissettiler. Selim gece lambasını aradı, Zehra yanında durdu, “İstersen açık kalsın,” dedi. Kerem fısıldadı: “Anneler iyi geceler der.” Zehra başlarının ucuna eğildi: “İyi geceler çocuklar.”
Mahkeme günü geldiğinde, Zehra çocukların velayetini almak için hakim karşısına çıktı. Hakim, “Daha önce bu çocukların hayatında yoktunuz, neden şimdi annelik talebinde bulunuyorsunuz?” diye sordu. Zehra gözyaşlarıyla cevap verdi: “Onlar kocamın bana bıraktığı en büyük emanettir. Hayatımda çok hata yaptım ama bir şeyi doğru yapmak istiyorum: Onları bırakmamak.” Kerem ve Selim de konuştu: “O bizi bırakmadı. Biz de onu bırakmayacağız.”
Hakim kararını açıkladı: “Zehra Arman, Selim ve Kerem’in yasal velayetini almıştır.” Çocuklar Zehra’ya sarıldı, “Anne!” diye bağırdılar. Zehra onları kucakladı: “Asla bırakmayacağım.” O gün, mezarlığa üçü birlikte gittiler. Çiçekleri toprağa bıraktılar. Zehra, Okan’ın mezarına fısıldadı: “Bundan sonra onlara hem anne hem baba olacağım.”
Aylar geçti. Zehra, iş dünyasındaki başarılarını ikinci plana attı. Çocuklarla sütlü mısır gevreği, pazardan alınan domates, okul ödevleri ve gece lambasıyla dolu bir hayat kurdu. Selim ve Kerem artık yalnız değildi. Evde kapılar hep içeriden açılıyordu. Zehra, geçmişin yükünü sevgiyle taşıdı. Bir yıl sonra, mezar başında üçü el ele durdu. Kerem “Baba, artık bisiklete binebiliyorum,” dedi. Selim, “Gece lambasını kapatabiliyorum.” Zehra, “Hatırlamak sevgiyi yaşatmaktır,” diye fısıldadı.
Artık onlar, yalnız bir kadın ve iki kayıp çocuk değildi. Ellerinde toprak, ceplerinde küçük gece lambaları, ağızlarında yarım kalan bir şarkıyla, gerçek bir aile olmuşlardı.