ARAP MILYARDERIN BEBEĞI GÜNLERDIR HIÇBIR ŞEY YEMEMIŞTI – TA KI FAKIR TEMIZLIKÇI GELIP BEKLENMEDIK…

ARAP MILYARDERIN BEBEĞI GÜNLERDIR HIÇBIR ŞEY YEMEMIŞTI – TA KI FAKIR TEMIZLIKÇI GELIP BEKLENMEDIK…

.
.

Sisli sabahların kucağında saklı bir köy vardı: Kuzdere. Adı gibi kuzeye, sarp dağların eteğine, rüzgârın hep sis taşıdığı vadinin tam ortasına kurulmuştu. Kimseler aklını çekip o ıssız yere gelmezdi; gökyüzünü örtüp köyü sessizliğe boğan beyaz bulut denizi, üstünüze çöker de uzun süre kalkmaz, aniden bastıran yağmurdan bela, birkaç gün göz açtırmaz, bir daha ardına kadar geceye gömerdi. İşte bu yüzden göçüp gitmeyenler, burayı yüreklerine taş gibi koymuştu.

Ben, gazeteci Ece Yılmaz, İstanbul’un karmaşık caddelerinden bıkıp yaz tatili için gidecek bir yer ararken internette karşılaştım. “Sisli Köy Gizemi” başlıklı bir köşe yazısı, yıllar önce kaybolan bir öğretmenin ardından düzenlenen yarım kalmış bir cenaze töreninden bahsediyordu. Okudukça heyecan sardı beni: Bu kadar unutulmuş bir haber hâlâ iz sürüyorsa, belki altında okunmayı bekleyen başka sırlar da vardır. Küçük valizimi hazırladım ve tek başıma Kuzdere’ye yola çıktım.

Sabahın köründe vardığımda minibüs yol boyunca toza bürünmüş duvarları, yarısı harap taş evleri yanımdan geçirdi. İneceğim durağa yaklaştığımda müşfik mi müşfik, yüzünde çizgi çizgi inceden bir gülümseme taşıyan yaşlı bir adam “Hoş geldin kızım,” deyip beni karşıladı. “Benim adım, Rumuz Ahmet. Burada bir tanıdık istemiştiniz.” Saçları ak, bakışları sıcak bir kuş gibi kanatlanıyordu. Daha ilk dakikada anladım: Burası basit bir şehir efsanesinden ibaret değil. Burada yaşayanların her biri kendi sırrı, kendi hüzünlü hikâyesiyle yaşıyordu.

ARAP MILYARDERIN BEBEĞI GÜNLERDIR HIÇBIR ŞEY YEMEMIŞTI – TA KI FAKIR  TEMIZLIKÇI GELIP BEKLENMEDIK... - YouTube

Ahmet’in kerpiçten örülü evine yerleştim. Tek pencereden vadiye bakıyor, akşamüzeri bahçedeki dut ağacının gölgesiyle büyüyen tek odaya hayat veriyordu. İlk akşam yemeğinde, yaşlı kadının pişirdiği karalahana çorbası, taş fırında pişen ekmek ve bal şerbeti gibi tatlı bir hararet geldi içime. “Geceleri çınlıyor anıtın derdi,” dedi Ahmet neredeyse fısıldayarak. “Köyün ortasındaki eski öğretmen evi. Gittikten sonra mezarı bile olmadı. Her gece kapılarını tıklatır, ‘Yeter artık, anımsayın beni,’ der gibi…”

Kalbimde merakın kıvılcımları patladı. Ertesi sabah yayınlamak için yanında kayıt cihazım, not defterimle o ‘eski öğretmen evine’ yürüdüm. Dar toprak patikadan ilerlerken, çam ağaçlarının gölgeleri tek tek beni süzüyordu. Sis, dal budak salıp, uzaklara bakmamı engelliyor, sanki bir muhafız gibi önümü kesiyordu. Yürüdükçe ayak seslerim, damlaların taş tepelerden inmeye çalıştığı sızırtılarla dans etti. Nihayet, soluk taş duvarları yosun tutmuş, kapısı çürüyüp asılı kalmış, pencereleri kırık cam parçalarından ibaret mezar gibi harap yapıyı gördüm.

Defterimi açtım. “Burada ne var?” diye fısıldadım kendi kendime. Adımlarımı sessizleştirip kapıya yaklaştım. Tıkladığımda, tahta kapı dört köşe hıçkırdı. “Girmemelisin,” der gibiydi. Ama korku, merakı yenemiyordu. En derin nefesle kapıyı araladım. İçerisi, uzun koridor ve yıkık dökük odalar; duvarlarda siyah lekeler, tavandaki kirişlerde sinek ölüsü vardı. Toz zerrecikleri gözümün önünde yayılıp gitmiş, soğuk hava içinde titreşiyordu. Duvara yaslanıp tek bir lambaya bakakaldım: Epey yoksul, filân kokan kırmızı bir kandil. Yaklaştım, parmağımı alevin kenarına götürdüm; alaca yanıyor, popom bile tüylerini ürpertiyordu.

Defterimdeki ilk soruyu sordum kendi kendime: “Buraya kim yerleşmiş, neden terk etmiş?” Elimi titreterek lambayı kapatmadım; sönse korkunç bir kahkaha patlar gibi geldi. Koridora döndüğümde, sayısız kapı sıralanıyordu: Öğretmen odası, müdür odası, birkaç sıra derslik… Arka tarafta ise eski bir kütüphane var, dar masif raflarda yıpranmış kitaplar, kukulardan kovukta duran bir çürük ferman makasla kesilmeyi bekliyordu. Bir süredir konuşulmayan sectümlerin, kırpılan harflerin, sansürlenmiş satırların izlerine rastlamaya başlamıştım.

Bir kitap aldım: “Kuzdere Tarihi ve Türküler”. Kitapta bir adet katran gibi siyah ve kapağı bile olmayan bir karton kılıfta kaçırılmış günlüklere dair bir not vardı. “Bu kül rengi defter, eski öğretmenin anılarını barındırır. Sakın okumasın, hayalet gelir.” Aklım karıştı. “Hayalet filan değil, belki aslında çok insani bir uğultu,” dedim. Kendimi frenleyemeyip karton kılıfı yırttım. İçinden, yıllar önce solmuş kağıtlara kazılı bir isim fırladı: “Nuran Yalçın”. Sanki fısıldıyordu: “İzlerimi bul, anla beni.”

Köy meydanına dönmek için kapıyı ittiğimde arkamdan bir gölge süzüldü. “Ne arıyorsun tatlı hanım?” dedi kütük bastonu olmayan bir adımla, uzun paltolu, gri sakallı bir ihtiyar belirdi. Gözleri, sis kadar derin bir hikâye anlatıyordu. “Eski öğretmen evi,” dedim. “Burada çalışan bir öğretmenin anılarını buldum.” İhtiyar kaşlarını kaldırdı. “Nuran Yalçın… O, bizim köyün en parlak öğretmeniydi. Çocukların annesi gibiydi. Fakat bir gün iz bırakmadan kayboldu. Ne mektubu kaldı, ne cesedi. Halbuki fikirleri öyle yaralıydı ki, nice yüreği irkiltti.”

Peşinden gelmemi işaret etti. “Meydanın bitimindeki kareli çay bahçesine gidelim.” Bir fincan çay sohbeti, sis gibi etrafımı sardı. İhtiyar, “Onun peşinden gidenler oldu. Jandarma, öğretmenler, gazeteciler. Kimse izini süremedi. Ancak o günkü bir olay, her şeyi değiştirdi.” Oduncuların dinlenme dönüşünde şüpheli bir kız çocuğu gördüklerini anlattı. “Nuran’ın son sözleri duyuldu: ‘Köyün sırrı… bir öğretmenin umududur.’ Sonra sis bastı ve kız kayboldu.”

Gözlerim parladı. “Bu, bizim bugün gördüğümüz sis mi?” dedim. İhtiyar başını salladı. “Bazen sis, sırları örtmek için gelir. Ama bazen de sırrı ortaya çıkarmak için…” Gülüştük. “Gölgeler hep gizli kalmaz.” Elimdeki mektupsuz defterle ayağa kalktım. Ertesi sabah, güneş parlarken sis yoktu. Görünür olmuştu bütün köy: Sarp kayalar, kınalı toprak yollar, beyaz kerpiç evlerin çatılarındaki fabrika bacası gibi yükselen dumanlar. Ağaçlarda martılar hüzünlü bir ağıt tutturmuş, göl kenarında sazlıklar yelken açıyordu.

Sis geri gelmeden önce, adımlarımla iz sürmem gerekiyordu. Nuran’ın eski öğretmen evi, mahallenin öteki köşesinde, el değmemiş bir uçurumun kenarındaydı. Elimdeki eski harita, defter kapağındaki ejderha kabartmasıyla eşleşiyordu. Daracık tünelden, arkası bakımsız bir bahçeye indim. Ortada meydana yıkılmış bir sundurma, altında yılların sarıldığı paslı bir kapak gözüme ilişti. “Burada olduğunu bildiğim her şeyi ortaya çıkaracağım,” dedim.

Kapakta rastladığım iki anahtarla kilidi açtım: İnce ışık huzmeleri, taş bir merdiveni aydınlattı. Aşağı indikçe buhar bastırıyor, nabzımı titretiyordu. En altta, kesim taşlarla örülmüş hasır gibi bir köşe vardı: Ortasında bakır bir sandık. Sandığın içi çürük fermanlar, sansür damgası yutulmuş mektuplar, eski gazete kupürleriyle doluydu. İhtiyarın anlattığı “kareli çay bahçesi” ifadesi de nihayet anlam kazandı: Hepsi Nuran’ın kayboluşunun nedenini; köyün bir zamanlar tanınan bir maden ocağı, ardından taşeron şirketlerin gizli test sahası, sonra da üzeri kapatılmış kirli tarihini itiraf ediyordu.

Defteri elime aldım. Nuran’ın kalemiyle yazdığı son satırlar: “Çocuklara yalan söylemeyin. Bu topraklar ateşle ısındı, kanla didindi. Tek kurtuluş, gerçeğe tutkuyla sarılmaktır. Gölgelerimizi yenecek ışık, bir öğretmenin umut dolu yüreğinde saklıdır.” Gözyaşlarım sıcak bir sel oldu: Bu yalnız bir öğretmenin değil, tüm köyün içindeki vicdanın çığlığıydı. “Gerçek, cesaret ister,” diyerek harfi vurguladım. Sandığı kapatıp üstüne defin işaretini taşıyan küçük bir not iliştirdim: “Nuran’ın umut ışığı, gelecek nesillerin yolunu aydınlatsın.”

Çıkarken sis yeniden çökmeye başladı. Koridoru terk edip yukarı çıktığımda, havada yeni bir huzur vardı: Sis artık sanki köye temizliği taşımış, sırrı açığa çıkarma görevini tamamlamış gibiydi. Köy meydanına dönerken, yıkık eski anıtın yanından geçtim. Artık çocukların sesi geliyordu: “Öğretmenler Günü geldi mi?” diye soran minicik ağızlar, sıradan selam yerine bir gülücük armağan ediyordu birbirine. Sisli gölgelerin ardında saklı kalan cesaret, güneş doğar doğmaz hayatın yankısını getirmişti.

Kuzdere’deki son durağım, meydandaki çınar ağacıydı. Gölgesinde kurulu çay bahçesinde, Rumuz Ahmet beni bekliyordu. “Ne buldun, kızım?” diye sordu. Sandığı işaret ettim. “İşte bu.” Elindeki çayı masaya bıraktı. “Bütün köyün vicdanı orada,” dedi sessizce. “Şimdi huzurla gömebiliriz.” İkimiz birlikte kalkıp toprak çukuruna doğru yürüdük. Sandığı bıraktıkça, toprağın kokusu değişti: Bir yük, sorumluluğun ağırlığı değil; gerçekleri korumanın onuru hepimize el sallıyordu.

Gömme töreninde köy halkı, öğrenciler, eski öğretmenler bir araya geldi. Herkes sessizdi. Tek tük bir kuş sesi dışında, rüzgârın uzak tepelerdeki çıngırakları çalıyordu. Defterin kapağında Nuran’ın imzasını andık. “Gerçek ışığı, cesur bir yürekten doğar,” dedim mikrofonun başında titreyen sesimle. O andan sonra hiç sis inmedi Kuzdere’ye. Gölgeler, aydınlığı uğurlarken incir ağacının dalları arasında sabah şarkılarını tutturdu.

Şimdi, İstanbul’daki masamda bu satırları yazarken, aklım hâlâ o beyaz bulutlar içinde saklı köye gidiyor. Gerçekler, en beklenmedik yerde karşınıza dikilebilir; cesaret ettikçe aydınlanır, ürperte ürperte yol gösterir. Kuzdere’nin sırrı işte buydu: Sis, yalnızca örtmez, aynı zamanda ışığı bekler. Ve ışık, bir öğretmenin, bir gazetecinin, hatta bir çay bahçesinin samimi sessizliğinde filizlenir. Gerçek, cesaret ister. Ve bu cesareti gösteren herkes, kendi sisini deler, kendi ışığını doğurur.

 

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News