Babasının ona ayakkabı almak için on yıl para biriktirdiği çocuk… ama çocuk doğum gününde köprüden atladı
Güneş, Üsküdar’ın gri apartmanlarının arkasından zar zor yükseliyordu. Hasan Usta, eski ayakkabı tezgâhındaki paslı lambasını yaktı. O sarı, titrek ışık; otuz yıldır elinden düşmeyen fırçaları, cila kutularını, zamanla kararmış bezleri ve babasından kalma tahta taburesini aydınlattı. Gerçek bir ustaydı, ama büyük bir zengin değildi. Her sabah çarşının köşesindeki eski tentenin altında, insanların ayakkabılarını onararak geçimini sağlardı.
On yıldır, eline geçen her fazla kuruşu zeminin altındaki küçük metal kutuda biriktiriyordu. Çok değildi, ama onun için bir rüya demekti: oğlu Emir’e yepyeni bir çift ayakkabı almak.
Emir, Hasan kırk yaşındayken doğmuştu. Hayat ona umutlardan çok kırışıklık bırakmıştı. Eşi Zeynep, doğumda hayatını kaybetmişti. O günden beri Hasan, oğlunu yalnız büyüttü — boya kokusu, deri sesleri ve başkalarının ayak sesleri arasında.
Emir babasını hep başkalarının ayakkabılarını parlatırken izlerdi. Okula giderken giydiği üniforma komşu kadının bin kere yamadığı bir şeydi; ayakkabılarıysa üç kişiden sonra ona kalmıştı.
“Üzülme oğlum,” derdi Hasan her seferinde, tabanlar açıldığında. “Yakında senin de kendi ayakkabıların olacak — hem de yepyeni, tertemiz.”
Emir gülümserdi, ama o gülümseme bir maskeydi. Okulda ona “kunduracının oğlu” diyorlardı. Her gün alaylar biraz daha acılaşırdı. “Yağ gibi kokuyorsun,” derlerdi. “Baban dilenci zaten.” Emir ise eve döndüğünde sessizliğe sığınırdı.
Yıllar geçti. Hasan her yılbaşında kutusunu açar, paraları sayardı. “Az kaldı, Emir,” derdi. “On beşinci doğum gününde köyün en güzel ayakkabıları senin olacak.”
O gün geldi. Tüm hafta yağmur yağmıştı ama o sabah gökyüzü tertemizdi — sanki o da kutluyordu. Hasan sabah ezanıyla kalktı, kutuyu açtı ve son kez paraları saydı. Tam yetiyordu. Çarşıdaki ustaların ustası, Hüseyin Kundura’ya gitti ve aylar önce vitrine koyduğu o çifti istedi: koyu kahverengi, zarif, dikişleri ince, bağcıkları ipek.
Hüseyin şaşırdı:
“Bir müşteriye mi, Hasan?” diye sordu.
Hasan, yorgun ama gururlu bir tebessümle yanıtladı:
“Oğluma. Doğum günü için.”
Altın rengi kağıda sarılı paketi koltuğunun altına aldı, eve döndü. Masanın üzerine koydu, Emir’in okuldan gelmesini bekledi. Oğlunun yüzünün parlayacağını, sarılacağını hayal etti. İlk kez, oğlunun diğerleri gibi hissedeceğini düşündü.
Ama Emir geldiğinde gözlerinde bir şey kırılmıştı. Selam bile vermedi, çantasını fırlatıp odasına kapandı. Hasan biraz bekledi, sonra kapıyı hafifçe tıkladı.
“Oğlum… sana bir şeyim var,” dedi.
Cevap gelmedi. Sonra Emir çıktı. Yüzü solgun, gözaltları mor, ifadesi tanıdık değildi. Hasan elleri titreyerek paketi açtı:
“Bak oğlum… senin için aldım.”
Emir, loş ışıkta parlayan ayakkabılara baktı. Birkaç saniye nefesini tuttu. Sonra sessizce döndü ve koşarak dışarı çıktı.
Hasan arkasından bağırdı, ama sesini rüzgar aldı.
Dakikalar sonra bir komşu nefes nefese geldi:
“Hasan! Oğlun! Oğlun köprüde!”
Hasan ömründe hiç koşmadığı kadar koştu. Kalbi kulaklarında atıyor, boğazı yanıyordu. Köprüye vardığında bir grup genç kenarda toplanmıştı. Emir oradaydı, suya bakan gözlerle. İçlerinden biri alay etti:
“Yarın da o eski ayakkabılarla mı geleceksin? Baban onları çöpten bulmuştur zaten!”
Sözler bıçak gibiydi. Hasan bir adım attı, ama Emir çoktan bir adım öne çıkmıştı. Su onu sessizce yuttu.
Dünya karardı.
Sonraki günler sis gibiydi. Kimse konuşmadı, kimse Hasan’a bakmadı. Kimileri “çocuk zayıf kafalıydı” dedi, kimileri “yoksulluk sevgiyi yenmiş” diye fısıldadı. Hasan hiçbir şey söylemedi. Sadece tezgahına döndü, masanın üstüne yeni ayakkabıları koydu. Her sabah, her akşam onlara baktı, ama dokunmadı.
Bir akşam, gün batarken genç bir kız geldi. Emir’in sınıf arkadaşı Elif’ti.
“Hasan Amca,” dedi titrek bir sesle, “Size bir şey getirdim.”
Cebinden buruşturulmuş bir kağıt çıkardı. Emir’in el yazısıydı.
“Baba, çok çabaladığını biliyorum. Ama artık kunduracının oğlu olarak görülmek istemiyorum. Kaybolmak istiyorum, seni hayal kırıklığına uğratmadan önce. Diğerleri gibi olamadığım için affet.”
Hasan kâğıdı göğsüne bastı. Ağlamadı; gözyaşları çoktan tükenmişti.
“Utanç değil, gurur duyman gerekirdi, oğlum,” diye fısıldadı.
Mektubu ayakkabılarla birlikte kutuya koydu ve tezgahını bir daha açmadı.
O günden beri mahalledekiler anlatır: Her yıl Emir’in doğum günü sabahında köprüde bir çift yeni ayakkabı belirir. Kimse onu görmez ama herkes kimin bıraktığını bilir.
Yaklaşınca bir fısıltı duyulduğu söylenir:
“Artık korkmadan yürü, oğlum…”