Her akşam, köpekçiği sahibinin eve dönmesini bekliyordu. Ta ki bir yabancı yaklaşana kadar ve neden gitmediğini anlayana kadar.
Hikâye, Sakarya Nehri kıyısındaki küçük bir kasabada, Gökpınar adında başlıyor. Orada, açık kahverengi tüyleri, her daim dik kulakları ve umut dolu gözleriyle bir sokak köpeği yaşardı. Kimse adını bilmezdi, bu yüzden mahalleli ona sadece “bekleyen köpek” derdi. Her akşam, saat beşi biraz geçe, yamaçtaki mavi boyalı eski bir kapının önünde beklerdi; gözleri, kasabaya uzanan tozlu patikaya kilitlenirdi.
O patika, her gün sahibinin geri döndüğü yoldur: Mehmet Bey, belediye kütüphanesinde çalışan sakin bir adam. Sabah erkenden kolunun altında kitap demetiyle çıkar, okula kadar yürür, akşamüstü aynı tozlu yoldan geri dönerdi. Yorgun ya da dinç, ama hep aynı rutinde. Ve köpek onu dakik bir sadakatle beklerdi.
Mahalleli anlatırdı: köpek birkaç hafta önce gelmişti — bir gün yağmur altında, titreyerek, aç ve halsiz hâlde belirmişti. Kimseye ait değildi, boynunda tasma yoktu. Biri ona yemek verdi, biri battaniye serdi. Ama o, tuhaf bir şekilde, gitmedi. Gözlerinde “birini bekliyorum” der gibi bir ifade vardı. Okşanmasına izin verir, beslenirdi, ama mavi kapının önünden ayrılmazdı. Akşamlar alışkanlığa dönüştükçe insanlar da onu görmeye alıştı: kadınlar geçerken bir parça ekmek atar, çocuklar kahkahalarla selam verir, yaşlılar banklarından izlerdi.
Günler geçtikçe köpek, kasabanın duygusal manzarasının bir parçası oldu. Artık çoğu insan onu sabrın sembolü olarak görüyordu. Herkes meydanda aynı şeyi fısıldardı: “Bu köpek pes etmiyor. Umutla bekliyor.” Ancak biri onu sahiplenmek isteyince, köpeğin her defasında akşamüstü yine aynı noktaya döndüğünü fark ederlerdi — sanki o yerde yerine getirmesi gereken bir söz varmış gibi.
Bir sonbahar akşamı, gökyüzü altınla boyanmışken, kuru yapraklar dökülürken, kasabaya yabancı biri geldi. Gri paltolu, omzunda fotoğraf makinesiyle uzun boylu bir adamdı. Mavi kapının önünden geçerken gözleri merakla doluydu. Köpeği her zamanki bekleyiş pozisyonunda görünce durdu. Sahneyi dikkatle inceledi, defterine not aldı, belki birkaç fotoğraf da çekti. Mahalle çocukları etrafına toplandı, fısıldadılar: “Kim bu adam? Neden köpeğe bu kadar dikkat ediyor?”
— Yabancı biri, — dediler yaşlılar — daha önce hiç görmedik.
Adam yavaşça yaklaştı, tehditkâr bir hareket yapmadan. Köpek başını kaldırdı, dikkatle baktı ama geri çekilmedi. Sessizlik oldu. Sonra adam alçak sesle konuştu:
— Merhaba dostum. Her akşam burada neden beklediğini bilmek isterim.
Köpek başını yana eğdi, havlamadı, hırlamadı. Anlamış gibiydi. Adam cebinden bir kâğıt çıkardı, açtı. Eskimiş pullu bir mektuptu. Birkaç adım geriye çekildi, mektubu köpeğe gösterdi:
— Bunu tanıyor musun? — dedi.
Köpek küçük bir adım attı. Mektup, yıllar boyunca dolaşmış gibiydi. Adam anlattı: Bu mektubu eski aile belgeleri arasında bulmuştu. Yirmi yıl öncesine ait, Elif adında bir kadının yazdığı bir mektuptu. Mektupta, her akşam kaybolan bir efendisini bekleyen sadık bir köpekten bahsediliyordu. Ve köpeğin adı “Sadık”tı.
Adam, o mektupta adı geçen adamın, yani atalarından birinin izini sürdüğünü söyledi. Nihayet Gökpınar’a gelmiş, burada “her akşam bekleyen köpek” hikâyesini duyunca şaşırmıştı. Belge, elindeki tek ipucuydu. Mektupta Elif Hanım, eşi Kemal Bey’in bir yolculuğa çıktığını, ama “döneceğine söz verdiğini” yazmıştı. Sadık adlı köpek, her akşam mavi kapının önünde beklerdi. Fakat yıllar geçmiş, kadın ölmüş, gizem unutulmuştu.
Köpek mektubu görünce hafifçe inledi. Adam eğildi, kâğıdı onun önüne koydu. O anda, günün son ışığında, yoldan yaşlı bir adam belirdi: bastonlu, yüzü kırışmış ama gözleri hâlâ canlıydı. Mahalleli onu hemen tanıdı — Mehmet Bey, o mavi kapılı evin sahibi. Elinde kitap demetiyle, okuldan dönüyordu. Evin önünde durdu. Köpeği ve mektubu tutan yabancıyı görünce gözleri büyüdü.
Köpek sevinçle kuyruğunu sallayarak ona koştu, hafifçe havladı. Mehmet Bey diz çöktü, onu sarıldı. O an herkesin boğazı düğümlendi. Yabancı, titrek sesiyle mektubu gökyüzüne kaldırdı:
— Efendim, bu köpek sizin Sadık’ınız. Yıllardır sizi burada bekliyordu.
Mehmet Bey ağlayarak mektubu aldı. Nasıl olup da o mektubun buraya ulaştığına inanamadı. O gece, kasabanın eski sokak lambalarının altında sırlar ortaya çıktı: Mehmet Bey’in ailesi, onun uzun bir hastalıktan sonra o eve hiç dönmediğini sanmıştı; eşi, Elif Hanım, mektupları yazmıştı. Fakat belgeler kaybolmuştu, ta ki o araştırmacı —yabancının adı Burak’tı— bunları bulana kadar.
Sadık’ın hikâyesi kısa sürede kasabanın efsanesi oldu. Çocuklar onun sadakatini ateş başında anlatır, yaşlılar gururla derdi: “Orada Sadık var, bekleyişin timsali.” Mehmet Bey, Sadık’a ömrünün sonuna kadar baktı. Burak ise Gökpınar’da kaldı, belgeleri topladı, kütüphanede küçük bir sergi açtı: “Sadık ve Bekleyişi”.
Artık Sadık yalnız beklemiyor. Sevgiyle, dostlukla, evinde bekliyor. Her akşam saat beşte, Mehmet Bey ve Burak kapının önündeki banka oturuyor, Sadık ise onların ayaklarının arasında, gözleriyle ufka bakarak bekliyor.
Ve kasaba halkı hâlâ diyor ki: “Bakın, işte orada Sadık var — sonuna kadar sadık.”