“ARTANLARINIZI YİYEBİLİR MİYİM” Evsiz Bir Adam Bir Milyonere Yalvardı. Ve Kadın Her Şeyi Değiştirdi

“ARTANLARINIZI YİYEBİLİR MİYİM” Evsiz Bir Adam Bir Milyonere Yalvardı. Ve Kadın Her Şeyi Değiştirdi

.
.

Artanlarınızı Yiyebilir Miyim?

Akşamın serinliği İstanbul sokaklarına sarı bir örtü gibi yayılmıştı. Restoranın dışarıya taşan masaları, ağaçların gölgesinde yarı aydınlık bir sahneye dönüşmüş, çatal bıçak sesleri ve caddeden gelen uğultu havada ince bir tül gibi asılı kalmıştı. Melek, caddeye bakan bir masada tek başına oturuyordu. Üzerinde koyu lacivert bir ceket, saçları ensesinde toplanmış, yüzünde yorgun ama zarif bir sükûnet vardı. Masasında sıcak çorba, taze ekmek, nar taneleriyle süslenmiş bir salata ve ana yemek duruyordu. Kaşığını eline alıp bırakıyor, iştahsızca tabağına bakıyordu.

Birkaç hafta önce babasını kaybetmişti. O günden beri yemek yemek, onun için sadece alışkanlıkla yapılan bir ritüelden ibaretti. Telefonu tekrar titredi, ekrana peş peşe vakıf toplantısı, dernekten lojistik notu, yatırımcılardan mesajlar düştü. Hepsini kapatıp çantasına bıraktı. Bu akşam kimseye yetişmek istemiyordu. Sadece kendiyle ve sokaktaki hayatla baş başa kalmak istiyordu.

Tam o sırada kaldırımın ucunda bir gölge belirdi. Yaşlı bir adam, sakalı beyaza dönmüş, yüzü ince çizgilerle dolu, üstünde yılların yorgunluğunu taşıyan bir ceket, dirsekleri incelmiş bir gömlek, püsküllü bir pantolon ve farklı uzunlukta bağcıklarıyla ayakkabılar… Adımlarını küçülterek masaların arasından geçiyor, kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyordu. Melek onu uzaktan fark etti. Omuzlarının düşüklüğünde, yüzündeki dinginlikte bir hüzün vardı.

Adam, Melek’in masasından bir adım ötede durdu. Avucunu yavaşça açtı, gözlerini yerden kaldırmadan bastırılamayan bir mahcubiyetle fısıldadı:
“Artanlarınızı yiyebilir miyim kızım? Rahatsız ettiysem bağışlayın.”

Melek’in içi bir anlığına sıcak bir ağrıyla sızladı. “Kızım,” deyişindeki o yumuşak tını, babasının hastane gecelerindeki sesini hatırlattı. Kaşığını kasenin kenarına bıraktı. Tam konuşacakken garsonlardan biri hızla geldi, elini adamın dirseğine koydu:
“Amca, burada durmayalım lütfen. Müşteriler rahatsız oluyor,” dedi alçak ama kesin bir sesle.
Bir başka garson da yetişti:
“Abi, dışarıda bekle, sana mutfaktan bir şey ayarlarız.”

Melek sandalyesini geriye çekip kalktı. Sesini yükseltmedi ama cümlesi keskin çıktı:
“Bir dakika.”
Garsonlar ona döndüler. Melek Hanım’ı tanıyorlardı.
“Prosedür gereği…” diye başladı ilki.
“Prosedürünüz insan onurunu incitmemeli,” dedi Melek gözlerini kaçırmadan. “Beyefendi benim misafirim. Bu masada oturacak. Siparişini ben veriyorum.”

Adam hafifçe geri çekildi. “Kızım, ayakta da olur,” demeye yeltendi.
Melek sandalyeyi çekip eliyle gösterdi:
“Açsanız önce oturulur. Masama oturdunuz, artık başımın üstünde yeriniz var.”

Garsonlar kısa bir tereddüdün ardından geri adım attılar.
Melek menüyü eline almadan net söyledi:
“Bir mercimek çorbası, sıcak ekmek, köfte, yoğurt, yanında çay. Hızlı lütfen.”

Adam sandalyenin ucuna ilişti. Avuç içleri dizlerinde, omuzları hafif çökmüş, ama yüzündeki ifade temizdi. Bakışını nihayet Melek’e kaldırıp kısa bir teşekkürle başını eğdi.
“Adınız?” dedi Melek.
“İhsan,” dedi adam çekingen bir tebessümle.
“Ben de Melek,” dedi kadın.

Çorba gelir gelmez İhsan, kaseyi iki eliyle kavradı. İlk yudumu almadan önce gözlerini kısacık kapayıp buharı yüzüne değdirdi. Sanki kısa bir şükür, sanki eski bir alışkanlık. Kaşığı ağzına götürürken elindeki titreme saklanmaya çalışılmıyordu. Melek, kendi çorbasının buharına baktı. İçindeki üşüme sanki kenarlardan çözülmeye başlamıştı.

Cadde akıyordu, yan masada kahkahalar yükseliyor, yol kenarında bir motosiklet gürültüsü geçiyordu. Bu seslerin arasında Melek yumuşakça sordu:
“Yemekten sonra sizi evinize bırakayım isterseniz. Gece serinlemeye başladı.”

İhsan kaşığı kaseye bırakıp bakışını kaçırmadan cevap verdi:
“Evim yok kızım. Bir süre önceki evimden çıktım. Bazen cami avlusu, bazen üst geçidin altındaki kuru yer, bazen de otogar koltukları…”

Melek’in içi bir kez daha sızladı.
“Yalnız mısınız?” diye sordu, soruyu bir yastığın üzerine koyar gibi yumuşatmaya çalışarak.
“Yalnızlığı konuşunca azalmıyor,” dedi İhsan. “Üç evlat büyüttüm. Her birinin yolu ayrı oldu. Ben yollarına taş olmamak için kenarda durdum. Kenar bir süre sonra ev oluyor insana.”
“Torun?” diye sordu Melek.
İhsan’ın gözleri kısaca parladı.
“Var. Fotoğraflardan tanıdığım küçük yüzler ama kokusu gelmeyen torun insana yine de uzak kalıyor. Kapıya gidip yük olmak istemedim.”

O sırada garson yemekleri getirdi. İhsan yoğurdun kapağını açarken, “Bu kadar zahmet etmenize gerek yoktu, ayakta da olurdu,” dedi.
Melek gülümsedi:
“Olur mu öyle şey? Siz benim misafirimsiniz. Babam da böyle konuşurdu. Siz kızım deyince içimde eski bir kapı açıldı.”

Kısa bir sessizlik oldu. Melek çatalını masaya bıraktı, tereddütle devam etti:
“Bakın yanlış anlamayın. Bu gece dışarıda kalmanızı istemiyorum. Yakında küçük bir otel var. İsterseniz sizi oraya yerleştireyim. Sabah da beraber kahvaltı eder, sonra doktora gideriz.”

İhsan, meleğin teklifini duyunca kaşığı tabağa bıraktı. Ellerini dizlerinin üzerinde kenetledi. Kısa bir süre sessiz kaldı. Gözlerinde hafif bir buğu belirdi.
“Kızım,” dedi derinden gelen bir sesle, “ben yıllardır kaldırım taşını yastık yaptım. İnsan alışıyor sanıyor ama alışmıyor. Sıcak bir odanın hayalini bile kurmamayı öğreniyor. Şimdi siz bir gece otelde kalın diyorsunuz ya… Bu söz bile insana yetiyor. Kabul edeyim. Bir gece olsun. Yastık görüp sabah sıcak bir ekmek kokusuna uyanmak bana bayram gibi gelir.”

Melek gülümsedi. “Öyleyse tamam.” Hesap geldiğinde garson mahcup bir sesle, “Melek Hanım, az önceki için kusura bakmayın. Talimat gereği…” dedi.
Bir talimat da benden,” diye karşılık verdi Melek. “Kapıdan giren herkese insan gibi davranın. Gerisi kolay.”

İkisi birlikte restorandan ayrıldılar. Otele vardıklarında Melek kimliğini uzattı.
“Misafirim için bir gece. Gerekirse uzatırız,” dedi.
Odada tek kişilik yatak, küçük bir komodin vardı. Melek pencereye bakıp, “Yarın sabah burada olurum. Kahvaltı ederiz. Sonra sağlık işlerini hallederiz,” dedi.
İhsan eliyle kalbine dokundu. “Allah razı olsun kızım. Benden dönecek bir hayır varsa payı sana yazılsın.”

Melek sokağa çıktığında şehrin uğultusu aynıydı ama onun içinde bir şey değişmişti. Az önce duyduğu o cümle hâlâ kulağındaydı:
“Artanlarınızı yiyebilir miyim?”
Bu kez mesele artan değil, yer açmaktı.

Ertesi sabah Melek erkenden uyandı. İçinde garip bir heyecan vardı. Saat dokuzda otelin lobisine girdi.
“İhsan Bey’in odası kaç numara?”
Görevli kısa bir tereddütten sonra cevap verdi:
“Hanımefendi, misafiriniz sabah erkenden çıktı. Anahtarı bıraktı. Kimseye bir şey söylemedi.”

Melek’in yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. “Teşekkür ederim,” diyebildi. Sadece içinde koca bir boşluk açıldı. Sanki dün gece kurduğu umutların hepsi bir anda dağılıp gitmişti.

Günler geçti. Melek iş toplantılarında bulundu, vakıf organizasyonlarını yönetti, dost meclislerine katıldı. Ama zihninde sürekli aynı soru dönüp duruyordu: Şimdi nerede? Bir sunumun ortasında projeksiyon perdesine bakarken aklına İhsan’ın çorbayı içerken titreyen elleri geldi. Bir akşam arabasına binip şehrin kenar semtlerine gitti. Park köşelerine, cami avlularına baktı. Birkaç evsizle konuştu. “Burada İhsan adında yaşlı birini gördünüz mü?” Adamın biri başını salladı. “Bizimle bir iki gece kaldı ama sonra kayboldu. Nereye gitti bilmiyoruz.”

Bir akşamüstü Melek yine şehrin kalabalık caddelerinden birinde arabasıyla ilerliyordu. Kırmızı ışıkta beklerken gözleri yan sokaktaki hareketlere kaydı. Bir çöp konteynerinin yanında yaşlı bir adam eğilmişti. Elinde yırtık bir poşet, içinden bayat ekmek kırıntıları topluyordu. Hareketleri yavaş, omuzları çökmüş, başı önüne eğikti. Melek’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Arabasını kenara çekti. Kapıyı açıp adımlarını hızlandırdı.

“İhsan amca!” diye seslendi.
Adam başını kaldırdı. Göz göze geldiler. Gerçekten oydu. Yüzünde şaşkınlıkla birlikte mahcubiyet vardı.
“Melek kızım, siz burada mıydınız?”
Melek’in gözleri doldu.
“Günlerdir sizi arıyorum! Neden otelden çıktınız? Ben gelecektim, kahvaltıda buluşacaktık, doktora gidecektik. Neden haber vermeden gittiniz?”

İhsan gözlerini yere indirdi, elindeki poşeti sıkıca kavradı.
“Kızım, siz bana iyilik ettiniz ama ben yük olmak istemem. İnsan bir gece misafir olur. Fazla kalırsa hatırası güzelliğini kaybeder. Onun için çıktım.”

Melek’in sesi titredi:
“Yük olmak mı? Size sahip çıkmak bana yük değil, huzur!”

İhsan mahcup bir tebessüm etti.
“Siz iyi kalplisiniz ama alışkanlık zor şey. Sokak insanı kendi düzenini kurduruyor.”

Melek elini uzattı:
“O düzeni bozma vakti geldi. Artık yalnız kalmanıza izin vermeyeceğim. Bundan sonra yanınızda ben varım.”

İhsan sustu, dudakları titredi, uzun bir sessizlik oldu. Sonra başını yavaşça salladı.
“Peki kızım,” diyebildi.

O akşam Melek İhsan’ı arabasına bindirdi. Yolda sessizlik vardı. Önce karnını doyurdular, sonra Melek onu kiralık dairelerle ilgilenen bir emlakçıya götürdü. İçinde uzun zamandır ilk kez gerçek bir heyecan vardı. İhsan şaşkınlıkla etrafa bakıyordu.
“Ne yapıyorsunuz Melek kızım?”
“Sizin için bir ev bulacağız. Artık sokak yok. Bu kez kalıcı bir yer olacak.”

Bir apartmanın giriş katında, güneş alan, küçük ama tertemiz bir ev buldular. Melek gözleri parlayarak döndü:
“Bence burası olur!”
İhsan duvarlara, pencerelere baktı, eliyle kapı pervazını okşadı.
“Benim için saray gibi. Yıllardır bir kapıyı anahtarla açmadım. Elimi cebime atıp da evime giriyorum demedim.”

Bir hafta içinde ev hazır hale geldi. Melek eşyaları tek tek seçmişti: Temiz bir yatak, sade bir kanepe, küçük bir masa, mutfağa birkaç tencere. Anahtar nihayet İhsan’ın elindeydi. Kapıdan içeri girdiklerinde İhsan adımlarını yavaşlattı, ellerini kapının eşiğine koydu, başını eğdi.
“Yıllar oldu bir eve girerken ayakkabımı çıkarmayalı,” dedi.
Melek gülümsedi:
“O zaman şimdi başlayın.”

İhsan ayakkabılarını çıkardı, halıya basınca gözleri doldu. Evin her köşesine dikkatle baktı, masaya dokundu, perdeleri araladı. Sonra oturma odasındaki kanepeye oturdu.
“Benim için saray bu,” dedi kısık bir sesle.

Bir sabah Melek arabasıyla geldi. İhsan kapının önünde bekliyordu. Elinde küçük bir baston vardı.
“Hazır mısınız? Bugün sağlık kontrolünüz var.”

İhsan mahcup bir sesle karşılık verdi:
“Kızım, ben yıllardır doktora gitmedim. Bir ağrı olur, geçer. Siz boş yere masraf etmeyin.”
“Masrafı düşünmeyin. Benim için önemli olan sağlığınız. Bundan sonra yalnız değilsiniz.”

Hastanede doktor birkaç tahlil istedi. Sonuçlar fena değildi ama yaşına bağlı yorgunluklar vardı.
“Düzenli beslenirse toparlar,” dedi doktor.
Melek sevinçle döndü:
“Gördünüz mü? Önemli bir sorun yok. Ama artık ilaçlarınızı aksatmayacağız.”

Birkaç gün sonra Melek İhsan’ın evine uğradı. Yemekleri beraber hazırladılar, sofraya oturdular. O sırada kapı çaldı. İhsan şaşkınlıkla açtı. Karşısında yıllardır uğramayan evlatları vardı.
“Baba, herkes konuşuyor. İhsan’a zengin bir hanım sahip çıkmış, ev tutmuş diye. Biz de merak edip geldik.”

İhsan gözlerini yere indirdi.
“Demek beni yıllardır sormayan çocuklarım, başkasının yardımıyla ayakta durduğumu duyunca kapımı çalmayı hatırladı.”

Gelin, Melek’e bakarak, “Şimdi bakıyoruz da gayet iyi görünüyorsun. Yeni bir ev, düzenli bir hayat. Tabi bunda hanımefendinin payı büyük olmalı,” dedi.

Melek sakin ama kararlı bir şekilde konuştu:
“Benim kim olduğum önemli değil. Önemli olan babanızın yıllardır yalnız kalmış olması. Siz neredeydiniz?”

Evlatlar kısa bir süre oturduktan sonra kalktılar. Kapı kapanınca İhsan sandalyeye oturdu, başını ellerinin arasına aldı.
“Kızım, ben onlara kızamıyorum. Yine de evlat. Ama bil ki asıl evlatlığı sizden gördüm. Siz bana yabancı değil, öz evlat gibi oldunuz.”

Melek onun elini tuttu:
“Gerçek değer görmek için kan bağı gerekmez. Ben yanınızdayım.”

İhsan’ın gözlerinden yaşlar süzüldü, yüzünde huzurlu bir tebessüm belirdi. Artık yalnız değildi. Sabahları balkona çıkar, elindeki çayı yudumlarken sokaktan geçen çocukların sesini dinlerdi. Akşamları Melek uğrar, birlikte yemek yer, sohbet ederlerdi. Yıllardır ilk defa bir düzeni, bir huzuru vardı.

Bir gün Melek, İhsan’ı arabasına aldı. Mezarlığa gittiler. Melek babasının mezarının başında dua etti. Sonra fısıldadı:
“Babam sizin gibi iyi yürekliydi. O gitti, siz geldiniz. Sanki o boşluğu siz doldurdunuz.”

İhsan gözlerini kapattı, sesi titrek ama huzurluydu:
“Kızım, evlat olmak kan bağıyla yazılmaz. Kalbinle yazılır. Sen bana evlat oldun, ben de sana baba. Bundan büyük miras olur mu?”

Melek’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Başını hafifçe İhsan’ın omzuna yasladı.
Keşke bu dünyada herkes birbirine böyle sahip çıksa…

O günden sonra ikisi için hayat bambaşka bir anlam kazandı. Biri baba kaybetmişti, diğeri evlat. Ama kader onları birbirine hediye etmişti. Ve artık biliyorlardı ki gerçek aile kanla değil, kalple kuruluyordu.

.

Related Posts

Our Privacy policy

https://rb.goc5.com - © 2025 News