“ŞİMDİ YÜRÜYECEKSIN, KARDEŞİM” DEDİ FAKİR ÇOCUK MİLYONERİN FELÇLİ KIZINA VE…
.
.
Karanlık gecenin ardından gelen ilk şafak ışıkları, Akıncı Köşkünün bahçesindeki eski çınar ağaçlarının gölgelerini hâlâ toprağa düşürüyordu. Yıllardır aynı sessizliği paylaşan bahçe, bugün olağanüstü bir telaşa hazırlanıyordu. Kâinatta belki de bir mucize gerçekleşecekti.
Köşkün cam duvarları ardında, 45 yaşındaki işadamı Kaan Akıncı, uzun süreli uykusuzluğun verdiği yorgun bakışlarla cuma sabahı yine kızının kapısının önünde durdu. Kapıyı açınca nefes alıp veren solunum cihazının ritmi hâlâ düzenliydi. Masalsı güzellikteki odada 10 yaşındaki kızı Elif, doğduğundan beri aynı yatakta yatıyordu. Bebeklik travmaları, ağır doğum hasarları ve nadir bir nörolojik rahatsızlık; hepsi bir araya gelmiş, küçük kız çocuğunu motor kontrolünden ve konuşma yetisinden mahrum bırakmıştı. Doktorlar umut vermekten çekinir, Kaan ise umut etmekten asla vazgeçmezdi.

Bundan bir hafta önce, uzun hizmetlisi Ayşe Hanım köşke yeni bir yardımcı getirmişti. Güneydoğu Anadolu’dan, iş bulmak için İstanbul’a gelmiş 35 yaşındaki Zeynep Yılmaz. Zarif duruşu, titiz çalışması ve özellikle sıcak, içten gülümsemesi kısa sürede herkesi etkilemişti. Ama en çok da Elif’in babası Kaan’ı. Çünkü o güne dek odaya giren herkes, kızın cansız bakışları karşısında çaresiz kalmış, bir daha dönmeyi arzu bile etmemişti. Zeynep gelince, kimsede olmayan bir şey fark etmişti: Gözleri Elif’in gözlerine bir kurtarıcı bakışla dokunuyordu. Bir şefkat ve inanç dolu ışık.
O sabah kahvaltıdan sonra, Kaan rutin nöroloji toplantısı için kütüphane ofisine giderken, uzun zarif koridor boyu bir çocuğun kahkahası yankılandı. Kütleye alınmış öğle molasındaki Emre, özenle hazırlanmış atletik kıyafetiyle bahçede zıplıyor, ağaç dallarından süzülen güneş ışığına karışmıştı. Kaan bir an durdu; içinde tarif edilemez bir duygu belirdi. Yıllardır ilk kez bahçede çocuk sesi duymak, ona hem haz hem de geçmişin sancılarını anımsatıyordu.
Öğleden sonra Zeynep, izin isteyip Emre’yi Elif’in odasına getirdi. Hemşire Selin çekinerek göz yumdu: “Tekrar söylüyorum, yalnızca yirmi dakika.” Emre içeri girdiğinde Elif’in sandalyesinin yanında durdu. Çantasından eski bir oyuncak lastik ördek çıkardı. Solgun lambaların aydınlattığı odaya renkli bir neşe simgesi gibi geldi o minik sarı ördek. “Merhaba abla,” dedi Emre usulca. “Bu seninmiş. Bebekken banyoda yürümeyi öğretirmiş.” Elif’in bakışları çocuğun konuşmasını takip ediyordu. Kaan sessizce kapıya yaslandı; kalp atışlarını duyduğu kadar hissediyordu.
Emre, “Hazır mısın? Bir oyun oynayalım mı?” diye sordu. “Sadece bana bak ve ördeği takip et.” Avucunda tutup hafifçe salladı. Güneş ışığının sarısını andıran o kanat hareketleri karşısında, herkes tuhaf bir sessizliğe büründü. Ve sonra… Elif’in göz bebekleri hareket etti. Ördeğin izini sürüyordu. Doktor Serra görüntüleme cihazını getirirken, Kaan nefesini tutmuş izledi. Kısa bir süre sonra, Elif’in başı ördeğe doğru kaydı. Ardından, arka kapağındaki sensör, istemsiz değil bilerek takibi gösteren bir sinyal verdi. Sessizlik yerini hafif bir uğultuya bıraktı: Bir umut uğultusuydu bu.
Ertesi gün, bahçede özel hazırlanmış rampalar ve trabzanlar üzerinde ilk destekli yürüyüş provası yapıldı. Emre, “Gel abla, ben tutuyorum,” dedi. Zeynep dikkatlice arkadan destek verdi. Kaan uzaktan izlerken gözyaşlarına hâkim olamadı. Elif, yemyeşil çimlerin ve uzun çınar gövdelerinin arasında, ayağa kalktı. Bacakları titriyordu; her adım bir meydan okumaydı. Ardından ikinci, üçüncü adım… “Sen gerçek bir kahramansın,” diye fısıldadı Kaan kendi kendine. Elif’in dudaklarının hâlâ kelime üretmekten aciz olduğu o an, içindeki duvarlar yıkılıyordu.
Bir sabah, kütüphanedeki doktor toplantısında Mert Bey grafiklere baktıktan sonra, “Beyin aktivitelerinde beklenmedik bir farklılık var,” dedi. “Emre’nin varlığında sinir yolları yeniden bağlanıyor. Sinirbilim literatüründe pek az benzeri var.” Kaan, “Ama daha önce bu denemeler hep ölümcül riskler barındırıyordu,” diye itiraz etti. “Bu çocuklu basit oyunları nasıl bu kadar etkili kılıyor?” Doktor Mert gülümsedi: “Kalp gözüyle bakmak da bir yöntemdir beyefendi.”
Günler ilerledikçe Elif’in küçük kasılmaları çoğaldı. Parmak uçlarını hareket ettirdi, göz kırptı, sonra gülümsedi. Bir akşam, aile yemekten sonra verandada otururken Emre “Abla,” dedi ve elindeki renkli defteri uzattı. “Bak, yeni resmim.” Müjganlı gökyüzü ve gül goncası çiçeklerin arasında zayıf siluetini çizmişti. “Bunu senin için yaptım,” diye ekledi. Elif’in ağzından ilk kez kelime yükseldi: “Teşekkür ederim.” Duyulması zor, titrek ama apaçık bir ses. Kaan donakaldı, elleriyle ağzını kapadı. O gece Ayşe Hanım köşkün koridorlarında ona rastladığında, “Beyefendi, iyi misiniz?” diye sordu. “İyiyim,” diye mırıldandı Kaan. “Sadece uyumadan önce kızımın sesini duymak istiyordum.”
Haftalar sonra, kış kapıdadır derken, Akıncı Köşkünde Noel şenliği düzenlendi. Minik standlarda Elif’in resimleri, Emre’nin topladığı renkli taşlar, Zeynep’in ev yapımı kurabiyeleri beğeni topladı. Kaan, hizmetlileri, doktorları, terapistleri davet etmişti. Ortada bir pastanın üzerinde “İlk Kelime” ve “İlk Adım” yazılı mumlar yandı. Elif kolaylıkla “iyi ki varsınız” dedi. Ardından Emre’ye dönerek, “Sen benim kahramanımsın,” diye ekledi. Gerçek bir gülüş belirdi o solgun dudakların ucunda. Kaan babalık utancını, kızına yetemediği yılların pişmanlığını bir kenara bıraktı. Sadece şunu hissetti: Hayatını bu küçük mucizelere adadığı için en büyük ödülünü almıştı.

Mart ayında, yerel basının dikkatini çeken haber şöyleydi: “Çengelköy’de bir kız çocuğu ses ve hareket mucizesiyle gündemde.” Haberin sonunda, Kaan’ın kurduğu vakıftan söz ediliyordu. “Elif Akıncı İnsan Merkezli Rehabilitasyon Vakfı,” adıyla, “Her çocuğun bir insan olarak görülmesi için çalışıyoruz.” Haberi okurken Kaan’ın aklına o soğuk koridorlar geldi. Tanıdık alınan tüm başarı raporları, sayılar, grafikler, makaleler… Yanlış bir eksiklik vardı: İnsanlık eksikliği. Onu, Zeynep’in güven, Emre’nin çocukça cesaret ve Elif’in kendi iradesi kurtarmıştı.
Yazın gelişiyle birlikte Elif, bazen yardımsız bile birkaç adım atar oldu. Babasının aldığı bir ses tanıma uygulamasında minik kelimeler konuşuyor, annesine özlemini dile getiriyor veya sadece “Kuş” diyerek bahçedeki saksağanlara işaret ediyordu. Her kelime, her adım, her göz kırpması bir çocuğun dünyayla yeniden bağ kurması demekti.
Akıncı Köşkünde günlerden bir gün Zeynep, şöyle mırıldandı: “Bazen mucize beklenmedik ellerden gelir.” Kaan, eşlik eden bir bakışla karşılık verdi: “Ve beklenmedik bir kalpten…” O gün, bahçedeki eski çınar gövdelerine uzanırken, o büyük ağacın gölgesinde küçük bir kız, el ele tutuştuğu bir çocuk eşliğinde yürüyordu. Altlarında yemyeşil çim, üstlerinde masmavi gökyüzü… O ân, belki de yıllar sonra dahi unutulmayacaktı. Kim bilir, başka kaç soğuk kalp bu sıcak brandayı hissetmek için bekliyordu? Kim bilir, dünyadaki bütün imkânsızlıklar birer birer nazikçe yıkılacaktı? Çünkü asıl kahramanlar, öğretmenler, doktorlar değil; inanan, umut eden insanlardı.