Ayrıca yapılacak bir şey olmayabilir ve ihtiyaçlarınıza uygun olmayabilir.
Benim adım Elif. Türkiye’nin iç kesimlerinde, orta büyüklükte bir şehirdeki bir Anadolu lisesinde son sınıf öğrencisiyim. En popüler grupta değilim, okulun voleybol takımında oynamıyorum, ya da “lider öğrenci” tipi değilim. Ama sahip olduğum bir şey var ki, popülerlikten çok daha değerli: dostluğun ve onurun, gelip geçici her şeyden daha önemli olduğuna dair inanç.
Her şey birkaç ay önce, yeni dönemin başında başladı. Sınıfımıza yeni bir kız gelmişti — adı Zeynep’ti. Başka bir şehirden taşınmıştı, kimseyi tanımıyordu. Başlarda çok az konuşurdu, arka sırada oturur, biraz eski kitaplar taşırdı, sırt çantası da epey yıpranmış görünürdü. Bazı çocuklar fısıldamaya, aralarında şakalar yapmaya başladılar; onun sessiz, farklı halini garip buluyorlardı. İlk başta görmezden geldim. Her gün başı öne eğik, teneffüste yalnız başına oturduğunu, simidini tek başına yediğini görüyordum. İçim sızlıyordu ama aynı zamanda korkuyordum da: Ya beni de “popüler olmayanlar” grubuna koyarlarsa? Ya bana da aynısını yaparlarsa?
Bir gün, öğle arasında herkes bahçeye çıkarken ben sınıfta kalmaya karar verdim. Tek başıma kaldım; sandviçimi yavaş yavaş yedim, elimdeki karikatür kitabına göz attım. Dışarıya baktım — birkaç öğrenci Zeynep’in yanından geçiyor, kimisi onu bilerek görmezden geliyor, kimisi de alaycı bir bakış atıyordu. Bir çocuk yanına oturdu, bir şeyler söyledi, sonra arkadaşlarına katılmak için kalktı gitti. O anda fark ettim ki bu durum geçici değildi; sessiz bir “dışlama anlaşması” başlamıştı. Kimse doğrudan hakaret etmiyordu ama kimse onu da dahil etmiyor, kimse savunmuyordu.
Sonraki hafta, felsefe dersinden çıkarken iki çocuğun konuşmasına kulak misafiri oldum. “O yeni kız hep arka sıralarda. Ne sanıyor kendini?” dediler, ardından kıkırdadılar. Mideme bir düğüm oturdu. Bu artık yalnızca görmezden gelmek değildi — bir tür ritüel haline gelmişti: paylaşılan bir sessizlikle dışlama.
Ertesi gün cesaretimi topladım ve bilinçli bir karar verdim: “Gönüllü yalnızlar kulübü”ne katılacaktım. Her gün öğle arasında yalnız oturarak Zeynep’e destek olacaktım. Bunu kimseye duyurmadım, poster asmadım, kahramanlık yapmadım. Sadece oturdum. Herkes bahçeye çıkarken, ben sırt çantamı alıyor, kantinden bir tost alıyor ve okulun arka bahçesindeki masalardan birine gidiyordum. Yanıma bir kitap alıyor, sessizce oturuyordum. Diğerlerinin meraklı bakışlarını, fısıltılarını duymazdan geldim.
İlk gün tuhaftı. Fısıltılar duydum: “Niye yalnız oturuyor?” “Bize mi kızdı?” “Garip biri mi acaba?” Ama kimse doğrudan bir şey söylemedi. Ben sadece Zeynep’e gülümsedim. O da başını kaldırdı, şaşkındı, hatta biraz güvensiz. Ama her gün beni orada gördükçe, bir gün yanına geldi. Selamlaştık. Bir süre sonra bana eski okulundan, taşındıktan sonra nasıl yalnız kaldığından bahsetti. Gözlükleri, sessizliği, kitapları yüzünden alay edildikçe içine kapanmıştı. O yalnız öğle yemekleri ona sonsuz geliyordu.
Zamanla dedikodular başladı: “Niye o kızla oturuyor?” “Ne gerek var?” Bazıları şakayla söylüyordu, bazıları ciddi. Ama artık fark etmezdi. Ben oradaydım, çünkü bir insanın onuru bir kahkahadan daha değerlidir. Ve garip olan, yavaş yavaş başkaları da katılmaya başladı. Önce bir kişi, sonra iki. Sessizce, nedenini açıklamadan. İçlerinden biri, futbol takımından Mert’ti. Bir gün geldi ve “Yanına oturabilir miyim?” dedi. “Tabii,” dedim. Böylece yeni bir masa oluştu — gösterişsiz, ama gerçek bir masa.
Zamanla sınıfta da değişim hissedildi. Sessizliklerin yerini daha yumuşak sesler aldı. İngilizce öğretmenimiz grup çalışması yaptırdı ve grupları rastgele belirledi. Zeynep benim grubumdaydı. İlk başta gergindi. Ona “Rahat ol, birlikte yaparız,” dedim. O da geldi, fikirlerini söyledi, yavaş yavaş yüzü açıldı. O küçücük dönüşüm çok güzeldi.
Bir akşam okuldan çıkarken beni durdurdu: “Teşekkür ederim,” dedi. “Neden?” dedim. “Çünkü seni yalnız otururken görünce yalnız olmadığımı fark ettim.” O an her şeye değdiğini hissettim. Artık bu sadece benim hareketim değildi, bir tohumdu.
Elbette kolay olmadı. Bazı günler yoruldum, bazen arkamdan konuşmalar duydum: “Kendini iyi gösteriyor.” Ama Zeynep’in bakışını hatırladıkça, o sessiz öğlelerini düşündükçe, içimde yeniden güç buldum.
Dönem sonunda rehber öğretmenimize bir fikir sunduk: “Neden herkes birlikte yemek yemesin? Neden yalnız olanları dahil etmeyelim?” Kabul etti. Son gün hep birlikte bir halka yaptık, oturduk, konuştuk. Yalnızlık, dostluk, küçük bir hareketin gücü hakkında… O gün Zeynep’i gülümserken, konuşurken gördüm. Ve “popüler” grubun bazı üyeleri gelip “Yanılmışız,” dediler. Gösterişsiz, ama içten bir özürle.
Benim “gönüllü yalnızlar masam” bir sığınak haline geldi. Popüler olmadım, ama daha büyük bir şey kazandım: Her insanın bir yere ait olmayı hak ettiğini, sessizliğin bazen hakaretten daha ağır olduğunu ve bir boş sandalye ile bir gülümsemenin birini kurtarabileceğini öğrendim.
Şimdi geriye baktığımda anlıyorum ki, o yalnız öğle yemekleri bana insan kırılganlığı, sessiz cesaret ve istikrarın değerini öğretti. Kahramanlık yapmak değil mesele, “orada olmak.” Başkaları yokken bile, orada olmak.
Ve en güzeli: yeni bir grup doğdu — gösterişsiz, ama samimi. Farklılığın alay değil, merak konusu olduğu, sessizliğin utanç değil, sesin filizlenebileceği bir alan olduğu bir grup.
Şimdi ne mi yapıyorum? Her kantine girdiğimde yalnız birini görünce yanına gidip “İstersen birlikte oturalım,” diyorum. Ve çoğu zaman cevap şu oluyor: “Olur.” Çünkü bazen bir bakış ve boş bir sandalye, bin kelimeden daha etkilidir.
Bu dönem bitti, ama o masa hâlâ duruyor. Ve ben, ihtiyacı olan herkesle oturmaya devam edeceğim. Çünkü kimse yalnız kalmayı hak etmiyor.