Ben Her Şeyi Gördüm

Ben Her Şeyi Gördüm

“Ben her şeyi gördüm, amca.”
Sözler, 11 yaşındaki küçük bir kızın dudaklarından döküldü. Beyaz tabutun yanında, gözyaşları içinde titreyen adamın omzuna dokunuyordu.
Adam başını kaldırdı. Gözleri kıpkırmızı, uykusuzluktan şişmişti. Kızına baktığı tabutta artık sadece sessizlik vardı. Cemre, 14 yaşındaydı. Şimdi ise bir avuç beyaz çiçeğin altında yatıyordu.

Cenaze kalabalığı çoktan dağılmıştı. Herkes birkaç sahte teselli sözü söyleyip gitmişti.
Ama o küçük kız, Sude, hiç ayrılmamıştı.
Törende hiç konuşmamış, sadece etrafı izleyerek durmuştu.
Şimdi ise salon neredeyse boşken, birden konuşmuştu.

Rauf, kızının babası, başını kaldırdı.
“Ne dedin sen?” diye sordu çatallı sesiyle.
Sude derin bir nefes aldı.
“Ben her şeyi gördüm,” dedi. “Kızınızın o gece nasıl öldüğünü… kimin öldürdüğünü biliyorum. Bu bir kaza değildi.”

Hava bir anda ağırlaştı. Rauf, koltuğundan fırladı. Dizleri titriyordu ama elini uzatıp kızın omzundan tuttu.
“Ne diyorsun sen? Ne biliyorsun?”
Sude korkuyla kapıya baktı.
Kapının eşiğinde zarif bir kadın duruyordu — Melis, Rauf’un nişanlısı.
İki ay sonra evleneceklerdi. Ama o gün, gelinliği dolabın içinde unutulmuştu.
Melis’in yüzünde tanıdık bir gülümseme vardı, ama gözleri buz gibiydi.
Sude’nin sesi fısıltıya dönüştü.
“Burada konuşamam… o bizi dinliyor.”

Rauf’un midesi burkuldu.
Melis’e baktı. Kadın hâlâ gülümsüyordu.
“Biraz yalnız kalabilir miyim?” dedi Rauf sertçe.
Melis’in dudak kenarı kasıldı, ama başını eğdi.
“Tabii ki. Dışarıda olacağım.”

Kapı kapandı. Rauf kilidi çevirdi.
Dizlerinin üzerine çökerek Sude’nin göz hizasına indi.
“Ne biliyorsan, şimdi anlat. Ne olur, anlat.”

Sude korkuyla etrafına bakındı, sonra konuşmaya başladı:
“Annem temizlikçi. Melis Hanım’ın evine gidiyor bazen. Ben de bazen onunla giderim. O gün, üç gün önceydi. Annem yukarıdaydı, ben aşağıda ödev yapıyordum. Bahçeden sesler geldi. Dışarı baktım. Melis Hanım ve… kızınız oradaydı.”

Rauf’un kalbi sıkıştı.
“Ne konuşuyorlardı?”
Sude’nin sesi titredi.
“Kızınız bağırıyordu. ‘Her şeyi biliyorum’ dedi. ‘Babamı kandırıyorsun, onun parası bile kalmadı, sen onu sadece menfaatin için istiyorsun!’”

Rauf’un nefesi kesildi.
Gerçekten de geçen yıl yatırımlarında her şeyini kaybetmişti. Bunu sadece muhasebecisi biliyordu.
Demek Cemre öğrenmişti.

Sude devam etti:
“Sonra Cemre, ‘Sen onu öldürmeyi planlıyorsun!’ dedi. Sigorta belgelerinden bahsetti. Miras kağıtlarından… ‘Eğer babam ölürse, her şeyi sen alacaksın’ dedi.”

Rauf’un kulaklarında uğultu başladı.
“Sonra ne oldu?”
Sude’nin gözleri doldu.
“Melis Hanım önce güldü. Soğuk bir gülüştü. ‘Küçüksün, anlamazsın,’ dedi. Ama Cemre telefonu çıkardı. ‘Babamı şimdi arayacağım,’ dedi. O anda… Melis Hanım onu itti.”

Küçük kızın sesi boğuldu.
“Cemre havuza çok yakındı. Dengesini kaybetti. Başını beton kenara çarptı, sonra suya düştü. Kıpırdamadı…”

Rauf’un dizlerinin bağı çözüldü. Gözleri karardı.
Cam kırığı gibi bir ses yankılandı kulaklarında.
Doktor “travmatik beyin kanaması” demişti. Ama o geceyi “parkta kaza” diye kapatmışlardı.
Meğer kaza değilmiş.

“Peki sonra ne oldu?” diye sordu boğuk bir sesle.
Sude hıçkırarak konuştu.
“Melis Hanım telefona sarıldı. Birini aradı. ‘Bir kaza oldu, yardıma ihtiyacım var,’ dedi. Sonra bir adam geldi. Büyük, dövmeli biriydi. Kızınızı havuzdan çıkardı, bir brandaya sardı. Melis Hanım ona para verdi. Çok para. Sonra cesedi götürdüler. Melis Hanım her şeyi sildi, yıkadı, temizledi. Sonra telefonu aldı… Cemre’nin telefonunu.”

Rauf, sandalyesine çöktü.
Ağlamıyordu. Artık gözyaşı bile kalmamıştı.
Melis, kızını öldürmüştü.
Ve o kadın, o gece Rauf’un kollarında ağlamıştı. “Kaderin cilvesi,” demişti.
Oysa cinayeti kendi işlemişti.

“Peki neden şimdi söylüyorsun?” dedi Rauf.
Sude yere baktı.
“Korktum. Biz fakiriz. O güçlü. Anneme zarar verir diye korktum. Ama sonra kızınızın fotoğrafını gördüm gazetede… dayanamadım.”

Rauf’un eli titredi.
“Beni kurtardın,” dedi fısıltıyla. “Ama kanıtın var mı?”
Sude başını salladı.
“Fotoğraflar çektim. Telefonumda. Belki kötü ama net. Melis Hanım, o adam, para… hepsi var.”

Tam o anda kapı gürültüyle açıldı.
Kilit kırılmıştı.
Melis içeri girdi.
Yüzündeki o maske gitmişti — yerine saf bir öfke oturmuştu.
“Biliyordum,” dedi soğuk bir sesle. “O küçük şeytanın bir gün konuşacağını biliyordum.”

Rauf hızla Sude’nin önüne geçti.
“Uzak dur ondan!” diye haykırdı.
Melis güldü. “Ne yapacaksın Rauf? Zaten bir kızını kaybettin. Diğerini de mi koruyacaksın?”
Çantasından küçük bir mektup açacağı çıkardı. Parlayan çelik gibi.
“Ver o telefonu. Yoksa bu kız da kazaya karışır.”

Zaman dondu.
Rauf’un kalbi kükredi.
Yavaşça telefonu uzattı — ama bir anda bütün gücüyle pencereye fırlattı.
Telefon dışarı uçtu, cam kırıldı, mezarlık bahçesine düştü.
Melis çığlık attı.
Rauf arkasına dönüp bağırdı:
“Koş Sude! Koş!”

Sude koştu. Ayakkabıları mermer zeminde yankılandı.
Melis arkasından atıldı ama Rauf onun kolunu yakaladı.
“Bir daha hiçbir çocuğa dokunamayacaksın!” diye kükredi.

Kadın bıçağı savurdu, Rauf’un kolu kesildi. Ama adam bırakmadı.
İki beden salonun ortasında yere düştü, sandalye devrildi.
Sude dışarı çıkıp mezarlık işçilerine koştu.
“Yardım edin! Lütfen!”

Dakikalar sonra içerisi insan doldu.
Rauf’un kolu kanıyordu ama Melis artık silahsızdı.
Polis geldiğinde hâlâ bağırıyordu: “O bana saldırdı! O delirdi!”
Ama bahçede bulunan telefon her şeyi değiştirdi.
Fotoğraflar… parayı, adamı, havuzu gösteriyordu.

Melis kelepçelendi.
Rauf yere çöktü.
Sude koşup onu sarıldı.
“Ama çok geç söyledim,” dedi ağlayarak.
“Hayır,” dedi Rauf. “Sen gecikmedin. Beni kurtardın. Cemre’ye adalet getirdin.”

Ama o sırada, uzakta bir adam izliyordu.
Kolunda dövmeler, yüzünde gölge — Murat.
O gece cesedi taşıyan adam.
Melis yakalanmıştı, şimdi sıra ondandı.
Ve eğer Melis konuşursa, o da bitecekti.
Sude’yi susturmak zorundaydı.


O gece Sude ve annesi, polis korumasında bir otele yerleştirildi.
Rauf her gün onları aradı.
Ama üçüncü gece Sude’nin annesi titreyen bir sesle aradı:
“Biri bizi izliyor. Aynı araba üç kez geçti.”

Rauf hemen polisi aradı.
Dedektif İhsan olay yerine ekip gönderdi.
Ama adam çoktan gitmişti.
Rauf dayanamadı, arabasına atlayıp otele gitti.
Sude kapıyı açar açmaz ona sarıldı.
“Korkuyorum…”
Rauf elini kızın saçlarına koydu.
“Sana söz, bir daha kimse sana dokunamayacak.”

Ertesi gün İhsan aradı.
“Arabanın plakasını bulduk. Sahibi: Murat Karadağ. Sabıkalı. Büyük olasılıkla o adam.”

O gece Rauf’a gizemli bir telefon geldi.
“Ben Murat. O gece yardım ettim. Ama beni kandırdılar. Melis şimdi her şeyi bana yüklüyor. Teslim olacağım. Ama anlaşma istiyorum.”

Rauf öfkeyle bağırdı:
“Sen kızımı taşıdın! Sen onu çöpe atar gibi götürdün!”
Murat’ın sesi çatladı.
“Evet… ama ben öldürmedim. Onu Melis itti. Ben sadece para için aptallık ettim. Gelip anlatacağım.”

O gece Murat teslim oldu.
Tüm detayıyla anlattı:
Melis’in panik içinde aradığını, havuz kenarında ölü bir kız bulduğunu, 50 bin lira karşılığında cesedi parka taşımasını söylediğini…
“Bedenini dikkatlice bıraktık,” dedi. “Melis, gazetelerde kaza gibi görünsün diye her şeyi planladı.”

Artık tablo tamamlanmıştı.
Motif, fırsat, kanıt, tanık, itiraf.
Dosya savcılığa gitti.
Ve dava başladı.


Mahkeme salonunda sessizlik vardı.
Melis beyaz bir takım elbise giymişti.
Sanki hâlâ “kurban” rolündeydi.
Rauf karşısında oturuyor, elleri kenetlenmişti.
İlk tanık, Sude.

Küçük kız titreyen ama kararlı adımlarla kürsüye çıktı.
Yargıç ona gülümsedi. “Korkma,” dedi.
Sude mikrofonun önünde durdu.
“O gün oradaydım. Onu havuza iterken gördüm.”
Her kelime salona hançer gibi saplandı.
Savunma avukatları çocuğu sarsmaya çalıştı.
“Belki yanlış hatırlıyorsun? Kaza da olmuş olabilir mi?”
Ama Sude’nin cevabı nettir:
“Hayır. Gözümle gördüm. Ben oradaydım.”

Fotoğraflar ekrana yansıtıldı.
Melis’in yüzü soldu.
Murat da tanık olarak geldi, her şeyi doğruladı.
“Onu para için yaptım. Ama öldüren oydu.”

Bir hafta sonra, bilirkişi raporu açıklandı.
Melis’in evindeki havuz kenarında Cemre’nin kan izleri bulunmuştu.
Temizlenmişti ama tamamen silinememişti.

Mahkeme artık her şeyi biliyordu.
Melis’in gözleri donuktu.
Savcı son cümleyi söyledi:

“Para için bir çocuğu öldürdü. Sonra babasını kandırdı. Bugün adalet istiyor, ama adaletin ta kendisi karşısında.”

Jüri kararını verdiğinde salon nefesini tuttu.
“Sanık Melis Güler… kasten adam öldürmeden müebbet hapis cezasına çarptırılmıştır.”

Rauf’un gözlerinden yaşlar süzüldü.
Yıllar süren kabus bitmişti.
Sude’ye döndü, elini tuttu.
“Sen olmasaydın, Cemre’nin sesi kaybolurdu.”
Sude başını eğdi.
“Ben sadece doğruyu söyledim.”


Aylar geçti.
Rauf, Melis’in evini sattı.
Yeni, küçük bir ev aldı.
Bir odasını “Cemre’nin odası” yaptı — fotoğraflar, kitaplar, oyuncaklar…
Ve orada, bir köşede küçük bir plaket vardı:
“Sude – Cesaretin Adı.”

Zamanla Rauf’un kalbi bir amaç buldu.
Cemre’nin anısına bir vakıf kurdu:
“Cemre Adalet Vakfı”
Görevi, suçlara tanık olan çocukları korumak ve eğitmekti.
Sude vakfın ilk öğrencisi oldu.
Burs kazandı, okuluna devam etti.
Bir gün geldiğinde avukat olmak istediğini söyledi.
“Adalet için savaşacağım,” dedi.

Beş yıl sonra, Rauf ve Sude Cemre’nin mezarına birlikte geldiler.
Mezarın üstünde taze çiçekler, yanında beyaz bir rüzgâr gülü vardı.
Sude diz çöktü.
“Onu hiç tanımadım,” dedi, “ama sanki tanıyormuşum gibi hissediyorum.”
Rauf gülümsedi.
“O seni severdi,” dedi. “Sen onun gibi bir yüreğe sahipsin.”

Güneş batarken mezarlıktan ayrıldılar.
Rüzgâr hafifçe esti, sanki bir fısıltı yankılandı:

“Teşekkür ederim… beni unutmaman için.”

Rauf başını kaldırdı. Gökyüzü altın rengine dönmüştü.
Yanında, artık kendi kızı gibi sevdiği küçük Sude yürüyordu.
O an anladı ki bazı ölümler sadece son değil — bir başlangıçtı.
Ve bazı çocuklar sadece tanık değil — insanlığın vicdanıydı.

Adalet bazen geç gelir,
ama geldiğinde, ışığı en karanlık yeri bile aydınlatır.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News