İŞYERİNDE BATIP GİTMEM DURUMUNDA DOKTORLAR AİLEMİ ARADILAR. HİÇ GELMEDİLER. YERİNE KIZ KARDEŞİM…
Benim çöküşüm bir anlık değildi; yılların yorgunluğunun, görmezden gelinmenin ve suskunluğun sonucuydu. O gün iş yerinde yere yığıldığımda, göğsümde bir basınç hissettim. Nefesim kısa, gözlerim bulanıktı. Doktorlar geldi, makineler bağlandı, yabancı eller kalbime yaşam üflemeye çalıştı. İçimden “Şimdi… şimdi gelecekler. Annem, babam… koşacaklar” dedim. Ama kimse gelmedi.
Telefonum yanıp söndüğünde kalbim bir an umutlandı. Belki arıyorlardı. Ama ekranda gördüğüm şey beni paramparça etti: Ablam. Bir fotoğrafta beni etiketlemişti. Gölde oturmuşlar, şarap kadehleri, mangalda et şişleri, kahkahalar. Altına yazdığı tek cümle: “Dramasız aile günü.”
O “drama” bendim. Yabancıların arasında, makinelerle nefes alıyordum. Fotoğraf gözlerimde eridi, bulanıklaştı, zihnime bir yara izi gibi kazındı.
Çocukken aileyi hep bir ağ gibi hayal ederdim: Dünyanın acımasız yüzü beni yere çaldığında beni tutacak bir ağ. Yıllarca o yalana sarıldım. Babam kumarda üniversite paramı kaybettiğinde bile “O beni seviyor, sadece hata yapıyor” dedim. Ablam benimle alay edip “Hâlâ kirada oturuyorsun, ev alamadın mı?” diye küçümserken bile içimden “Aslında beni önemsiyor, sadece göstermeyi bilmiyor” dedim.
Ama o gece öldü o yalan. Onlar beni seçmedi. Kahkahayı, eti, göl kenarında fotoğraf vermeyi seçtiler.
Günler geçti, bedenim iyileşti. İğnelerin morlukları yavaş yavaş kayboldu. Ama güvenim asla geri gelmedi. Bir sabah telefonumu açtım: 65 cevapsız çağrı. Babamdan bir mesaj: “Sana ihtiyacımız var. Hemen cevap ver.” Ne özür, ne endişe, sadece ihtiyaç. Her zaman ihtiyaç.
Bir an içimde eski refleks kıpırdadı: “Ya bir şey olduysa?” Ama hatırladım: Ben ölürken onlar gölde “aile günü” kutluyordu. O an cevap vermedim. Bunun yerine plan yapmaya başladım. İntikam şiddet olmak zorunda değil; sadece nokta atışı olmalı.
Ailem bana sandıklarından daha çok bağımlıydı. Ablamın arabası benim imzamla kiralanmıştı. Babamın işine ben kefil olmuştum. Annemin sağlık sigortası benim maaşımla ödeniyordu. Onların konforu benim omuzlarımdaydı. Sadece benim ayağa kalkacağımı hiç düşünmediler.
Önce küçük bir hamleyle başladım. Araba leasing hesabını dondurdum. İmzam olmadan bir hafta içinde araç geri alındı. Ablam sabah boş bir garajla uyandı. Öfkesi sesli mesajımda patladı. Cevaplamadım.
Sonra sigorta şirketini aradım. Primleri ödemeyi kestim. Postalar evlerinin kapısında birikti, sonunda sigortanın iptal edildiğini anladılar. Annemin doktor randevuları artık ücretsiz değildi.
Ardından babamın gururu, onun çürüyen işi geldi. Bankalar reddettiğinde onun için kefil olmuştum. Şimdi desteğimi çektim. Alacaklılar kapıya dayandı. Çağrıları paniğe dönüştü. Komutlar yerini yalvarışlara bıraktı. Onların “imparatorluğu” gözlerimin önünde çöktü.
Sonunda bir aramada babamın sesi titredi: “Oğlum, boğuluyoruz. Bizi böyle bırakamazsın.”
Neredeyse gülecektim. “Bizi bırakmak mı? Siz beni göl kenarında fotoğraf çekerken bıraktınız.” Dedim ki: “Dramasız aile günü, değil mi? Tadını çıkarın.” Sonra kapattım.
Kapanış sessizce bir mahkeme salonunda geldi. Babam bana dava açacak kadar küstahtı, beni “aileye ihanet” ile suçladı. Ama ben belgelerle girdim: sözleşmeler, ödeme kayıtları, yıllarca onların yükünü taşıdığımı kanıtlayan dosyalar. Hakim belgeleri okurken onların yüzlerinden renk uçtu. Ablamın küstahlığı ilk çöktü. Annemin sessizliği çatladı. Babamın gururu kekeleyen bir sese dönüştü. İlk kez hikâyeyi çarpıtamadılar. Beni “dramatik” olan diye damgalayamadılar. Gerçek ortadaydı, acımasızdı. Mahkeme onları borçla, utançla baş başa bıraktı.
Duruşmadan çıktığımda hiç olmadığım kadar hafiftim. Çünkü onları yıkmakla değil, zincirlerimi kırmakla özgürleşmiştim. Kan bağı bir şey ifade etmiyor, eğer o kan buz gibi soğuksa.
Güneşe adım attığımda telefonum tekrar titredi. Babam arıyordu. Çalmasına izin verdim. Sonra engelledim.
Bu kez sessizliği seçtim. Zayıflığın değil, gücün sessizliğini. Ve bu sessizlik, her türlü intikamdan daha yüksek sesle yankılandı.